Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Ve kadınlar... Bizim kadınlarımız...

"At sahibine göre kişner" demişler, eskiler..
Demişler de..
Medyamızın haline bakıyorum da, başlığın arkasına bir soru düşürmek geçiyor içimden.. "Peki biz at mıyız?."
Yani tabii ayrı fikirler olacak.. Ayrı fikirlere özgürlükler olacak.. Bu, insanca yaşamanın temel unsuru.. Ayrı fikirlere tahammül de olacak demektir fikir özgürlüğü, eğer sadece sen özgür değilsen..
Gelenek değildir, fikir özgürlüğü bu.. Eski Yunan'da da, ki demokrasinin başlangıcı kabul edilir, yoktu. Sokrates niye idam edildi?.
Rönesans'ta da yoktu.. Fikri geçin..
Bilim özgürlüğü bile yoktu, "Aydınlanma Avrupası"nda..
Galileo'nun başına gelenleri hatırlayın..
Fikir özgürlüğü, Fransız İhtilali'nden sonra yayılan ve demokrasinin temel taşı kabul edilip anayasalarla teminat altına alınan bir haktır.
Biz medya mensupları, nerdeyse ilk Osmanlı gazetesinden bu yana, bu hakkı savunur dururuz..

Ama ne kadar samimiyiz?.
Hele ülkenin hemen her konuda ikiye bölünmeyi, neredeyse âdet haline getirdiği, amipler gibi bölünmeyi marifete dönüştürdüğü günümüzde..
Medyamız günlerden beri Maltepe'deki "aşı karşıtlarının mitingi"ni, daha doğrusu "O mitinge devlet nasıl izin verdi?" sorusunu tartışıyor..
Ve bu tartışma, bizim anayasal haklar konusunda nasıl yanılgılar içinde olduğumuzu gösteriyor..
Şimdi "Devlet nasıl izin verir?" diyenlere soralım..
Mitingi aşı karşıtları değil, yandaşları yapsaydı gene "Devlet nasıl izin verir" der miydiniz?.
Demezdiniz tabii.. O zaman siz samimi bir "fikir özgürlüğü" yandaşı olabilir misiniz?.
Sakın, "Sadece benim fikirlerime özgürlük" diyen sahte bir demokrat olmayasınız?.
Mitingi eleştirebilir, orada ileri sürülen fikirlere karşı çıkabilir, "Tamam anayasal vücut dokunulmazlığınız var. Ama benim de yaşama hakkım var. Aşı olmamanız, benim yaşam hakkımı tehdit ediyor. Özgürlükler sınırsız değildir. Her özgürlük, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter" diyebilirsiniz.
Ama bir iktidarın, en ama gerçekten en demokratik, alkışlanacak bir iznine, yasakçı, despot bir zihniyetle karşı çıkamazsınız.
Hele bir medya mensubu olarak hiç çıkamazsınız..
Hepsi değil, ama gerek yandaş, gerek muhalif yazarların büyük çoğunluğu ne yazık ki, sahibine göre kişniyor gibi geliyor bana..
Bir örnek daha.. Asıl örnek bu, aslında!.
Edremit'in kurtuluş gününde, Büyük Taarruz devamında kente giren Atatürk'ün süvarilerinin, siyahlar içinde, zincirli bir kadını kurtarmaları temsili olarak canlandırılmış..
Nerelere çekildi bu canlandırma?. Hâlâ da çekiliyor..
Kaymakama bile işten el çektirildi bu eleştirilere bağlı olarak..
Şimdi ben yaşanmış örnekle anlatmak isterim..
Edremit, 797 gün, yani iki yıl süren Yunan işgalinden 9 Eylül 1922'de kurtarıldı. Bu ne demek biliyor musunuz?.
Kendimden örnek vereyim. Ayni bölgedeki Bandırma da neredeyse bir hafta sonra, 17 Eylül'de kurtarıldı. Atatürk'ün süvarileri kente 17 değil, 18 Eylül'de girseler ben dünyada yoktum. Çünkü hiç olmayacaktım.
Bandırma'da eli silah tutan herkes Milli Mücadele'ye katıldığı için kasabada sadece kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Kaçan Yunan, kenti terk etmeden, kadın ve çocukları bir camide topladı.
Kapıları dışarıdan zincirledi ve camiyi ateşe verdi. Onların arasında babaannem ve o zaman 12 yaşındaki babam da vardı. Ateşler içeri düşmeden, içeridekiler dumandan ve ateşten boğularak ya da kavrularak ölmeden, Atatürk'ün süvarileri rüzgâr gibi geldiler. Zincirleri kırdılar, kadınlar ve çocukları kurtardılar..
Yani, Edremit'teki temsili sahne, Bandırma'da benim ailem de içlerinde olarak aynen yaşandı.
Şimdi kaçarken kadın ve çocukları en zalim ölüme bırakanların, o 797 günde ayni kadınlara daha neler çektirmiş olabileceklerini de düşünün bir!.
Bandırma'nın, Edremit'in, işgal altındaki her yerleşim yerinin kurtuluşu, bir yerde de kadının kurtuluşu değil midir?. Evinin tüm erkekleri savaşa giden ve işgalci düşmanla çocuklarıyla birlikte baş başa kalan kadının?.
Bu temsili sahne, bir kurtuluş gününde canlandırıldı dostlarım..
Kıyafet Devrimi'nin yıldönümünde değil.. Ama hele bazıları yazarken, öyle imalarda bulundular ki..
Bu ülkede ne yazık ki, Atatürk Yasası var. Atatürk'ü Koruma Yasası.. Bu yasa yüzünden Atatürk'ü eleştiremeyenler, çok başka şekilde laf sokuşturmaya çalışıyorlar.
Demokrat Parti devrinde Cumhurbaşkanı Bayar'ın isteği ile çıkan bu yasa artık çağ dışıdır. Bırakalım herkes istediğini söylesin. Söylesin ki, herkesin gerçek kimliği ortaya çıksın. "Atatürk" diyemedikleri için "Kemalistler" diye, "İsmet İnönü" diye sövenlerin foyaya ihtiyaçları kalmasın.
Devrimleri ve Atatürk'ü şu veya bu şekilde eleştirmek için bir "zafer", bir "coşku" günü kullanılmasın!.
Özellikle Batı'daki her kurtuluş gününde asıl kurtarılan, zincirleri çözülerek kurtarılan "kadınlar" olmuştur..
Hani Nâzım'ın deyişi ile "Bizim Kadınlarımız.."
Hatırladınız mı o dizeleri..

Gece aydınlık ve sıcak
Ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı
Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında
Geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine
Ve kadınlar
Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri,
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle
bizim olan kadınlar
Bizim kadınlarımız
Şimdi ayın altında
Kağnıların ve hartuçların peşinde
Aynı yürek ferahlığı
Ve aynı yorgunluk alışkanlık içindeydiler
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar oynuyordu
Ve ayın altında kağnılar yürüyordu
Akşehir üstünden Afyon'a doğru

***


KEMANINLA BANA BİR SES... AMA???
Andante dergisi gene harika sayı yapmış.. Bu klasik müzik dergisini 18 yıldır hem de nasıl güçlükler içinde çıkardığını çok iyi bildiğim Serhan Bali'yi açtım kutladım.. Gene saatlerce elimde kalan bir dergi yapmış Serhan, çok sevdiğim Cihat Aşkın dostumu kapak yaparak..
Cihat, 49. İstanbul Müzik Festivali'nde Onur Ödülü aldı.. 49 yıl önce Nejat Ağabey'imin (Eczacıbaşı) kurduğu, kardeşi, sohbet arkadaşım Şakir Bey'in sürdürdüğü, şimdi ikinci kuşak, oğul Bülent'le devam eden festival..
Nejat ve Şakir ağabeyleri de andım tabii.
Cihat sadece çalan değil, üreten de bir sanatçı.. Öğrenci yetiştiriyor.
Harika düzenlemeler ve besteler yapıyor.. Onun çok şeyini bildiğimi sanırdım..
1955'ten beri izlediğim klasik müziği de, iyi kötü..
Ama Cihat'la yapılan söyleşiyi okurken yepyeni bir şey öğrendim..
Bunca kez Cihat'ı izledim ve dinledim ben.. Ama hemen hepsi ayrı Cihat'mış.. Çaldığı ortama göre, kemanı ve hatta yayı değişik olan Cihat varmış..
Nasıl mı?.

Biraz teknik bilgi ama, bakın Cihat nasıl anlatmış, bu farklı Cihatları..
"Kemanlarım ve yaylarım benim için özeldir. Farklı eserler için farklı kemanlar ve yaylar kullanıyorum.
Orkestra eşlikli konserlerde ve büyük resitallerde Jean Baptiste Vuillaume (1846), resitaller ve oda müziği konserlerimde Gaetano Sgarabotto (1924) çalıyorum.
Günlük çalışmalarımda François Breton (1830) kemanımı tercih ediyorum ama onu zaman zaman bazı konserlerde de kullanıyorum.
Derslerimde değerli lutiye (Çalgı yapan ve onaran) dostum Alp Altıner (1987) kemanımı kullanıyorum ve onu bazı oda müziği konserlerinde de tercih ediyorum. Bunun dışında iki kemanımı da projeler kapsamında değerli gençlere kullanmaları için verdim. Modern İtalyan lutiye Riccardo Bergonzi (1987) ve modern ABD-Japon lutiye Tetsuo Matsuda (1983). Bu kemanlar da iyidir, ben de gençliğimde bunlarla konserler verip kayıtlar yapmıştım.
Yayda en çok tercih ettiğim, Fransız Victor Fetique'dir. Bunun dışında iki adet Alman Albert Nürnberger yayla çalmayı da çok seviyorum. Benim için özel yapılan Daniel Schmidt yayı da özellikle konçertolarda tercih ediyorum.
Bunun yanı sıra Silva ve Conrad Götz yaylarımı da zaman zaman kullanıyorum. Bazen de Herman Pfretzschner yayımı kullanmayı da tercih ediyorum.
Türk yay yapımcısı Ufuk Güler'in hediyesi olan bir yay da zaman zaman kullanımımdadır. Son zamanlarda Francois Blanchard yayım da oldukça revaçta.
Kullandığım teller ise zaman içinde değişti, eskiden Pirastro Oliv kullanırdım ancak Londra yıllarımdan sonra, dönem kemancılarının çokça tercih ettiği Dominant Thomastik kullanmaya başladım. 2003 yılında ise değerli dostum Laurits Larsen ile tanıştıktan sonra Larsen tellerini kullanmaya başladım. Danimarka'da Larsen'in fabrikasına da giderek yeni oluşan telleri denedim, kendisine danışmanlık da verdim. Bu nedenle Larsen tellerini severek kullanıyorum."
"Vay be" dediniz değil mi?. Ben aynen öyle dedim de..

***


ZEYNEP'İN PENCERESİNDEN...
Sevgili Zeynep (Özyılmazel), Karaköy'deki evinin penceresinde yakaladı gene ilhamını ve size yolladı. Buyrun..

***

Canım annem, Zor zamanlarımız oldu seninle.
Birbirimizden ne çok şey öğrendik. İkimiz birlikte büyüdük, yüklerimizden kurtulduk, hafifledik.
Birbirimizi daha iyi tanıdık, birbirimizde kendimizi gördük, çok daha anlayışlı olduk.

Bedelini ödemeye gönüllü olduğumuz zaman gerçekleşirmiş dileklerimiz. Biz bilmeden bedel ödedik ve ben gerçekleşince anladım en büyük dileklerimden birinin ne olduğunu.
Seninle olmak, seninle paylaşmak, seni özlemek, sana kavuşmak ne güzelmiş.
Nice senelere..
.....
Müzik önerisi: Sen Ağlama - Sezen Aksu (Çünkü şimdi sen kesin ağlıyorsundur)

***


TEBESSÜM
Baba-oğul mesajlaşıyorlardı. Baba:
"Kutlarım oğlum.. Yaşadığın sürece bugünü hayatının en mutlu günü olarak hatırlayacaksın."
Oğul: "Düğün yarın baba!." Baba: "Biliyorum evlat!."

***


SEVDİĞİM LAFLAR
Egonuzu biraz süzün.. Arzu, istek biraz önemlidir. Şikâyet etmek hiçbir şeydir. Şöhret hiçbir şeydir. Açıklık, sabır, kabullenmek, yalnızlık her şeydir. Rainer Maria Rilke

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA