Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Polisiye edebiyatın babası

Ünlü polisiye yazarımız Ahmet Ümit, son romanı Sultanı Öldürmek ile yine çok satanlarda liste başı oldu. Ümit, Türkiye'de 'edebiyatın gayrimeşru çocuğu' olarak görülen polisiyeye, bugünkü meşruiyetini kazandıran isim

Avrupalı, 'eski dünyalı' büyük şair Charles Baudelaire'in hayranı olduğu ve dahi 'Atlantik ötesi'nin, 'yeni dünya'nın dâhisi olarak gördüğü Edgar Allan Poe'nun gotik öykülerini -havaya girmek için- mum ışığında okuduğumuz yıllardı. 'Edebiyatın gayrimeşru çocuğu' olarak görülen polisiyeye giriş yapmadan önce yazını ve yaşamıyla türün efsanevi atası kabul edilen Poe'yu okumak elzemdi. Türkiye'de polisiye deyince -hiç kuşkusuz- akla gelen ilk isim olan Ahmet Ümit'e ise sıra, daha geç bir tarihte, ikinci polisiye romanımı yazdıktan sonra gelecekti. Okuduğum ilk Ahmet Ümit romanı Beyoğlu Rapsodisi idi. Soruşturma, takriben 200. sayfada başladığı için pek ısınamamıştım. Ardından başyapıtı olarak nitelendirilen (Bana göre başyapıtı Kavim'dir) Sis ve Gece'yi okudum. Sonra da Patasana, Kar Kokusu, Kukla, Bab-ı Esrar, İstanbul Hatırası ve nihayet Sultanı Öldürmek adlı son romanını... Temaları ve kurguları bütünüyle farklı olsa da Kavim, Agatha Christie'nin eseri Roger Ackroyd Cinayeti (Kurgusu bu romana benzeyen Ahmet Ümit yapıtı Beyoğlu Rapsodisi'dir) 'Anglosakson polisiyesi' için neyi ifade ediyorsa, Türkiye polisiyesi için onu ifade eder. Bugün Üç Boyutlu Portre'de Ahmet Ümit'i ağırlamamızın nedeni, yeni romanı Sultanı Öldürmek'in, tahmin edildiği üzere çok satanlar listesinin başına oturması. Sultanı Öldürmek'i, klişe deyimle bir solukta okudum. Kavim ile Sis ve Gece'den sonra en beğendiğim Ahmet Ümit romanı olarak kütüphaneme yerleştirdim. Bu yazıyı kaleme almadan önce kendisini de, edebiyatını da iyi tanıdığım halde Ahmet Ümit'le yarım saatlik bir telefon görüşmesi yaptım. Yeni şeyler -mesela açık kaynaklarda olmayan doğum tarihini- öğrendim. 30 Eylül 1960'ta doğmuş, yani burcu, benimki gibi Terazi'ymiş. Böylece ortak noktamız üçe çıkmış oldu. O Antepli, ben Adanalı'yım, hemşeri sayılırız. Her ne kadar ben sonradan 'Kötü Roman'la biraz polisiye dışı, 'kötü' yollara sapmış olsam da ikimiz de polisiye yazarıyız. Yedi çocuklu, orta gelirli bir ailenin en küçük evladı olan Ahmet Ümit, psikanalizdeki 'bazen en küçük çocuk (tekne kazıntısı) harikalar yaratır' teorisini ya da fantastik edebiyata uyarlarsak 'yüzüğü en zayıf olan taşır' ilkesini haklı çıkarırcasına, ailesinin göğsünü kabartacak işler başardı.

SAKALLI MARX'I ÇOCUKKEN SEVDİ
Vaktiyle dedesi, yanında kalfa olarak çalıştırdığı babasına, dürüst ve ahlaklı bir genç olduğu için kızını vermiş. Ahmet Ümit, 1913 doğumlu Mehmet Bey ile 1922 doğumlu Fatma Hanım'ın evliliğinin son mahsulü. 'Adnan Menderesçi' baba, Gaziantep'te kilimcilik yaparmış. Fatma Hanım ise evde terzilikle uğraşır, ailenin geçimine katkıda bulunurmuş. Ümit, ilkokul ve ortaokulu doğduğu yerde -Gaziantep'te- okumuş. Liseye de bu kentte başlamış. Ancak okulu, ülkücülerle kavga ettiği için sürgüne gönderildiği Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde bitirmiş.
Ahmet Ümit'in kitap denilen o büyülü mefhumla ilişkisi yedi-sekiz yaşlarındayken başlamış. Bir gün ağabeylerinin, çeyiz sandığına konulan kitaplarının arasında Karl Marx'ın kitabını görmüş. O zamanlar gördüğü her sakallıyı dede zanneden bütün çocuklar gibi bu sakallı adamı sevmiş. Şimdilerde sakalını hiç kesmemesinde bu kadim çocukluk deneyiminin etkisi olabilir. Aşka bakışını etkileyen de yine bir çocukluk deneyimi… Bizim kuşağın pek çok üyesi, Bram Stoker's Dracula'dan beri arketipsel aşk ve vamp kadın imgesini (Zaten filmde 'vamp'irdi) Monica Bellucci (O da Ahmet Ümit'ten 4 sene sonra, yine bir 30 Eylül günü doğdu) ile özdeşleştirdiyse Ümit de, kendi jenerasyonunun pek çok üyesi gibi bir filmde gördüğü Ingrid Bergman'a âşık olmuş. Aşk Köpekliktir ismiyle -kimilerince eleştirildi bu isim- öykü kitabı yayınladıysa ve yazarlık hayatı boyunca 'aşk güzellemesi' yapan biri olmadıysa bunda ilk gençlikteki bu 'ultra-platonik' aşk deneyiminin etkisi olsa gerek.

YAZARLIĞA 'RAPOR' YERİNE ÖYKÜ YAZARAK BAŞLADI
Ahmet Ümit, 1978 senesinde üniversiteyi okumak üzere İstanbul'a geldi. Bu dönemde 32 yıllık eşi, Gül adındaki kızının annesi Vildan Hanım'la tanıştı. Pek çok solcu gibi Ahmet Ümit'e de hayatı zehir eden 12 Eylül darbesinden bir gün önce 11 Eylül 1980'de kızı istediler, Nisan 1981'de de düğünü yaptılar. Evlendiklerinde hamile olan eşi de ihtilalden sonra kocası gibi gözaltına alınıp sorgulandı. Ümit, o dönemde, yani Türk solcularının sırf Rus olduğu için Dostoyevski'yi komünist sandığı bir devirde Suç ve Ceza'dan (Fonetik benzerlikten ötürü Sis ve Gece'nin ismine ilham verdiğini düşünüyorum) başlayarak bütün Dostoyevski eserlerini okudu. Edebiyata 1983 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetim Bilimi Bölümü'nde okurken, afişleme sırasında yakalanan eski Türkiye Komünist Partisi (TKP) uzantısı İlerici Gençlik Derneği elemanlarının başından geçenleri yazarak başladı. İlerici Gençlik, diğer pek çok sol örgüt gibi gizli servis mantığıyla yapılanmış bir örgüttü. Gizli servislerde başarılı veya başarısız her operasyon sonrasında rapor verme kaidesi vardır. Örgüt yönetimi de bu olaydan sonra Ahmet Ümit'ten rapor istedi. Ümit, rapor yerine öykü yazdı. Bu öykü, K. Yalçın müstearıyla önce Atılım Dergisi'nde, sonra da Prag'da yayın yapan Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisi'nde basıldı. O günden bu yana Ahmet Ümit'in roman, öykü, şiir ve deneme türünde tam 22 eseri yayınlandı. İki ay önce basılan son romanı Sultanı Öldürmek şimdiden yaklaşık 150 bin sattı. Gazeteci Gülenay Börekçi, Ahmet Ümit'le son romanını konu alan söyleşisinde Sigmund Freud'un Osmanlı İmparatorluğu'na dair tek satır yazmadığını kaydetmiş. Yanlışlayalım, yazdı. Freud'un, II. Abdülhamit'i deviren İttihatçılar için 'babayı deviren oğullar' ifadesini kullandığını hatırlıyorum. Ama tabii Ahmet Ümit'in son romanındaki, Freud'un, Fatih Sultan Mehmed'i analiz ettiği kısımlar özgün. Ahmet Ümit çok yönlü bir yazar. Ben Ümit'in en az yazar kimliği kadar okur kimliğine de saygı duyuyorum. Yukarıda Allah var, çok okuyor, tüm mesaisini edebiyata ayırabildiği için muhtemelen bizden fazla okuyor. Entelektüel ilgi alanları saymakla bitmez. Tarihi meseleler ve bu toprağın kültürel mirası, bahse konu alanların başında geliyor. Elbette siyaset de Ahmet Ümit'in ilgi alanları arasında. Ama güncel siyasete pek bulaşmadı. Sadece geçtiğimiz yıl 1 Mayıs kutlamalarını ekranda değerlendirirken "Derin devlet-Ergenekon cezaevinde olduğu için bugün 1 Mayıs böyle kutlanabiliyor," dedi. Bence zamanın ruhu gereği derin devletler bile artık pek adam öldürmediği için 1 Mayıslar 'kansız' kutlanabiliyor. Gelgelelim bu dönemde de kimi masum insanların, cezaevinde yatmak gibi çileler çektiklerini unutmamalı. Ümit, edebiyattaki başarısını biraz da yoğun, kirli gündemden uzak durmasına (Maalesef biz gazetecilerin böyle bir şansı yok) borçlu. Saygınlığını koruması açısından bunu devam ettirmesinde de fayda var. Ahmet Ümit genç yazarların önünü açmayı da seven bir romancı. Genç yazarların şiar edinebileceği bir sözü var. Diyor ki, "Bir yazarın ulaşmaya çalıştığı şey başarı olmamalıdır. Mutluluk olmalıdır. Başarı dediğimiz şey aslında mutluluğumuzu oluşturan dallardan biridir. Ama bazen başarı için mutluluğumuzdan vazgeçtiğimiz olur." Bir başka deyişle "Başarıya tapınmayın, onu bir soyut fetiş nesnesi haline getirmeyin. Edebiyat -hele de hayatın diğer bütün alanlarında başarının kutsandığı bir çağda- başarılı olmak için yapılmaz, mutlu olmak için yapılır," diyor. Mutlu olurken aynı zamanda başarıyı da yakalarsanız -ki bu da görecelidir- ne âlâ. Böyle bir durumda bütün imtihanı zaman mefhumuyla olan edebiyatın size ettiği zulümden bile mazoşistçe bir zevk alırsınız. Eğer bu zevki yakalayacak tıynette değilseniz edebiyata hiç yönelmeyin derim. Zira hem başarısız, hem de mutsuz olursunuz. Ahmet Ümit, edebiyatla mutlu olmuş bir adam. Tıpkı Orhan Pamuk gibi… Pamuk nasıl edebiyat için gereken bedelleri ödeyip mutluluğa ve başarıya ulaştıysa, Ümit de polisiye edebiyat için gereken bedelleri ödeyip bu alanda mutluluğu ve başarıyı yakalamıştır. Ümit, kim ne derse desin Türk polisiye romancılığının modern atasıdır. Metnin başındaki nitelendirmemden yine yararlanırsak 'edebiyatın gayrimeşru çocuğu' polisiyenin, Türk yazınının nüfusuna kaydettirilmesinde en büyük pay sahibi olan adamdır. Ailesinin gücüyle değil, salt kendi emeğiyle bir yere gelen insanlar bende her zaman saygı uyandırmıştır. Bu bağlamda sadece hayatla mücadeleleri göz önüne alındığında (Birbirinden farklı türde olan romanları mukayese dışı) Ahmet Ümit, saygıyı, sözgelimi -tartışmasız iyi bir yazar olan- Ahmet Altan'dan daha fazla hak ediyor.

POLİSİYE ROMANIN KISA TARİHİ
Polisiye türünün ilk örneği sayılan eser, Edgar Allan Poe'nun, ölümünden 8 sene önce yazdığı Morgue Sokağı Cinayeti'dir. Bazı kaynaklara göre roman türünde polisiyenin ilk örneği 1862-63 yıllarında yayımlanmış olan The Notting Hill Mystery. Oysa başka bazı kaynaklarda Wilkie Collins'in 1860'ta yayınlanan The Woman in White'ı, kimi kaynaklarda da 1853'de yayınlanmış Charles Dickens eseri Bleak House ilk polisiye roman olarak kabul ediliyor. Polisiye romanın kuralları, 20. yüzyılın başında S. S. Van Dine tarafından belirlenmişti. Başta Ömer Türkeş olmak üzere polisiye türünde eleştiriler yazan eleştirmenler de Türk polisiye yazarlarının, metinlerine bu kurallar zaviyesinden bakması gerektiğini düşünüyorlardı. Motamot olarak bu kurallara uyulmasa da polisiyeye gelenekçi bir biçimde yaklaşılmasından yanaydılar. Dine'nin kurallarında "Dedektif hikâyelerinde aşk münasebetleri bulunmamalıdır," gibi hukuk deyişiyle hayatın olağan akışına ters kurallar yer alıyordu. Teolog ve dilbilimci Robert Knox daha da ileri gitti ve "Hikâyede asla bir Çinliye rastlanmamalıdır," gibi saçma sapan (Daha kibar bir ifade bulamadım) kuralların yer aldığı polisiyenin on emrini yayınladı. Habil ile Kabil öyküsünden ötürü ilk polisiye anlatının Tevrat'ta geçtiği kabul edilirse 'on emir' söyleminin, hele de bir teolog tarafından kullanılmasında şaşılacak bir şey yok. Bugüne kadar polisiye romanın politik analizini yapan en iyi isimlerden biri ise Ernest Mandel. Mandel'in, Anglosakson polisiyesini tasnifinde enteresan bir yaklaşım var. Buna göre Sherlock Holmes, kapitalizm sonrası henüz sermayenin yerli yerine oturmadığı dönemde ortaya çıkmış gezici bir karakterdir. Christie'nin Poirot'su ise sermayenin yerli yerine oturduğu İngiliz kırsalındaki miras kavgaları üzerinden o sermayenin bölüşümünü anlatır. Gizem romanları adı altında toplanan polisiye roman türünü, Andre Vanoncini'nin yaptığı ayrıma göre dört başlık altında toplamak mümkün: Sorun roman, kara roman, gerilim romanı ve aksiyon romanı.



YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA