Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Ahlâklar ilişkisi hiyerarşik ve tahammül temelli mi olmalıdır?

Tanzimat öncesi Osmanlı toplum düzeniyle ilgili çalışmaların sıklıkla vurgu yaptığı konulardan birisi farklı ahlâk ve kültürler arasındaki ilişkinin niteliğidir.
Bu vurgular dinî, kültürel özerkliğe sahip, cemaat içi sorunların hallinde kendi hukuklarını uygulayan toplulukların yan yana yaşamalarını genellikle "kozmopolit" lik ile karıştırmaktadır.
Farklı ahlâk anlayışları ve kültürlerin bir hiyerarşi içinde var oldukları bu yapı, gerçekte, ortak ahlâka dayalı "tek bir toplum" şeklinde tanımlayabileceğimiz kozmopolitlik ile benzerliği olmayan bir düzeni yansıtırdı.
Bu toplumda, Levinas'ın ifadesiyle, farklılık, bireyin kendi özgürlüğünün "Öteki" üzerindeki etkisini sorgulamasından kaynaklanan bir sorumluluk anlayışı çerçevesinde ve bir hiyerarşiye bağlı olarak "hoşgörülürdü." Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunda yaşanan bu çok kültürlülük, "ortak bir ahlâk" yaratma amacını taşımaz, tam tersine üstün bir ahlâktan sapma olarak mütalâa edilen sınırlı sayıda diğer ahlâkın yan yana yaşamasına izin verirdi. Üstün ahlâk bunun yanı sıra emr bi'l-ma'ruf ve'l nehy-i ani'l-münker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama) ilkesi çerçevesinde, ihtisab teşkilâtı benzeri örgütlenmeleri de kullanarak, tüm ahlâkî alana müdahale ederdi.
Kıyafetlerinin renginden, binalarının yüksekliğine, ödedikleri verginin tutarından, mahkemedeki statülerine varan alanlarda negatif ayrımcılığa tabi tutulan diğer ahlâk sahipleri yan yana yaşamı, dönemin koşulları çerçevesinde, kendilerine bahşedilmiş bir ihsan olarak görürlerdi. Gerçekten de bu dönemde İspanya Yahudileri ve bâzı Avrupa Protestan cemaatlerinin yaşadıkları göz önüne alındığında söz konusu düzen fazlasıyla hoşgörülüydü.
Uzun bir süre kontratın taraflarınca âdil bulunan bu düzenin on dokuzuncu asra ulaşıldığında çağın ruhunun yakalanmasını engelleyen bir anakronizm haline gelmesi, Osmanlı ricâl ve ulemâsını farklı çözümler bulmaya yöneltmişti.
Tanzimat sonrası toplumsal tarihimiz gerçekte bu arayışların tarihidir.
Tanzimat'ın soruna getirdiği çözüm yan yana var olmayı, beraberce yaşamaya dönüştürecek, ahlâklar arası hiyerarşinin üzerinde bir "seküler ortak ahlâk"ın yaratılmaya çalışılması idi. Bunun ürünü olan "Osmanlılık" ideali farklı dinlere mensup kimseleri, aralarındaki hiyerarşiyi kaldırarak bir arada tutacak seküler bir "vatandaşlık ahlâkını" da geliştirmeyi hedefliyordu.
Emr bi'l-ma'ruf ve'l nehy-i ani'l-münker ilkesine dayanarak denetim yapan İhtisab Nezareti'nin kaldırılarak aynı denetimi seküler nizamnâmeler çerçevesinde gerçekleştiren Şehremaneti'nin kurulması, kamusal alanda farklı ahlâk biçimlerinin sergilenmesine izin verilmesi (meselâ tahta bloklar kullanma zorunda bırakılan kiliselerin madenî çan çalmalarına müsaade edilmesi), cizyenin ilgası, kıyafet, arabaya binme benzeri günlük yaşam sınırlamalarının kaldırılması, gerçekte, yeni seküler üst kimlik ve onun ahlâkının yaratılması çabasının ürünleriydi.
Bu çabaların Fransa'da olduğuna benzer bir "civic religion (vatandaşlık ahlâkı)" yaratma alanında göreceli bir başarısızlıkla karşılaştığı şüphesizdir. Ancak bu süreçte gerçekleştirilen büyük dönüşüm de göz ardı edilmemelidir.
Toplumdaki bireylerin çoğunluğu geleneksel ahlâk değerlerine bağlı kalmakla birlikte bunun "hoşgörü" temelli, yan yana hiyerarşik yaşam biçiminden, "eşitlik" temelli ortak toplumsal hayata geçişi engellemediği fikrini içselleştirmişti. Bu bireyler kendi ahlâklarının "üstün" olduğu inancını bir kenara bırakmıyorlar; ancak bunun yeni toplumsal ve hukukî eşitliği etkilememesi gerektiğini kabul ediyorlardı.
Bu değişimi destekleyen yorumlarda bulunanların Osmanlı ulemâsı içinde de çoğunluğu teşkil ettiği unutulmamalıdır. Meselâ gayrimüslimlerin karar alıcı bürokratik görevlere getirilmemeleri ya da Meclis-i Meb'usan'da yer almamalarını isteyen görüşler azınlıkta kalmıştı. Kısa sürede gayrimüslimlerin sarı ayakkabı giyemedikleri bir yapıdan onların vali, sefir, meb'us olarak görev yaptıkları, ilke düzeyinde, vatandaş olarak aynı haklara sahip bulundukları bir yapıya geçilmişti. Önemli olan Müslümanlığın "en üstün ahlâk biçimi" olduğu konusunda en ufak bir şüphesi olmayan toplum üyelerinin, bu değişimlere karşı çıkmamalarıydı. Cumhuriyet bu miras üzerine laik bir "cumhuriyet ahlâkı" inşa etmeye gayret etmiştir. Bu ahlâk ise onu içselleştirenlerin çoğunluğu tarafından sadece "üstün" olarak nitelendirilmemiş, tıpkı Tanzimat öncesinde yapıldığı gibi, ahlâk hiyerarşisinin tepesine oturtulmuştur. Bunun tabiî sonucu olarak da diğer ahlâklarla tahammüle dayalı, sınırlama, müdahale, gereğinde ortak alan dışına çıkarma temelli bir ilişki geliştirilmiştir.
İdeal tiplerle yaygınlaştırılmaya çalışılan bu ahlâk "sapmalara" ancak bu ilişki çerçevesinde tahammül edebilmiştir. Meselâ başörtüsü takarak "Cumhuriyet kadını" değerlerine aykırı davranan kadın kamusal alan dışına çıkartılmış, eğitim hakkına müdahale edilmiş, ama kendisine tahammül gösterilerek şehir varoşlarında ve kırsal alanda var olmasına izin verilmiştir. Toplumumuzun demokratikleşebilmesi için "Cumhuriyet ahlâkı"nın en üstün ahlâk biçimi olduğuna inananların diğer ahlâk biçimlerine "doğru yolu gösterme" amaçlı müdahalelerinin önlenmesinin gerekliliği son yılarda sıklıkla vurgulanmış ve bu alanda önemli bir değişim sağlanmıştır. Bu gerçekleşirken mağduriyet yaşayanların karşı yasakçılık, sınırlayıcılık ve müdahale tezlerine sarılmaları ilginçtir. Pek tabiî bu konular üzerine kuramsal tartışmalar yapılması, İslâmî ilkelere uygunluk alanında akademik sorgulamaların dile getirilmesi mümkündür.
Ama günümüz toplumunda bu tür sınırlayıcı, müdahaleci, değişik dinî ve seküler ahlâklar arasında hiyerarşi yaratıcı (bunun kendi ahlâkının üstünlüğüne duyulan inançtan farklı olduğunun altını çizmek gerekir), tahammül temelli bir yan yana yaşamın uygulanmasını talep etmek kamu ve hukuk düzeninin alt üst olmasını istemekle eşanlamlıdır.
Başka bir ahlâkın tahammül temelli, "doğru yola getirmeye çalışan,"
yan yana var oluş yaklaşımının, bilhassa 1997 sonrasında, toplumsal barışı ne denli zorladığı ortadadır. Yirmi birinci asırda Türk toplumunun hedefi yasakçı, tahammül temelli yan yana yaşam değil, ortaklıkları vurgulayan, farklılıkları olağan gören beraberlik olmalıdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA