Haa, yok yok, Kılıçdaroğlu'ndan söz etmiyorum. Olay Fransa'da geçiyor. Fransız meclisi 'seks işçiliğine' yeni bir düzenleme getirdi. Buna göre, artık 'müşteri' ceza görecek. Enselenirse bin 500 avro, bir daha yaparsa 3 bin 500 avro... Üstelik, yakalanan hovardayı 'eğitim programına' alacaklarmış, seminerlere katılmaya mecbur tutulacakmış. Oysa ilkinde pipisine biber sürmek, tekrarında da kesip alnına yapıştırmak daha etkili bir ceza sayılırdı! Fahişeler ayağa kalkmışlar, sokağa dökülmüşler. 'Müşterime dokunma' pankartlarıyla yürüyüş yapmışlar. Diyorlar ki, 'müşteriler ceza almaktan korkacaklar, kadınlar da saklanmak zorunda kalacaklar'... İşin matrağı, kadınlara herhangi bir ceza konmamış! Malı satmak serbest, almak yasak. Bu ne biçim serbest piyasa ekonomisi yahu? Hani, 1920'den 1933'e kadar Amerika'yı kasıp kavuran ünlü 'içki yasağı' gibi... Orada da içki içmek serbest, satmak yasaktı. Polis 'gin joint' tabir edilen gizli meyhaneleri basıp kapatıyor ama burnunun dibinden zurna gibi yıkılarak geçip giden sarhoşa hiçbir şey yapamıyordu. Gülünmesi mi ağlanması mı gerektiğini bilemediğimiz bu kanun, dar anlamda Fransız sosyaldemokratlarının, geniş anlamda da sosyaldemokrasinin saftırıklığına, munkabızlığına, yetersizliğine güzel bir örnektir. Bu gibi zorlamalarla fuhuşu önleyebileceklerini sanırlar. Tıpkı, işçi ücretlerine zam yapınca sömürünün ortadan kalkacağını sandıkları gibi. Fuhuş elbette 'iyi biri şey' değildir, kadını aşağılar. Tamam da, kadın bu ticareti 'bilerek ve isteyerek' yapıyorsa ne halt edeceksin? Peki 'sevmediği adamla parası için evlenenleri' hangi kategoriye sokacaksın? 'İnsanlığın en eski mesleği' tabir edilen fuhuş tarihin hiçbir döneminde hiçbir ülkede ortadan kaldırılamamış, çare ancak onu 'düzenlemekte' bulunmuştur: Vesika dağıtımı yani kayıt kuyut, düzenli doktor gözetimi, vesaire. Bunun dışında her türlü 'yasak' fuhuşu ortadan kaldırmaz, yeraltına, karaborsaya iter. Fransa'da 1946 yılında 'genelevler' yasaklanmıştı ('Marthe Richard yasası' tabir edilen bir kanunla)... Bunda, işgal yıllarında Paris genelevlerinin birer 'Alman kantini' gibi hizmet vermiş olmalarına duyulan öfkenin de payı vardı... Bu kanun, otelcilere para kazandırmaktan başka hiçbir işe yaramadı. Ayrıca fuhuşu Boulogne Ormanı'nın ağaç diplerine, çalılıklarına döktü. Şimdi de, 'tüketiciye' ceza riski olduğuna, talep tırpanlandığına göre ancak 'fiyat düşmesine' yol açacak. Fahişeler, korkan müşteriyi elden kaçırmamak için fiyat kıracaklar. Ya hepten sinek avlayacaklar ya da gelirleri azalacak. Niçin yürüyüş yapıyorlar sanmıştınız? Değerli komünistlerimiz de yıllarca 'devrimden sonra genelev kadınlarını Cibali Tütün Fabrikası'na işçi yazdırmak' umuduyla yaşadılar. Günün birinde bir emekli seks işçisi 'ben bu işi yıllarca keyifle, zevk alarak yaptım' deyince afallamışlardı. Hadi bakalım, darısı başımıza. Cinsel ilişki uzmanı Kılıçdaroğlu'ndan en kısa zamanda benzer bir kanun teklifi bekleriz. Engin Ardıç/Sabah Hani bazılarının ağrı eşiği çok yüksektir ya. Adamı narkozsuz ameliyat edersin bana mısın demez. Ayşe Arman'ın ahlak eşiği de öyle. Çok yüksek. Bu yüzden ne yaparsanız yapın, çirkefin içine düşse de hiçbir zaman rezil olmaz. Çünkü bu konuda çıtayı yerin altında bir yerlere saklamıştır. Son yazısında Kemal Kılıçdaroğlu'nu savunmakla kalmayıp 'önüne yatmak' lafının 'Birisine siper olmak' anlamında kullanıldığını anlatıyor. Bunu da herkes bilirmiş üstelik. Ayşe Arman 'önüne yatmak' lafının ne anlama geldiğini hayat tecrübeleri itibariyle en iyi bilen isimlerden biri. Bu yüzden bu lafı aklama çabası kendi hayatını aklama anlamına geliyor olabilir. Onu anlayışla karşılıyorum. Rahat olsun. Kendi tarzında başarılı bir röportajcı. Bu yeteneğini farklı seçenekleri ve fırsatları kullanmadan gösterebilir miydi meçhul. Zira nice kabiliyetli isimler bu yolda harcanıp gitti. Asıl söylemek istediğim Ayşe Arman'ın o tecavüzcü alçağın yaptıklarından Ensar Vakfı'nı sorumlu tutması.Soruyor: 'Bu olayda Ensar Vakfı'nın suçunun ya da sorumluluğunun olmaması mümkün mü? Bu hocayı işe alan sen değil misin? Alırken soruşturdun mu?' Bundan sonrasını sevgili Hadi Özışık'a bırakalım. Çünkü çok çarpıcı hatırlatmalarda bulunuyor: 'Sevgili Ayşe, sana birini soracağım. Taner Çelik adında biri. Hatırlıyor musun Taner'i? Başakşehir'de 2006 yılında bir çocuğa tecavüz etmek üzereyken yakalanmıştı. Yakalandı, tutuklandı, cezaevinde layığını buldu... Hatırladın mı Ayşe bu şerefsizi? Hatırlamadıysan hatırlatayım. Taner Çelik, Doğan Grubu'nun bir çalışanıydı. DHA'nın kameramanıydı. Yıllarca içimizde çalışan ama rengini hiç belli etmeyen şerefsizin biriydi. Şimdi sana soruyorum Ayşe, Taner'i işe alan Doğan Grubu'na biz ne demeliyiz? Aydın Doğan'ın bu işte bir sorumluluğu olabilir mi Ayşe? Hakan Akbaş adındaki sapığı da hatırlamazsın sen Ayşe. O da Doğan Grubu çalışanıydı. O da bir çocuk istismarcısıydı. CNN Türk'te çalışıyordu. Bilgisayarında çocuk istismarına yönelik gırla fotoğraf bulunmuştu. Sen söyle Ayşe, Aydın Doğan'ın bu işte bir sorumluluğu var mı?' Hadi'nin bu yazısından sonra Ayşe Arman rezil olabilir mi? Dedim ya, eşik çok yüksek. Boşuna beklemeyin. Fuat Uğur/Türkiye Siz kumru kuşu deyin, ben üveyik diyeyim, meğer onun guguklarıyla uyanmak ne güzelmiş! Unutmuşum. Ergenlik dönemimin Kafka ruhlu sabahlarında odamın havalandırmaya bakan penceresinde yuva yapan kumru çifti hatırladım. Müziğin sesini kısar onların yarenliklerini dinlerdim. Sesleri beni gömüldüğüm karanlıktan çıkarır içimde bir yerlerde sırasını bekleyen aydınlığa doğru sürüklerdi. Sonra sömestr zamanı teyzemin Pendik'teki kır evine gidişlerimi, orada kumru sesleriyle uyanışlarımı hatırladım. Twitter sağ olsun, Metin Hoca'dan (Karabaşoğlu) öğrendim. Rahmetli anneannesi 'bak bakalım' dermiş torununa, 'yedi kez guguğu yaptıysa bahar gelmiş demektir.' Bunu öğrenince saymaya başladım. Gelmiş. Hem de ne gelmiş! Bugün bunları yazayım istiyorum. Epey eskiden bu köşede yaptığım gibi. Fakat acemileşmiş miyim ne! Neyse... Dün sabah kumruyla göz göze geldik. Boynunda kolye gibi bir halka. Nasıl yakışmış! Üzerinde önce bir ürkeklik vardı. Her an uçmaya hazır gibiydi. Gözleri eşini arıyordu sanırım. Yoksa bütün bunlar kumrular hakkında tatlı bir rivayet mi? Derken içi ısınıverdi birden bana. Ben çıplak terasa atılmış hasır koltukta oturdum usulca. O iki metre öteme geldi. Anlattı, anlattı. Ah, keşke anlasaydım anlattıklarını! Sonra çok sevgili arkadaşımın kırlık, bağlık arazilerin ortasında yer alan bahçesine gittik. Boyları belime kadar gelmiş biberiyelere bakakaldım. Zeytinliklerin altına düzensizce ekilmiş bakla ve bezelyelere, az ötedeki pancarlara baktım, baktım, baktım. İçim açıldı. Buradaki ve 'öte'deki hayatın hikmetlerine bir kez daha iman ettim. Üç yıl önce arkadaşım bu araziyi aldığında toprak verimsiz demişlerdi. Eh, gözle de görünüyordu doğrusu. Zeytinlerin işi bitmiş demişlerdi. O kadar içleri geçmiş, kurumuş, sıskalaşmış ağaçlardı üç yıl önce. Arkadaşım 'olur' demişti, 'severiz, olur. İnanınca olur. Sabrederiz olur.' Hiç şüphe duymamıştım bundan. Çünkü sessizce sever, inanır, sabrederdi. Baktım, olmuş. Ne güzel olmuş hem de! Ama insanların bir kısmına soracak olursanız... O turistik kasabaya onca yıl sonra şöyle bir bakmaya gitmiştim. Gördüm, dönüyorum. Olmamış. Olmuyor. Sabah akşam mutluluk düşünüp sırf bu yüzden mutsuz düşenler nasıl 'ol'sunlar! Neşeyi unutup eğlenceye tapınanlar nasıl 'ol'sunlar! Ama iyiye işaretler de yok değil. Sabırla bekleyelim bakalım. Haşmet Babaoğlu/Sabah Bir ülkedeki siyasal kültür, doğal olarak, derin ve yaygındır. Her yere nüfuz eder. Hiçbir kişi ve kesim kolay kolay onun tesirinden kaçamaz, ondan etkilenmekten kurtulamaz. Bunu yapabilmek için özel çaba sarf etmek, iyice bireyselleşmek ve ırkçılığın her türünden gerçekten uzak bilgi ve fikir kaynaklarından yararlanmak gerekir. Türkiye'de çoğu zaman Türk milliyetçiliği ile iç içe geçmiş bir Türk ırkçılığının bulunduğu bana göre açık bir gerçek. Bunun en bariz ve güçlü delili Kürtlerin Cumhuriyet tarihinde maruz bırakıldığı muameleler. Bunların ayrıntısına girmeye gerek yok, çünkü bilenler biliyor ve kabul etmeyenler zaten onları bilmek hatta duymak istemiyor. Hürriyet gazetesinin 'Türkiye Türklerindir' mottosu bu Türk ırkçılığının keskin ve kesin bir ifadesi. Değişik renklerdeki Kürt hareketlerinde yer alanlar sık sık bu gerçeğe işaret ediyor. Haklılar ve bu ırkçılığı ne kadar eleştirseler az. Ancak, bu, Kürtlerin Türk ırkçılığını kınar ve ona karşı mücadele ederken kendilerinin ırkçılıktan kesin olarak ari ve uzak olduğu anlamına gelmiyor. Tam da tersine, her Kürt ırkçı diyemem elbette ama benim gözlemlerime göre Kürtler arasında bir Kürt ırkçılığı var ve hayli yaygın. Bu olgunun güçlü sinyallerini sosyal medyaya düştüğüm kimi notların altına yazılan yorumlarda da görmekteyim. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada hem halkların kardeşliğinden söz edip hem de mültecilere yaşadıkları şehrin sınırları içinde yerleşim alanı kurulmasına karşı çıkan kimselerin çelişkisine dikkat çeken küçük bir not yazdım. Bu notun altına yazılan bazı yorumlarda aşikâr gerçeği dehşet içinde gördüm. Kimi yorumcular, 'Kürt toplumu içindeki sosyal, dinî, kültürel ve ideolojik farklılıklar ne olursa olsun biz Kürdüz ve Kürdistan'da hep birlikte barış içinde yaşayacağız' demekteydi. İlginç. Bana göre bu 'Türkiye Türklerindir'in mottosundan yansıyan benzer bir anlayışı afişe ediyor. Başka bir deyişle 'Kürdistan Kürtlerindir' mottosunu ifade ediyor. 'Türkiye Türklerindir' yanlış ise 'Kürdistan Kürtlerindir' niye doğru olsun? Kürdistan denilen coğrafya neden sadece Kürtlere ait olsun? Orada neden sadece Kürtler yaşasın? O coğrafyada asırlardır yaşayan Türkmenler ve Araplar da oranın sahipleri değil mi? Müslüman dinî gruplar ve Hristiyan inanç grupları da o toprakların sahibi değil mi? Bir liberal olarak söyleyeyim: Kürt olmayan biri gidip oradan bir arazi satın alsa, orası artık onun değil mi? Kürtler bir bütün olarak o adamın arazisi üzerinde onun mülkiyet hakkını geçersizleştiren bir hakka mı sahip olabilir mi? Nasıl? Neye dayanarak? Bugün bir Hakkârili Kürt kalkıp İzmir'den arsa ve ev alabilir ve oraya yerleşebilir. Buna İzmir Türklerindir diye itiraz etmek ne kadar ahlâklı ve meşru ise, Hakkâri'de ev alan ve oraya yerleşen bir Türk'e veya başka bir etnisiteden birine burası Kürdistan, Kürtlere ait demek te o kadar ahlâklı ve meşru. Bana öyle geliyor ki, bazı Kürtler eziyetini gördükleri Türk milliyetçiliğini ve ırkçılığını bilinçli veya bilinçsiz taklit etmekte. Bu kafayla bağımsız bir Kürdistan'ın, demokrasinin tesis edildiği, farklı kültürel ve etnik özelliklere sahip insanların ne ise o olarak huzur ve barış içinde yaşayabildiği bir siyasî coğrafya olması ihtimâli zayıf. Hele bu hedefe şiddetle ve sosyalist ideolojiyi bayraklaştırarak varılırsa bu tamamen bir hayale dönüşür.Böyle bir Kürdistan'da sadece Kürt olmayanlar değil bizzat Kürtler de ağır baskılarla karşılaşır. Her türlü ırkçılığa hayır! Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl Operasyon Cemaat'in Dengir Mir Mehmet Fırat'la ilgili düzmece belgeleri CHP'nin o dönem cilalanan Genel Başkan Yardımcısı'na vermesiyle başladı. Hatırlayın adı sanı bile duyulmamış Kılıçdaroğlu o günlerde Uğur Dündar'ın ana haberinden, Hürriyet'in manşetinden inmiyordu. Artık, Cemaat'e sert tutumu nedeniyle kaset komplosuna kurban gidecek olan Deniz Baykal'ın yerine geçecek isim hazırdı. CHP Kurultayı'ndan birkaç gün önce başlatılan sızdırma operasyonu tutunca da Kılıçdaroğlu, daha önce 'Asla ihanet etmem, adayolmam' dediği Baykal'ın koltuğuna oturuverdi. Kılıçdaroğlu bu Cemaat'e 'hoş gelişinin' ardından diyeti de ödeyecekti elbette. Hangi birini sayalım. Cemaat'in, Türkiye Cumhuriyeti'nin en mahrem toplantılarından kaydettiği yasadışı tapelerini Meclis'te dinleten bizzat o değil miydi? Peki ya, partiden ulusalcıları tasfiye edip, yerine Cemaat trollerini, PKK'ya, PYD'ye kendisi gibi 'halkları için savaşanoluşumlar' diyenleri getiren kimdi? Devamını, daha fazlasını söyleyip CHP'den istifa eden vekil ve yöneticilerinden dinleyin. Evet, CHP'de sırf 'Ak Parti, Erdoğan gitsin' diye gidişata sessiz kalanlar olduğu açık. Hatta bu yüzden Kılıçdaroğlu'nun Cemaat'in 17-25 Aralık'taki küfür kalıplarıyla bir kadın bakana saldırmasını bile savunmak zorunda kaldılar. Ne var ki ben CHP tabanının ekseriyetinin bu utanç yükünü daha fazla kaldırmayacağını düşünüyorum. Öyle ya, Baykal dönemine dek Gülen çetesiyle mücadelenin kalesi olmuş partinin tabanının, Türkiye'yi ABD patentli 'bir garip hilafet devletine' çevirmeye uğraşanlarla ne işi olur? Melih Altınok/Sabah Son küreselleşme dalgasının en güçlü motoru enformasyon/internet devrimiydi. Bu durum, bilgi tekelini kıran etkisiyle, dünyanın bir daha asla 20. yüzyıl kalıplarına geri dönemeyeceği büyük çatlaklar meydana getiriyordu. AK Parti hareketi de, bu çatlaklardan sızdı. Savunma adına oluşturduğu soyut/maddi sınırlarının dışına çıkma cesareti gösterdi. İslam'ı küresel düzeyde içeriden fethetme/dönüştürme operasyonunu gizli ajandayla yürüten Gülenciler ile de kendisini yan yana buldu. Belki de 28 Şubatçıların 'Bin yıl sürecek' dedikleri şey, Gülen gibi yapıların dindar tabanı içeriden dönüştürme mühendisliğinin öngörülmesiydi. Tamamen Gülencileşmiş bir 78 milyon düşünün... CHP'den PKK'ya, solculardan DHKP-C'ye kadar geniş bir spektrumu mobilize etme gücüne sahip bu yapının, muhafazakârları haydi haydi etki altına alacağı ortadaydı. Sanırım, bu iyi çalışılmış mühendislik, bu ülkeyi bir yüzyıl daha uzaktan yönetmeye veya ondan çeşitli uydu ülkeler çıkarmaya yeterdi. Böylelikle Osmanlı'yı tam anlamıyla yok etmiş olurdunuz. İşte bunların hepsi, 1980'lerde çözülmeye, 1990'larda dağılmaya başlayan 1 ve 2. Dünya savaşları düzeninin yerini almaya aday projeler olarak geliştirilmişti. Aslında tıpkı 19. yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi, 'katı olan her şey buharlaşmaya' ve yerine neyin geleceğine dair de mücadele başlamıştı. Yine tıpkı 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, Avrupa'da Hıristiyanlığın değerler sistemi olarak laik yapı tarafından teslim alınmış olmasına benzer, İslam'ın da teslim alınması gerekiyordu. Çünkü İslam artık göçmenler ve enformasyon devrimi sayesinde, sadece belirli coğrafyalarda izole edilecek gibi değildi. Bunun için Türkiye'nin merkez önemde olması kaçınılmazdı. İyi İslam (Batı tarafından dönüştürülmüş) ve kötü İslam (EL Kaide, DAEŞ ve Boko Haram gibi) dikotomisi yaratılacaktı. Her ikisi de İslam coğrafyasının fethini sağlayacaktı. İlki Gülen gibi (bir tür İslam Protestanlığı) yapılarla evrimsel olarak, diğeri de El Kaide ve DAEŞ örneklerinin verdiği meşruiyetle kanlı biçimde. Bunu Aydınlanma'da Cizvitler ve Barok üzerinden yapmışlardı. Önce engizisyon, sonra da Cizvitler, o dönemin DAEŞ ve EL Kaidesi gibi işlev gördü. Bu 'kötü' örnekler üzerinden kıstırıldı, Kilise ehlileştirilerek teslim alındı. Bugün Katolik Kilisesi'nin üzerinden sallanan sopa ise cinsel tacizler ve akçeli işlerdir. Bununla nefes alması bile önleniyor; değil model önermesi mümkün olsun. O yüzden dünün kolonyalizmi yerini alan bugünkü fenomen İslamofobi'dir. Markar Esayan/Akşam Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Washington ziyaretini sabote etmek için nasıl uğraştıklarını gördük. Şimdi de nisanda, ABD'de 1915 olaylarının yıldönümünde Türkiye'nin aleyhine bir karar çıkartabilmek için lobi yapıyorlar. Oysa yıllarca 'Ermeni soykırımı iddialarına karşı ABD'de lobi yapıyoruz' diyerek devlet kasasından nemalanmışlardı. Bu güruhun iç siyasette kendisine alan açmak için yürüttükleri kampanya, her şeyden önce Türkiye'nin milli çıkarlarına zarar veriyor. Dahası söz konusu kampanya, zaman zaman ABD- Türkiye ilişkilerini doğru zeminde konuşmamızı zorlaştırıyor. Bir yandan ABD'nin iç çelişkilerini, bu iç çelişkiler nedeniyle attığı hatalı adımları görmemiz ve bu adımların Türkiye'ye maliyetlerini öngörebilmemiz gerekiyor. Diğer yandan Türkiye'nin ABD açısından niçin vazgeçilemez bir aktör olduğunu da her daim akılda tutmamız icap ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Washington'daki görüşmelerini bunun farkında olarak yürüttü. Muhataplarına Türkiye'nin ABD ile karşı karşıya geldiği konulardaki tezlerini net biçimde anlattı. Bu tezlerden neden vazgeçmeyeceklerini anlattı. DAİŞ'le mücadelede ABD'nin uyguladığı yöntemin sorunlarını ortaya koydu. Dahası DAİŞ'le etkin mücadele için masaya somut teklifler getirdi. Türkiye bugün ABD'nin etkisiz Ortadoğu siyasetinin kısa vadede gözden geçirileceğini bilerek hareket ediyor. Ve kurulacak yeni stratejide Türkiye'nin pozisyonunun, birtakım araçlarla rahatlıkla şekillendirilecek bir unsur olarak değil, verili bir durum olarak ele alınmasını temin etmeye çalışıyor. Bu bağlamda Türkiye'nin terörle mücadele gündemi en önemli husus. Türkiye, yeni dönemde terör üzerinden uluslararası güç odaklarınca dizayn edilebilecek, diz çöktürülebilecek bir ülke olmayacağını göstermenin derdinde. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass, iki gün önce bir açıklama yaptı. Bass, Türkiye'nin PYD ile ilgili endişelerini önemsediklerini, terör örgütü PKK'nın bir an önce silah bırakması gerektiğini söyledi. Dahası, Türkiye'nin ABD'ye sorduğu 'PKK'nın elinde ABD menşeli silahlar ne arıyor' sorusuna cevap verdi. Bass, PKK'nın elindeki ABD menşeli silahların Irak ordusunun stoklarından çıktığını tespit ettiklerini belirtti. Dikkat çekici, değil mi? Fahrettin Altun/Sabah Uzun yıllardır Yukarı Karabağ dışındaki 5 şehrin, şartsız Azerbaycan'a geri verilmesi, uluslararası zeminde söylense de ne hikmetse 'kimse Ermenistan'ı buna zorlayamıyor' görüntüsü verilmekteydi. Son olaylarla, birdenbire bugüne kadar gösterilmemiş ısrarla, herkes bir ağızdan bu 5 şehrin şartsız geri verilmesi konusunda, epey sert tutum sergilemeye başladı. Lakin Yukarı Karabağ'la alakası olmayan, Laçın ve Kelbecer'den bahseden yok! Rusya ise inisiyatif kullanarak devreye girdiğini ve ateşkesi neredeyse kendisinin müdahalesiyle başarıldığını göstermekten hayli memnun gözüküyor. Bir defasında Putin; Yukarı Karabağ meselesinde, Rusya'nın çözüm gücünün fazla abartıldığını dile getirmişti. Bunu sanki çözmek istemiş, ama iplerin onun elinde olmadığını, çaresiz bir biçimde ifade etmişti. Lakin sır değil, Ermenistan'da bir kaç defasında çözüme yanaşan siyasi tutumların hepsinin sonunda, ya Petrosyan'ın iktidardan gitmesi ve bir daha geri dönememesi ya da Erivan Parlamentosu'ndaki meşhur katliam tablosuna şahitlik etmişliğimiz vardır. Ermenistan; ekonomik çöküntü içindeyken bile, Rusya'nın maşası rolünde. Dolayısı ile Rusya, Güney Kafkasya'nın siyasi istikrarsızlığının esas kaynağı olmaya devam etmektedir. Rusya endeksli girişimler sonucunda, Gürcistan'ın paramparça olan toprakları Osetya ve Abhazya ortada, bu siyasi tablodan 'Gürcistan'da yeni olaylar olmayacak' anlamını çıkarmak yanlış. Haftalar önce, Gürcistan'ın Pankisi Vadisi'nde sözde 'teröristler olduğuna dair' Rusya'nın beyanda bulunması bile, yeni Gürcistan operasyonunun habercisidir. Şimdi Karabağ'ın işgal edilmiş bölgeleriyle ilgili, yeni durum güncellemektedir Rusya! Rusya son olaylarla; tetiği çekebileceğini, sonrada devreye girip, 'nizamı sağlayabileceği' mesajını vermektedir. Dikkat ettiyseniz, İran tarafsız kalmayı tercih etti. Nedeni, aşikârdır. Eğer açıktan Rusya ve Ermenistan'a desteği söz konusu olsaydı, İran'da yaşayan 35 milyon Türk'ün ayaklanması ve İran Devleti'nin tutumuyla ters düşecek, Azerbaycan'ın yanında yer alan siyasi duruşu da tetiklemiş olacaktı. Nitekim Güney Azerbaycan'dan gelen mesaj net olarak 'Karabağ savaşı olursa Azerbaycan'ın yanında oldukları ve destek verdiklerine ispat eder nitelikte. Bir de unutmamak lazım ki; İran ne zaman arabulucu olarak devreye girdiyse, Karabağ'da kritik köylerimizi ve kasabalarımızı kaybetmişizdir, bu da mazimizde mevcuttur. ABD ve başını çektiği Batı; yıllardır Minsk Grubu çerçevesinde, zaten bu çözümsüzlüğün kilidi olmuştur. Bir de tabi ki; bu çözümsüzlüğün Azerbaycan - Türkiye arasında hem ekonomik, hem de jeostratejik bağların oluşmasına, engel teşkil ettiğini de hesaba katmak şarttır. Rusya; Türkiye ile Azerbaycan arasındaki enerji projelerinin akıbetinin de hüsrana uğramasını arzu ettiği aşikârdır. Şimdi ne yapıp edip, 'sorun yaratanlara', 'sorun olmanın' çaresine bakacağız. Biz uğraşmazsak, bizimle sonuna kadar uğraşılacağı kesindir. Sevil Nuriyeva/Star Anlaşılan ABD, kendince orta yol bulmuş durumda. Hem Türkiye'nin sınırlarının tamamen PYD kontrolüne geçmemesi endişesini hem de PYD'nin kantonlarını birleştirme isteğini karşılayacak bir formül üretti. Al Jazeera'nin haberine göre ABD, Azez'den Carablus hattının 20 km güneye doğru derinliğini içerecek şekide Türkmen ve Araplardan oluşan Özgür Suriye Ordusu birliklerinin kontrolünde olacağı bir formülün peşinde. Böylece Türkiye muhaliflerin kontrolünde fiili bir güvenli bölge ile komşu olacak. Hem DAİŞ militanlarının geçişi engellenecek hem de mültecilerin yerleştirilebileceği komşu bir bölge üretilmiş olacak. Ancak formüle göre SDG de Münbic'den Tel Rıfat'a kadar olan bölgeyi ele geçirecek. Böylece PYD güneyden doğru kantonlarını birleştirmiş olacak. Bu formülün en sıkıntılı yanı Türkiye'nin Halep hattına erişimini kesecek olması. Ve YPG'nin Suriye Arapları ile Türkiye arasına bir tampon bölge olarak sokulması. Yine Münbic operasyonu çetin bir görev olacağından Bass'ın açıklamalarının hilafına ABD PYD'ye mühimmat desteğini sürdürmek zorunda hissedecek. Nitekim Haseke'nin kuzeydoğusundaki Rümeylan üssünde ABD helikopterlerinin YPG'ye askeri nitelikli kargolar ilettiği medyada yer aldı. Yine Kongre'den Suriyeli muhaliflerin eğit-donatı için ayrılan 250 milyon dolarlık bütçenin SGD güçleri adı altında YPG'ye kanalize edilmesi ihtimali konuşuluyor. ABD'nin 'dar alanda' ürettiği formüller daha da çeşitlenebilir ve bazı oldubitti operasyonlara da açık. Bu yüzden sahadaki kombinasyonlar ve yeni operasyonlar Türkiye- ABD arasında gerilim yaratmaya devam edecek.Muhtemelen, ABD, bu formülün devamında iki şeyi daha yapmayı planlıyor. İlki, zaten ağır zayiat veren PKK'ya Türkiye içinde silah bırakma baskısı yapacak. İkinci olarak da YPG kontrolündeki bölgeden Türkiye'ye tehdit olmayacağı yönünde bir ortam hazırlamaya çalışacak. Bu formül net şekilde PKK-YPG'ye 'toprak hırslarını Suriye'de tatmin et, Türkiye'yi birsüreliğine de olsa rahat bırak' anlamına geliyor.Kısa vadeli bu formüle PKK'nın sıcak bakması kuvvetle muhtemel. PKK yetkilileri tarafından 'ABD arabulucu olsun, bizi Türkiye ile masaya oturtsun' talebi zaten çok defa dillendirildi. Ancak Türkiye, ABD'nin arabuluculuğunu istemiyor. PYD'nin 'güçlendirilmiş' şekilde var olacağı Suriye denkleminin Türkiye'nin tehdit algısını teskin etmesi mümkün görünmüyor. ABD tarafının kısa vadeli, 'kozmetik çözüm denemelerini' bir kenara bırakarak ve 'müttefiklik ilişkisinin' gereğini yaparak Türkiye ile 'gerçek bir müzakere' yürütmesi lazım. Burhanettin Duran/Sabah Şöyle imiş o reklam: 'Kabe yaz gönder, 3 TL'ye Kabe'de size dua edelim!' Reklamın devamında da.. 'Bu gece teheccütte Kabe'de dua yapılacak. Dua isteyenler.. Sıkıntısı olanlar yazsınlar..' Din istismarı amaçlı bu reklam, Samanyoluhaber internet sitesinde şu başlık ile okuyucuya aktarılmış: 'Samanyolu'nun frekansını verdikleri kanala bak' Doğruya doğru.. Sadece Samanyolu'ndan boşalan frekansta değil.. Hiçbir frekansta, böylesine din istismarcısı bir anlayışın reklamı yayınlanmasın.. Eyvallah.. Ama düşündüm de.. Bu haberi, Samanyoluhaber'in yapması.. Bana biraz ters geldi.. Biz, Samanyolu TV'de, Şefkat Tepe isimli bir dizide.. Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (SAV) bir ışık halesi halinde diziye getirip, ardından kamyona bindirdiklerini izlememiş miydik? 'Kabe yaz, bir boşluk bırak'tan ne farkı vardı, Hz. Peygamber'i, üç kuruşluk polisiye dizide kullanmanın? Hz. Peygamber'i istismar etmek değil miydi, o görüntüler? Tek bir olay da değil.. Aynı grubun, birçok dizisinde.. Dizileri bırakın.. Röportajlarda, belgesellerde.. Sohbetlerde.. Aynı din istismarı zirve yapmıyor muydu? Bir misal daha vereyim.. Türkçe Olimpiyatları'na, Hz Peygamber'in geldiği.. Samanyolu televizyonundan tutun.. Zaman gazetesine kadar.. Bugün televizyonundan.. Millet gazetesine kadar.. Bunların tüm medya organlarında.. Haberlerde, köşe yazılarında.. Defalarca tekrarlanmamış mıydı? O tarihlerde de eleştirmiştik.. Türkçe Olimpiyatı yaparsın. Belki biz de, sizi destekleriz. Ama Türkçe Olimpiyatı'nda, Hz. Peygamber'in işi ne? Hz. peygamber, Türkçe'yi niye desteklesin? Tamam, kötülemeyebilir.. Tamam; Türkçe'nin yaygın bir dil olarak kullanılması, nihai noktada İslama da hizmet için bir araç olabilir.. Ama, Hz. Peygamber'i bu işe karıştırmanın alemi ne? Ve bu vesile ile soralım.. 'Türkçe Olimpiyatları'na, Hz. Peygamber'in geldiği'ni söylemenin.. 'Kabe yaz, bir boşluk bırak'tan farkı ne? Bir misal daha verelim.. O grubun en tepesindeki zat. Grubun önemli isimlerinden birisi ile konuşurken. İlgili kişi.. Rüyada Hz. Peygamber'in görüldüğünü, 'Tivitleri ikiye katlayın'dediğini ileri sürdüğünde. Fetullah Gülen'in talimatı da şöyle oluyordu: 'Siz de öyle yapın..' Nitekim ardından.. Büyük bir dini vazife imiş gibi.. Gülen grubu, tivitleri ikiye katlıyor.. Erdoğan hükümetini, tivitlerle yıkmaya çalışıyorlardı.. Bugün geldiğimiz noktada, soralım Gülen grubundaki kardeşlere:'Tivitleri, 'Hz. Peygamber öyle istiyor' diyerek ikiye katlamanın gerekliliğini söylemenin, 'Kabe yaz, bir boşluk bırak'tan farkı nedir? Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Meselenin perde arkası için Washington'daki kulislere dönmekte fayda var. Anlaşılan o kiABD yönetiminin politika yapıcı aktörleri Ankara'ya şu üç konuda mesaj veriyor: 1- PKK ile mücadelenizde size daha fazla destek sağlayalım. Ama PKK=PYD demekten vazgeçin. PYD, Suriye'de DEAŞ'ı geriletmek için sahada bize lazım. PYD, PKK geçişkenliği için önlem almaya çalışalım. Hem sizin hem de bizim beklentilerimizi karşılayan ara formül bulalım... Ankara'nın bu yaklaşıma yanıtını tahmin etmek güç değil. PKK=PYD=YPG... Üstelik ABD'nin YPG ile Suriye'deki işbirliği, Suriye sınırına yakın bölgede Türk güvenlik güçlerinin devam eden operasyonlarına karşı, PKK'nın elini güçlendiriyor. 2- Yine ABD tarafının, 'Terörle mücadele Türkiye'nin meşru hakkı ama...' demesini de not etmek gerek. 'Ama' ile biten cümlenin arkasından gelen ifadeler pek iç açıcı değil. Mealen... 'Terörle mücadele operasyonlarında sivil halk zarar görebiliyor. Hatta insan hakları ihlalleri yaşanabiliyor. Bu noktada, batı kamuoyunda oluşan baskıyı yönetmekte zorlanıyoruz!' Özetle, Washington, 'Elinizi çabuk tutun' demeye getiriyor. Bundan sonrası ise daha önemli! 3- Görünen o ki Amerikan devletinin derinlikleri, terör örgütü PKK ile Ankara arasında yeni bir süreci teşvik etme aşamasında. Bir adım ileri gidilerek, 'Silahlar sussun', (bırakılsın değil henüz), PKK ile müzakerelerbaşlasın, isterseniz arabulucu da oluruz!' şeklinde nabız da yoklanmakta. Netice olarak... Cumhurbaşkanı'nın açıklamaları, sadece içeriye dönük değil, kendine rol biçen farklı uluslararası çevrelere göre de değerlendirilmeli! Okan Müderisoğlu/Sabah MHP, Türk siyasi hayatının en önemli partilerinden biri. Türkiye ile ilgili bir hesabınız varsa öncelikle bu partiyi dikkate almak zorundasınız. MHP'nin siyaset ve toplum hayatında işgal ettiği yer en az iktidar partisininki kadar önemli ve güçlüdür. Bu yüzden MHP, 2011'den beri Okyanus ötesi siyasi tasarımların tam merkezinde yer alıyor. Paralel yapının bu partiyi ele geçirme arzusu yakın geçmişte 'Kaset operasyonu' biçiminde kendisini gösterdi. Gülen'in istihbaratçı polisleri, 2011'deki seçimler öncesinde MHP'nin bazı üst yöneticileri ile milletvekili adaylarına ait olduğu öne sürülen kasetleri dolaşıma soktu. Seçim arifesinde partide peş peşe istifalar gündeme geldi. Devlet Bahçeli'nin biraz dik durması üzerine MHP seçimleri yara almadan atlatmayı başardı. Ne var ki, seçimlerden sonra da Cemaat'in MHP'yi ele geçirme isteği son bulmadı. Devlet Bahçeli, 17-25 Aralık darbesi sonrası koltuğunu 'Okyanus ötesi'nin suyuna giderek kurtarmayı denedi. MHP, 30 Mart Yerel Seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanı seçimlerinde Okyanus ötesinin merkezinde yer aldığı ittifaka yakın durdu. Devlet Bahçeli, Cemaat'in MHP'yi ele geçirene kadar vazgeçmeyeceğini anladığında ise kameraların karşısına geçip, partisinin 'Okyanus ötesi'nce karıştırıldığını ve ele geçirilmeye çalışıldığını açıkladı.7 Haziran seçimlerinde CHP, Pensilvanya ve HDP-PKK ittifakına dahil olmadığı için Devlet Bahçeli'yi bir türlü affetmediler. Devlet Bahçeli, bu koalisyona girmediği için hedef oldu. Şimdi onu -Yargı kararıyla- devirerek cezalandırmak istiyorlar. Yargı'nın 'Olağanüstü kurultay' kararı kuşkusuz bir 'son' değil. Bunun daha Yargıtay aşaması var. Büyük ihtimalle buradan da Bahçeli'nin aleyhinde bir karar çıkacak. Belli ki Bahçeli'yi devirmek için ciddi bir hazırlık yapılmış; parti içerisi karıştırılarak 'Yargı kararı'na hazır hale getirilmiş. Bahçeli'nin bu karara ne kadar 'hazırlıklı' olup olmadığını ise önümüzdeki günlerde göreceğiz.Yargı'nın 'MHP'ye kayyum' kararı, iktidar partisini de yakından ilgilendiriyor. Yeni anayasa ve başkanlık sistemine geçiş hazırlıkları yapan AK Parti'nin sayısal eksikliği, MHP'nin içine yuvarlandığı bu krizden gelecek vekillerle giderilebilir. MHP'yi ele geçirmek isteyen gücün amacı; tıpkı kaset darbesiyle CHP'yi ele geçirerek yaptığı gibi Türkiye siyasetini dizayn etmektir. İktidar partisi, MHP'de olup biteni izleme yerine hızla harekete geçerek bu krizi ülke menfaatleri lehine çevirmeye çalışmalı. Kurtuluş Tayiz/Akşam Hürriyet'in ahlaktan ve terbiyeden yoksun yazarı (tartışmada mağlup çıkacağını anlayınca hemen 'müptezel', 'şerefsiz' 'alçak' sözcüklerine sarılır), Kemal Kılıçdaroğlu'nu korumaya devam ediyor. Geçen gün, 'Ne var ki bunda?' anlamına gelebilecek tarafsız bir Kemal Kılıçdaroğlu yazısı yazmış... Seyahatte olduğum için okuyamadım. Anlattılar. Gayet tarafsız bir biçimde, Kılıçdaroğlu'nun bir hanımefendiye söylenmemesi gereken sözlerini tevil yoluna gitmiş; 'Kılıçdaroğlu esasında şunu demeye çalışıyor' gibilerden... Bu sabah, editör arkadaşım pat diye gazeteyi önüme attı; 'Buna ne diyorsun?' Ne diyebilirdim ki? Eksik bıraktığı 'koruma ve kollama' görevini tamamlamış. Kılıçdaroğlu'nu 'eleştiriyor gibi' yapıyor ama asıl niyeti karşı tarafın hoşlanacağı şeyleri söylemek... (Son zamanlarda çok yandaşlık yaptı, çok darbe aldı. Telafi etmesi lazım.) Diyor ki, 'Doğrudur... Mesele kadınlar olduğunda, Bazı AK Partililerin edep ve adap konusunda aşırı titiz olmadıklarının sayısız örnekleri mevcuttur.' Ben bilmiyorum... Bu 'sayısız örnekler'den birini hatırlatır mısın? Hani, bazı kesimlerin 'cinayet sebebi' diye niteledikleri türden bir hoyratlık, bir edepsizlik örneği... Devam ediyor: 'Doğrudur... Kemal Kılıçdaroğlu'na gösterilen tepkinin binde biri bile Karaman'daki korkunç sapıklık karşısında ortaya konmamıştır.' Konmamış mıdır? Bu kadar beyanat, bu kadar açıklama, bu kadar kınama bildirisi, bu kadar beddua, Ensar Vakfı'nın davaya müdahil olma çabaları... Bunlar olmamış mıdır? Hadi biri sapık... Bir sapığın sapıklığı, toplumu o kadar da şaşırtmayabilir, ölçüsüz infiale sürüklemeyebilir... Sonuçta sapıktır. Farklı bir davranış beklenmez ondan... Diğeri, bir beyefendi... Kemal Kılıçdaroğlu'nu o sapıkla aynı kefeye koyup, 'Bu tepki biraz fazla olmadı mı?' diye sormak da ne oluyor? Bir sapıktan beklenebilecek ve şaşırtıcı olmayacak bir davranış, Kılıçdaroğlu'ndan da mı beklenmeli? Ne biçim avukatsın sen! Devam ediyor: 'Doğrudur... AK Parti camiası, Karaman'da meydana gelen korkunç olayla ilgili olarak bir infial havasına girmemiş, meseleyi kapatmaya çalışmıştır.' Kim meseleyi kapatmaya çalışmış? Kim o sapığa koruma kalkanı oluşturmuş? Kim 'Aman, olayın üzerine gitmeyelim' demiş? Bildiğim kadarıyla, o sapık tutuklu. Hakkında iddianame tanzim edildi. 600 yılla yargılanıyor Herkes de memnun... Senin, Kılıçdaroğlu'nu koruma çabalarının milyarda biri bile sergilenmedi o sapığa karşı. ('Kötü avukatlık' devam ediyor...) Devam ediyor: 'Doğrudur... 'Senin önüne yatarım' cümlesini ilk kez AK Parti'li Muammer Güler söylemiş ve AK Partililer 'Bu nasıl söz Muammer Bey' dememiştir.' Muammer Güler o sözü umuma karşı mı söylemiş ey şuursuz avukat? Grupta mı konuşmuş? Basın toplantısı mı düzenlemiş? Bacalardan kapılardan sızmayı itiyat edinmiş tele kulakçı şerefsizlerin marifetiyle umumileştirilip yaygınlaştırılmış bir söz o. İki kişi arasında kalması gereken bir söz... Avukatlığını yaptığın zat, aynı sözü, grup toplantısında, bütün Türkiye'nin gözü önünde taammüden sarf ediyor. İkisi aynı şey mi? Hadi AK Partililer 'Bu nasıl söz Muammer Bey?' demedi. Sen niçin 'Bu nasıl söz Kemal Bey?' demiyorsun? Sen niye Kılıçdaroğlu'nun önüne yatıyorsun birader Ne umarak yatıyorsun? Ahmet Kekeç/Star