Alaeddin Ali Çelebi Kimdir?

Alâeddin Ali b. Sâlih Filibe'de ve kuvvetli bir ihtimalle Fâtih Sultan Mehmed devrinde doğdu. Gençlik yıllarında muntazam bir tahsil gören Ali Çelebi Edirne'de zamanın ilim otoritelerinden ve sonraları Rumeli kazaskerliğine yükselen Abdülvâsi' b. Hayreddin Hızır'ın yanında yetişti, gerekli kademeleri geçirerek onun eliyle müderrislik derecesine erişti. Hocasına olan bu intisabından dolayı Vâsi Alisi diye şöhret buldu. Adı bazı eski kaynaklarda Sâlihzâde er-Rûmî şeklinde de geçmektedir. Yetişme çağında öğrenmeye çalıştığı hat sanatını Şeyh Hamdullah'ın damadı Şeşkalem Şükrullah Halîfe'den elde etmiştir. Taşköprizâde'nin kaydettiğine göre müderrislik hayatına Edirne'de Sirâciye Medresesi'nde başlayan Alâeddin Ali bir müddet sonra Bursa'da 1509'dan önceki bir tarihte ilkin Bayezid Paşa, ardından Ferhâdiye medreselerinde hizmet gördü; 933 (1526-27) ötesine giden bir tarihte de şair Üsküplü İshak Çelebi yerine Hudâvendigâr (Kaplıca) Medresesi müderrisliğine yükseldi. Uzun yıllar kaldığı Bursa'dan 1537'de Edirne'de Halebiye Medresesi'ne tayin edildi. Çok geçmeden de Üç Şerefeli'deki Atik (Saatli) Medrese müderrisliğine getirildi. Yüksek ilmî meziyetleriyle gittikçe daha dikkat çeken Alâeddin Ali burada henüz bir yılını doldurduğu sırada, 945'te (1538-39) İstanbul'da Sahn müderrisliği pâyesine lâyık görülüp kendisine Fâtih medreselerinden Karadeniz ciheti (Başkurşunlu) Medresesi müderrisliği verildi. Sahn'a gelişinden bir sene sonra da tekrar Edirne'ye, bu defa devrin büyük âlimi Muhaşşî Sinan yerine II. Bayezid Medresesi'ne altmışlı* pâye ile tayin edildi. 1542'de, ilmiye sınıfınca kazaskerliğe götüren bir kapı diye pek gözde bir mansıb sayılan Bursa kadılığına yükseltildi. Rivayet onun bu yükselişini, üzerinde uzun yıllar uğraşıp Edirne'deki son müderrisliği sırasında tamamlayarak Kanûnî Sultan Süleyman'a sunduğu Hümâyunnâme'nin hükümdarda uyandırdığı büyük hayranlığa bağlamaktadır. Buna göre padişah kitabı okur okumaz onu Bursa kadılığı ile mükâfatlandırmıştı. İlerlemiş yaşı Alâeddin Ali'ye daha ileri mansıblara yükselme imkânı vermedi. Çok geçmeden Bursa'da vefat etti. Sıfat ve mevkiine yaraşır bir yer olarak Emîr Sultan Camii hazîresinin türbeye yakın bir noktasında, camiye çıkan merdivenin yanına defnedildi.

Şiir vadisinde kendisinden bahsettirecek bir varlık göstermeyen Alâeddin Ali'ye asırlar boyu sürmüş bir şöhret kazandıran, çağının estetik anlayışı içinde göz kamaştırıcı bir üslûp ve imajlarla ördüğü Hümâyunnâme adlı Kelîle ve Dimne tercümesidir. Henüz Hümâyunnâme'yi ortaya koymamış bulunduğu sırada tezkire sahibi Sehî Bey'in dikkat ve ilgisini çekmemesine mukabil, Latîfî'den başlayarak XVI. asır ve sonrası tezkire ve hal tercümesi müellifleri, bilhassa Hümâyunnâme dolayısıyla kendisinden büyük takdirle bahsetmişlerdir.

Tarihçi Âlî'nin, yirmi senelik bir uğraşma sonunda meydana geldiğini söylediği Hümâyunnâme'nin yazılış yeri ve tarihi kaynaklarda farklı şekillerde gösterilmiştir. Âşık Çelebi onu Sahn müderrisliğinde, Beyânî II. Bayezid Medresesi'nde, Edirne tarihçisi Ahmed Bâdî de Hüsâmiye (Ekmekçi Köylü) Medresesi'nde iken yazdığını ileri sürerse de kendisi eserini Üç Şerefeli'deki Atik Medrese'de iken kaleme aldığını önsözünde bizzat bildirir. Öteki kayıtlar ise ancak eserin bitiriliş zamanı ile ilgili olabilir.

Âlî'nin Küçük Nişancı Mehmed Paşa'dan naklettiğine göre, Ali Çelebi eserini tamamladığında bir ikindi divanında devrin sadrazamı Lutfi Paşa'ya, bir nüshası Kanûnî Sultan Süleyman'a sunulmak, diğerini ona hediye olmak üzere takdim ettiği zaman sadrazam, vaktini hayvan masalları ile uğraşarak harcamış olduğu yolunda azarlayıp kendisini hayal kırıklığına uğratmakla beraber kitabı padişaha arzetmiş, Hümâyunnâme'yi hemen o gece başından sonuna kadar büyük bir zevk ve hayranlıkla okuyan hükümdar ertesi sabah, Âlî'nin diğer bir ifadesine göre de üç gün sonra Lutfi Paşa'nın muhalefetine rağmen Ali Çelebi'ye Bursa kadılığını verdirmişti. Ancak Âlî'nin bu rivayetinde kronolojik tutarsızlıklar vardır. Çünkü Vâsi Alisi'ne Bursa kadılığı verildiği tarihte (1542) Lutfi Paşa sadâret makamında olmayıp daha bir yıl kadar önce, 948 Muharremi başında (Nisan 1541) oradan ayrılmış, yerine Hadım Süleyman Paşa geçmiş bulunuyordu. Lutfi Paşa'nın sadâret devresine rastlayan böyle bir tayin, olsa olsa onun 1539-1541 arasındaki sadâreti sırasında (946/1539-40) Sahn Medresesi'nden Edirne'de II. Bayezid Medresesi'ne yükselişi için bahis konusu olabilir. Hümâyunnâme'nin takdimi dolayısıyla Bursa'ya kadı oluşu meselesi, gerçekte Lutfi Paşa'nın sadrazamlıktan ayrılmadan önceki bir tarihte cereyan etmekle beraber, Bursa'ya tayininin hemen değil de aradan bir sene geçtikten, onun artık sadâretten ayrılmış olduğu sırada gerçekleşmiş bulunabileceği şıkkı ise, eseri okuduğunda duyduğu büyük takdir ve hayranlığın Kanûnî'yi müellifi derhal böyle büyük bir makamla mükâfatlandırmak arzusuna sevketmiş olduğunu göstermek isteyen fıkranın esprisine pek uzak düşer.

Âlî'nin, Hümâyunnâme'nin yirmi yıllık bir çalışma sonunda meydana geldiği hakkındaki beyanı da Vâsi Alisi'nin onu 944 Rebîülevvelinde (Ağustos 1537) tayin edildiği Üç Şerefeli'deki Atik Medrese'de yazmaya başladığını bildiren ifadesi karşısında inandırıcı olmaktan çıkar. Burada eserine başlayışı ile Bursa kadılığına tayini arasında sadece beş yıllık bir zaman mesafesi bulunması, onun yirmi senelik bir süre içinde yazılmış olduğuna dair Âlî'nin kaydını geçersiz ve düzeltilmeye muhtaç kılmaktadır. Küçük Nişancı Mehmed Paşa'nın ölümünden (979/1571) hayli zaman geçtikten sonra ilkin Nushatü's-selâtîn'de yazıp Künhü'l-ahbâr'da da tekrarlarken (1002/1594), aradan geçen uzunca zamanın tesiriyle, onun kendisine vaktiyle anlattıklarını muhtemelen yanlış hatırlaması sonucu düştüğü kronolojik tutarsızlık farkedilmeksizin Peçevî'den Hammer'e, ondan Fuad Köprülü'ye kadar Âlî'nin bu rivayeti tekrarlanagelmiştir.

Kelîle ve Dimne'nin, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî (ö. 910/1505) tarafından Envâr-ı Süheylî adıyla Farsça'ya çevrilmiş şeklinin tercümesi olan Hümâyunnâme, edebî değer ve muhteviyatça Farsça aslını çok aşmış bir eserdir. Alâeddin Ali, ifadesini çok muğlak bulduğu Envâr-ı Süheylî'yi üslûp ve imajlar yönü ile yeni baştan yazarcasına işlemiş, muhteviyatını tasvirî tablolar, âyet ve hadisler, esas metinde olmayan Arapça, Farsça yeni şiirlerden başka kendisinden ve diğer Türk şairlerinden ilâve ettiği manzum parçalarla zenginleştirmiştir. Vâsi Alisi'nin elinde eser, Osmanlı Türk kültüründen gelme imajlar ve yerli hayat unsurları kazanmıştır. Eserdeki yerli rengi sezen Hammer ve Krimsky, yirmi senede yazıldığına dair Âlî'deki bilgiden hareketle, Alâeddin Ali'nin müderrislik hayatının mühim bir kısmını geçirdiği ve Hümâyunnâme'nin yazıldığı yer olarak kabul ettikleri Bursa'nın çeşitli güzellikleriyle tabiat dekorunu kitabında aksettirdiğini önemle belirtirler.

Alâeddin Ali'den bahseden bütün tezkire müelliflerince ona gelinceye kadar Türk nesir sanatında eşi görülmemiş ve daha sonra da seviyesine erişilemeyecek bir şaheser olarak değerlendirilen Hümâyunnâme, asırlar boyu süren büyük bir rağbet ve takdir görmüştür. Hümâyunnâme, Tâcîzâde Câfer Çelebi, Lâmiî, Kemalpaşazâde gibi şöhretlerin eserlerinden nesir sanatı bakımından çok üstün tutulduğu gibi, Nergisî ve Veysî çapında büyük üstatların bu vadide yeni ve parlak örnekler verdikleri sonraki devirlerde de şöhret ve itibarını devam ettirmiştir. Münşîyâne nesrin tamamıyla aleyhinde olduğu halde Nâmık Kemal bile onu Türk edebiyatı için bir kazanç kabul eder.

Alâeddin Ali'nin eserine karşı duyulan yaygın ve devamlı takdir yalnız Türk müelliflerinde kalmayıp yabancı müelliflerce de paylaşılmıştır. Türk dili için yazdığı kitabına Hümâyunnâme'den çeşitli parçalar alan Arthur Lumley Davids, Ali Çelebi'nin bu eseriyle Türk edebiyatında edebî nesrin en güzel örneğini verdikten başka, ince düşünceler ve üslûp güzelliğiyle işlenmiş bu masallar ve hikâyeler dizisi içinde bir ahlâk sistemi kurduğunu söylerken Hammer de onu ölmez bir eser diye yüceltir. Başta La Fontaine'inkiler olmak üzere Batı edebiyatlarında konusunu hayvanlardan alan masallar ile Hümâyunnâme arasında mukayese yapan Dora d'Istria, bu meziyetlerinin yanı sıra eserde birtakım hayvan tipleriyle devrin bazı devlet büyüklerinin temsil edilmiş olduğuna işaret eder.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA