Türkiye'nin en iyi haber sitesi
SOLİ ÖZEL

Kaderi belirlemek

Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bugün vardığı noktayı çeşitli açılardan değerlendirmek mümkün. Zaten bu da yapılıyor. Bakış açılarına göre gelinen noktayı hayırlı bulanlar kadar, zararlı bulanlar da var.
Ömer Lütfü Mete'nin dün bu gazetedeki sütununda iktibas ettiği Stern dergisinde çıkmış Alman ırkçılığının halis örneği olan karikatüre öfkelenmeyen yok. Fransa'daki tartışmaların insanın içini burkan ilkelliği karşsında sert tepki gösterme dürtüsü hemen herkeste var. Ancak önemli olan hem AB ile ilişkileri, hem de Türkiye'nin bu süreç içindeki yerini ve çıkarlarını daha tarihi bir perspektife oturtmak.
Bu bakımdan bugünkü durumu nasıl değerlendirmek gerektiği biraz da insanın tarihe nasıl baktığıyla ilgili. Tarihin akışını İngiliz tarihçi Carlyle gibi büyük insanların biyografilerinin sonucu diye değerlendirebilirsiniz. O zaman, tanık olduğunuz tüm gelişmelerde sahnede görünen aktörlerin niyetlerinin izdüşümünü ararsınız. Hatta bu sizi tüm gelişmeleri ezelden ebede var olan düşmanlıklarla ve bunlara bağlanacak komplolarla açıklamaya itebilir.
Eğer tarihe Fransız tarihçi Braudel gibi, ya da Marxist bir anlayışla bakarsanız yapısal unsurların, tarihin derinliklerinde ağır ağır şekillenen dinamiklerin belirleyici olduğunu savunursunuz. Bu bakışta en önemlileri de dahil olmak üzere sahnenin üzerindeki şahsiyetlerin manevra alanı kısıtlıdır. Olayların akışındaki önemleri, en fazla eldeki senaryoyu ne kadar iyi yorumladıklarıyla ölçülebilir. Cuma günü Radikal gazetesinde Haluk Şahin de benzer bir yaklaşmla AB sürecine AKP'nin sahip çıkmasını açıklamaya çalışıyordu.
Yaşanılan günü tarih olarak değerlendirmek her zaman kolay olmayabilir. Veriler çok ve anlamlandırma süreci hayli karmaşk. Ancak bazı temel saptamaları yapmak mümkün. AB Türkiye'yi tümden reddetme lüksüne sahip değil. Helsinki'de verilen adaylık kararı biraz bu gerçeğin algılanması biraz da Kosova Savaş nedeniyle şekillenmişti.

Stratejik üçgenin köşeleri
O dönemde Türkiye karştlığından Türkiye'yi kollamaya doğru kayan Alman politikası 11 Eylül'den sonra Türkiye'ye neredeyse tümüyle angaje oldu. Hıristiyan Demokratlar'ın bu eğilimi değiştirmeye güçlerinin yetip yetmeyeceği bu bağlamda hayli ilginç bir tarih sorusu olur. Joschka Fischer açısından 11 Eylül Türkiye'nin mutlaka AB'ye entegre edilmesi gerektiğini dayatan olaydı. Nitekim 6 Mart 2004 tarihinde Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği mülakatta Alman Dışişleri Bakanı evrilen stratejik perspektifini açıklamıştı.
Fischer'e göre yenilenmiş bir transatlantik ittifakı bağlamında Ortadoğu'nun dünya siste- mine entegre edilmesi, stratejik bir üçgen de yapılacaklara bağlıydı. "Üçgenin ilk köşesi, Türkiye'nin Avrupa'ya sıkıca bağlanması, bu transformasyon perspektifi açısından belirleyici öneme sahip. İkinci köşe, stratejik açıdan merkezi öneme sahip bir diğer ülke olan İran. Üçüncü köşe ise Ortadoğu sorununa kalıcı bir çözüm bulunması"
Almanya'nın 11 Eylül sonrasında dünyaya yaklaşmında geliştirdiği stratejik bakış açısının kilit noktası bu. ABD'nin yaklaşmıyla ortak paydası, gerekçeler farklı da olsa, Türkiye'nin oynayacağı role verilen önem.
Bunu, pek çoklarının yaptığı gibi Türkiye başkalarının oyununun bir figüranı haline geldi diye değerlendirebilirsiniz. Ama doğru yorum, tarihin en önemli dönüşümlerinden birisini başarmış olan Türkiye'nin çoktandır ilk kez kendi kaderini belirleme ve oynadığı oyunun senaryosunu yazabilme fırsatını yakaladığıdır. Bu fırsatın doğru değerlendirilmesi tabii ki başlı başna zorlu bir iş olacaktır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA