Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERDAL ŞAFAK

Demos kratos

Milattan Önce 6'ncı yüzyılda Klistenes demokrasiyi kalıcı rejim yapmadan önce Atinalılar tüm yönetim sistemlerini denediler: Aristokrasi, oligarşi, tiranlık, otokrasi...
Aslında Klistenes'in getirdiği sisteme "Demokrasi" den çok "Stohokrasi" ya da modern tanımıyla "Lotokrasi" demek daha doğru olur. Çünkü site yöneticileri, yargıçlar, halk mahkemesi üyeleri seçimle değil kurayla belirleniyordu.
Dahası, Aristo'ya göre, kura yöntemi seçimden daha demokratikti. Şöyle savunuyordu: "En iyi adayları seçmek aristokrasi sistemine dönüş anlamına gelir. Oysa kura hiçbir ayırım yapmaksızın herkesin yönetime katılımını sağlar."
Pek mantıksız değil.
Gerçekten de seçime dayalı modern demokrasiler kaçınılmaz olarak aristokrasiye dönüşüyor. Bir "Siyasi elitler" sınıfı doğuyor. İktidar bir "Tekel"e geçiyor. Elbette halkın rızasıyla. Ya da seçeneksizliğe mahkum edilmesiyle.
Avrupa demokrasilerine bir bakın; hep aynı kişiler iktidarda, hep aynı kişiler iktidar partisi kadrolarında, hep aynı kişiler muhalefet lideri.
Modern demokrasilerde ayrıca "Aristokrat sınıfı"yla iktidarı paylaşan başka güç odakları var: "Oligarklar". Büyük sermaye grupları, ülkeler ve uluslarüstü etki merkezleri (IMF, OECD, Dünya Bankası, G-8 ve/veya G-20, Bilderberg, Trilateral Komisyonu gibi), çokuluslu ve çok güçlü şirketler.
Hele AB gibi oluşumlarda demokrasi görüntüsü altında bambaşka bir sistem veya rejim ortaya çıkıyor: Bürokrasi. Brüksel'deki AB memurları AB ülkelerinin seçilmiş yöneticilerinin de, onları seçenlerin de üstündeler. Son olarak AB üyeleri hükümetlerinin hazırlayacakları bütçeleri yürürlüğe sokmadan önce AB Komisyonu'ndan onay almaları koşulunun getirilmesi projesi bile demokrasinin içinin ne denli boşaltıldığını göstermeye yeterli.
Yani, "Halkın iktidar gücünü kullanması" anlamına gelen demokrasi sadece belli aralarla halka başka güç odaklarınca belirlenmiş tercihleri oylatmakla, hatta onaylatmakla sınırlı duruma geldi.
Bu da halkların demokrasiden soğumasına, demokrasiye inancını yitirmesine yol açtı. Bu tablo iki sonuç doğurdu:
1- Demokrasi parodisine daha fazla katlanamayan seçmenlerin sandığa gitmekten vazgeçmesi. Batı ülkelerindeki seçimlerde katılım sürekli geriye gidiyor, bazılarında yüzde 20-30'lara kadar düşüyor. Bu da aslında seçimlerin sonucu ve seçilenler için meşruiyet sorunu yaratıyor.
2- Halkın siyasi kadrolara, partilere, güç odaklarına öfkesini, hatta nefretini "Sandık patlamaları" ile açığa vurması. Tıpkı İzlanda'nın başkenti Reykjavik'te olduğu gibi.
İzlanda'da 29 Mayıs'ta Reykjavik ile 20 kentte yerel seçim yapıldı. Seçimden hemen önce Jon Gnarr adlı bir komedyen, bir pop yıldızı, bir mimar, bir kitapçı ve bir ev hanımı bir araya gelip parti kurdular. Adı: "En İyi Parti".
Siyasal çizgisini "Sürrealist anarşist" diye tanımlayan bu parti sadece Reykjavik'te seçime girdi. "Yüzme havuzlarında bedava havlu", "Reykjavik hayvanat bahçesine bir kutup ayısı" gibi vaatlerle.
Sonuç? "En İyi Parti" sandıktan birinci çıktı! Oyların yüzde 34.7'sini alarak. Bu oy oranıyla 15 üyeli Reykjavik belediye meclisine 6 temsilci gönderdi. "Klasik partiler" den Sosyal Demokratlar Birliği (Başbakan Johanna Sigurdarsdottir'in partisi) halkın tercihine saygı adına belediye başkanlığı için "En İyi Parti"nin adayını desteklemeye karar verince, "En İyi Parti"ye İzlanda başkentinde iktidar kapıları ardına kadar açıldı. Partinin lideri komedyen Jon Gnarr bugünyarın Reykjavik belediye başkanlığı koltuğuna oturacak.
Bu öyküden herhalde tüm siyasilerin çıkaracakları, çıkarmaları gereken bir ders vardır...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA