Rutkay Aziz'in o ayaklarda alkışlanan pek hararetli ve çok feci Altın Portakal konuşmasını dinleyen dikkatli kulaklar dikildi: Dünyanın hiçbir yerinde kadın ve çocuklar bizdeki kadar cinayete, tacize 'mahrum kalmıyor'du! Tam olarak şöyle dedi Rutkay Aziz: "Burada festival kadını tema alıyor. Dünyanın hiçbir yerinde kadın-çocuk, bu kadar cinayete-tacize mahrum kalmıyor. Goethe'nin dediği gibi dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir. Bu da benim ülkemin bir gerçeğidir." 'Maruz' ile 'mazur'un karışmasına alışığız. Hadi 'mahsur'u bile anladık diyelim. Ama kadınlarla çocukların cinayete-tacize maruz değil de mahrum kalması... Yine de sadece bu olsa, sırf ülkenin gerçeği değil, evrensel bir hakikat olduğunu söyler, cehaletle, Türkçe bilmezlikle bağ kurmaz, "Freudyen lapsus," der geçiştirirdik. Hafızası sağlam okurlar neleri yutup sindirdiğimizi, Freudyen sürçme kılıfı adı altında, iyi hatırlar.
MUCİBE, MUCİZEYE TERFİ EDİNCE...
Fakat tesadüf o ya, yine aynı Altın Portakal kapsamında, yönetmen Ümit Ünal da
Nar filmiyle ilgili olarak şöyle sordu: "O zaman bunca insanın takdirini kazanmış bir filmin 'özür' ödülü dışında görmezden gelinmesinin esbabımucizesi nedir?" 'Esbabımucize'sini bilemeyiz, ancak 'esbabımucibe'sini konuşabiliriz: Esbab, sebebin çoğulu, sebepler demek. Esbabımuhaffife mesela, hafifletici sebepler. Esbabımüşehhide ise ağırlaştırıcı sebepler. Mucip, mucibe ise, icap eden demek. Sebep, vesile. Esbabımucip, sebepsiz, hiç yoktan demek. Esbabımucibe ise gerektiren nedenler manasına geliyor. Herhalde Ümit Ünal da bu sonuncuyu kast ediyor. Araya yabancı bir sözcük sokuşturup onu da yanlış kullanmak çok pis bir şeydir. Aynısı, Osmanlıca kelimeler için de geçerli. Hiç kullanma. Fakat hayır, meraklıyız. Yıllar önce, üsluplu ve lezzetli yazı yazmasıyla tanınan (maruf mu demeliydik!) bir arkadaşımızın nasıl çalıştığına şahit olmuştuk: Önce normal, gündelik kelimelerle yazıyı yazıyor, sonra önüne Türkçe- Osmanlıca sözlüğü açıyor, aradan bazı Türkçe kelimeleri seçip yerlerine Osmanlıca karşılıklarını koyuyordu! Üslup olsun diye. Allame olduğu düşünülsün diye!
ALAMETİHARİKA, TEŞVİKİMESAİ, BİRMUKABELE...
Tabii herkes böyle lügat ile yaşamıyor. Eee birikim hevese yetişemeyince de bolca laf kazası oluyor. En güzellerinden biri 'alametiharika'dır! Eskiden ayrı ve tireli yazılan, epeydir bitiştirilen 'alametifarika'dan uyarlama. Farika, farktan geliyor. Ayıran, ayırt edilmesine neden olan demek. Alamet de işaret, biliyorsunuz. Alametifarika, trade mark demek. Alametiharika, daha üstün bir şey olsa gerek! 'Teşrikimesai' çakması 'teşvikimesai' var sonra. Teşrik, şirkten geliyor. Ortak etmeden. Teşrikimesai işbirliği demek. Teşvikimesai ne olabilir? Teşvik şevkten geldiğine göre, mesaiyi şevklendirme mi?! 'Birmukabele' bir klasiktir! 'Bilmukabele', karşılık olarak anlamında kullanılan bir kelime. 'Bil', kameriye harfleriyle başlayan kelimelerin başına katıldığında 'ile', 'için' anlamı veriyor (Kameriye harfleri: Elif, b, c, ha, hı, ayın, gayın, fe, kaf, mim, vav, he, ye. Bu kadar detaya girince Ertuğrul Özkök'ün 'Ne var, neden ki, niye kameriyeye kamelya demiyoruz ki' minvalli o unutulmaz yazısını -
Hürriyet, 03.09.2005- da anmadan geçemeyiz). Birmukabele dediğinizdeyse, bir tane mukabele, yani karşılık demiş oluyorsunuz. Atla deve değil aslında. Kelimelerin köküne baktığınızda çuvallama ihtimaliniz düşüyor. Ama yalnız-yalın, yanlış-yanılmak bağlantılarını bile akla getirmeyip ömür boyu 'yanlız' ve 'yalnış'ta diretenlerin ülkesinde yaşıyoruz. Nasıl geçenlerde bir gazeteci kardeşimiz üstüne basa basa 'tapaş' dediyse 'tapaj'a (tapage), tashih dediğimiz düzeltme sektörü de içindekiler tarafından bile 'tahsih' diye anılıyor bazen. Halbuki tashih, iyi etme, yanlışı doğrulama demek. Sıhhatten geliyor!