Aktüel dergisi yayın hayatına başladığı 1991 yılı temmuzunda hem kapağıyla hem de ilk özel haberiyle gündeme damgasını vurmuştu. Günlerce konuşulan "Beyoğlu'nda dayak mangaları" başlıklı haberin hazırlanması da günler almıştı.
Bu özel haberi Kadir Çıtak, Cem Sancar, Hatice Seçkin ve Mehmet Yalçın araştırmış İrfan Kuzu, Hamdi Kurt ve Levent Yıldırım ise fotoğraflamıştı. İşte o haber…
Aktüel sayı 1
1991, Temmuz
AKTÜEL, POLİS ESKORTLU GECE TERÖRÜNÜ ''İŞ ÜSTÜNDE'' GÖRÜNTÜLEDİ
BEYOĞLU'NDA DAYAK MANGALARI
Eli sopalı yarı-esrarengiz ''sivil''ler son bir aydır İstanbul'un göbeğinde, İstiklal Caddesi'nde her gece sindirme operasyonunda. Saatler geceyarısını döndü mü Beyoğlu'nun sırtı ürpermeye başlıyor: ''Yine gelecekler!...''
Arkalarında polis otoları 10'arlı 15'erli gruplar halinde yine geliyor ve kimin tipini beğenmezlerse kırıp geçiriyorlar…
Aktüel fotoğrafçıları İrfan Kuzu, Hamdi Kurt ve Levent Yıldırım, tam on gün sabahlayarak, Beyoğlu gecelerindeki şiddeti fotoğrafladılar.
Geceyarısı… Büyük kentin ünlü ışıl ışıl bir caddesi.. Arka sokağa gizlenmiş bir pavyonun önünden konsomatris müşterisini alan, ''görmüş geçirmiş'' bir taksi caddeye çıkıyor. Kasette sızılı bir arabesk, yorgun gecede usulca ilerliyor. Birden bir panik! Birden bir terör havası! Eli sopalı ve saldırgan tavırlı on beş-yirmi kişi yan sokaklardan fırlıyor. Sokak başlarındaki midyeciler, pilavcılar, yanlış yere park etmiş taksi şoförleri, işiz bitirimler, çatal sesli travestiler, şarapçı dilenciler, evsiz alkolik kadınlar yangından kaçan orman sakinleri gibi bir anda ara sokaklarda kayboluyorlar. Eli sopalı kalabalık etrafa tehditler savurarak caddedeki diğer arabaların lastiklerini söndürerek, ''tipini'' beğenmediklerini hırpalayarak, bir kısmını da, onları arkadan takip eden minibüse sille tokat tıkarak, taksiyi aralarına alıyorlar. Gözlerinde donuk bir acımasızlık, ellerinde kazma sapına benzer sopalar var. Bazılarının koltuk altında ''akrep'' adı verilen otomatik tabancalar hemen fark ediliyor. İçlerinden kır saçlı birkaç günlük sakallı, üstten bakışlı biri şoföre haykırıyor: ''Çık ulan dışarı.''
Arka koltukta oturan ve korkudan rimelleri akan kadın iyice küçülüyor yerinde. Şoför, yılların gece işçisi. Ak saçlarının soğukkanlılığı ile çıkıyor dışarıya. ''Buyur abi''. Bir anda kulakları zorlayan bir metal sesi: Sopalı gruptan biri arabanın kaportasında uzun kalınca bir çukur açmıştır. Darbeler devam ediyor. Cam kırıkları yayılıyor çevreye. Şoför şaşırmış bir ifade ile kekeliyor. ''Abi, n'oluyo abi, yapmayın abi, ekmek teknem abi.'' ''Konuşma ulan'' diyerek bir tokat irisi patlıyor biri şoföre. ''Çıkmayacaksınız ulan bir daha bu caddeye.'' ''Taşımayacaksınız ulan bu orospuları''. Şoför kanayan dudağını tutarak son bir kez merhamet dilemeye çalışıyor. ''Niye vuruyorsunuz. Ocağımı çökerttiniz. Demokrasi yok mu? Hayvan mıyım ben abi?'' Sonrası, ''Ulan seni de s.. rim, demokrasiyi de s.. ri'' ile başlayan bir meydan dayağıdır artık. Sopalar profesyonelce belden aşağıya iniyor. Şoförün çığlıkları gecenin içinde yankılanıyor. Neden sonra, sopalı grup arkasında şiddetin ağır, acılı izini bırakarak terk ediyor caddeyi… Hurda yığını haline gelen taksiden ince bir kadın iniltisi duyuluyor yalnızca. Bir de boşa dönen kasetçaların cızırtısı…
Bu hikaye sokakları ölüm mangalarından geçilmeyen bir Costa Gavras filminin Latin Amerika dekorunda değil, Haziran 1991'de Türkiye Cumhuriyeti'nin İstanbul'unda, İstanbul'un 'tarihi alışveriş, eğlence ve kültür merkezi' Beyoğlu'nda geçiyor. İşin acı tarafı, anlatılanlar hikaye de değil. Tamamen gerçek! Eli sopalı grup is İstiklal Caddesi'ni temizlemeye azmetmiş özel bir tim. Hem de, 'tezgahlarından geçirdiklerine' bizzat kendilerinin söylediğine göre özel sivil polis timi.
İstiklal Caddesi yaklaşık bir aydır deheştengiz bir temizleme harekatına tanık oluyor. Ellerinde siyah boya ile kamufle edilmiş sopalar, yüzlerinde tehdit edici ifadeler, yukarılardan bir yerlerden yetki almış olmanın pervasızlığı ile eylemlerini sürdüren bir takım adamlar, geceyarısı sokakları basıp tiplerini beğenmediklerini sille tokat dövüyorlar… Çevredeki insanların ''Tahtacılar'' dediği bu grup, caddede park etmiş arabaların lastiklerini söndürüyor, yakaladıkları şoförleri tokatlıyor, meyhanelere, pavyonlara girip kimlik kontrolü yapıyor, bazen de alıp götürüyor. Daha önce polislerin yıllardır başaramadığını başarıp aynı yöntemlerle Pürtelaş Sokağı'nı da ''temizleyen'' timin elemanları İstanbul halkına şu vaatte ulunuyor: ''Beyoğlu öyle bir temizleyeceğiz ki, karınızla kızınızla geceyarısı rahatça gezebileceksiniz.''
Ödü patlamış taksi şoförleri, kaçmaktan bitap düşmüş seyyar satıcılar, ortalıktan toz olmuş bitirimler, suskun pavyon sahipleri, yedikleri dayağın sonucu iki hafta yataktan çıkamayan genç sinemacılar.
Gece yarısından sonra boşalan mekanlar özellikle şikayetçi işkembe çorbacıları. Korku, terör, Beyoğlu ''gazileri'' ve orman kanunu!
''Temizleme'' harekatı yaklaşık bir ay kadar önce travestileri ile 'ünlü' Pürtelaş Sokağı'nda uygulamaya kondu. Zaten semt sakinleri de travestilere karşı polisle işbirliğinden yanaydılar ve bunu geçmiş operasyonlarda kanıtlamışlardı. Bu, başlangıç adımlarını hayli kolaylaştırıyordu. Pürtelaş Sokağı'nın, uygulanan şiddeti benimsemeyerek 'azınlıkta' kalan sakinlerinden gazeteci Cezmi Ersöz, oprasyonun ilk günlerini şöyle anlatıyor: '' Saat 23.00 sularıydı. Evime dönüyordum. Sokakta toplu halde yürüyen 20 kişi gördüm. Benzetme yerinde olursa Mandrake kılıklı adamlardı. Yarı resmi bir halleri vardı. Çok organize oldukları belliydi. Ellerindeki sopalar bir metre boyunda beyzbol sopasına benziyordu. Herkese kuşkuyla, tehditle bakıyorlardı. Halleri ve tavırları çok profesyoneldi. Milis sandım önce. Daha önce eşcinsellere karşı halkın oluşturduğu milisler vardı, onlar gibi zannettim. Ancak esnafa sorduğumda polis olduklarını öğrendim. Çevre sakinlerinin anlattığına göre, alt katlarda oturan travestilerin camlarını kırmışlar. Yakaladıklarını benzetmişler. Şu an Pürtelaş'ta travesti yok. Hepsi gitti. Oldukça başarılı olduklarını rahatça söylenebilir.''
Yılların Pürtelaş'ındaki ''başarı'', ''Tahtacılar''ı Beyoğlu'nun merkezine, İstiklal Caddesi'ne, daha geniş 'temizlemelere' doğru yöneltiyor. Hem de şiddetin dozunu gittikçe arttırarak. İşe, trafiğe kapatılan caddeye, ara sokaklardaki eğlence yerlerinden çıkanları almak için giren veya park eden taksilerden başlanıyor. Şoförlere yönelen yoğun şiddetten arabaların kaporta ve camları da nasibini alıyor. Rapor alanlar, korkup mesleği terk edenler birbirini takip ediyor. Yediği dayaktan bir hafta boyunca oturamayan Nevzat Kaya bu şoförlerden biri. ''Ya domal deyip kaba etlere vuruyorlar ya elini aç deyip balon gibi şişiriyorlar, istersen itiraz et!''. Taksicilere yönelen şiddet öyle bir boyuta ulaşıyor ki, 'Şoförün biri dayaktan öldü' şeklinde abartılı söylentilere varıyor iş. Beyoğlu'ndaki bir pasajın bekçisi Musa Şahin, onu kalp spazmı geçirtecek kadar korkutan terörün etkisini hala yaşıyor: 'Kıyasıya dövülen çok taksici oldu burada. Bir gece yine pasajda turluyordum. Caddeye giren bir taksiciyi çevirip dövmeye başladılar. Ben o arada korkup içeri kaçtım. Sonra da başka dövülenleri uzaktan gördüm. Sokulmadım. Bir ay kadar önce birini dövüyorlardı. Öyle heyecanlandım ki o gece kalp spazmı geçirdim. Hatta kağıtlarım var İlk Yardım Hastanesi'nden… Sivil bunlar. Polis ama sivil. Beyaz BMC bir arabaları var. Taksim Sular İdaresi'nin oradan çıkıyor, Galatasaray'a doğru geliyorlar. Bir taksiciyi sokağın arasında öyle bir dövmüşler ki vücudu simsiyah olmuş. Kendisi anlattı bana. Hatta galiba o da rapor aldı.'
Olayın bütün tanıkları tarafından paylaşılan kanı, dayağın taksiciler üzerinden başladığı ve onlar üzerinde yoğunlaştığı. Bir aydır süren bu saldırıya karşı taksicilerin bağlı oldukları derneğin nasıl bir tepki gösterdiği ise şimdilik meçhul!
''Bunlar ilk geldiklerinde caddeden geçen bir sivil polisi de dövmüşler. Adam bakmış kurtuluş yok, mecburen kimliğini göstermiş de öyle kurtulabilmiş.'' Musa Şahin, dayağın ''sınıflar ve statülerüstü'' niteliğine işte bu sözlerle işaret ediyor. Başka bir Beyoğlu gazisi olan Süleyman K., ''mazlum'' polislerden söz ediyor. ''Taksim meydanında toplanıyorlar, oradan caddeye girip bam güm girişiyorlar abi. Eğlenmeye gelmiş polisler bile bunlardan kaçıyor. Aman kardeşim, kimliğimi gösterene kadar en az iki tane yerim, diyor.'' Elbette bir iki tane yiyip kurtulmak her vatandaşın harcı olamıyor. Hele pavyonlar basılmaya başlandıktan sonra şiddet arttıkça artıyor. Mekan sahibi dahil içerideki herkes dayaktan nasibini alıyor. Camlar, çerçeveler indiriliyor. Bazıları karakollarda sabahlatılıyor. Pavyon sahipleri bir araya gelip imza toplamışlar, asayiş şubesine çıkmışlar ama, nafile! Sonunda uğraşmaktan bitap düşüp ya mekanlarını atari salonlarına dönüştürüyorlar ya da belirsizlik içinde kıvranıp duruyorlar. İşte 'düşmüş' bir pavyonun müdürü Metin D. anlatıyor: ''Senin benim gibileri bir aydır sorgusuz sualsiz dövdüler. Bizim iş artık öldü. Maksat Beyoğlu'nu güzelleştirmekse bunu bizde istiyoruz. Mesela eskiden ben saat 12.00'de mahsustan kavga çıkarıyordum ki dükkan boşalsın. Boşalsın ki yeniden dolsun. Merdivenlere servis yapıyordum. Şimdi öyle mi? Adam hem 2 milyon hesap verecek, hem dayak yiyecek, hem gidip karakolda 24 saat kalacak, haliyle lanet olsun diyor gelmiyor. Pavyonların çoğu kapandı.bir kısmı atari salonu oldu. Şube müdür muavini Hafız Özcan, bizi topladı konuştu. Biz, amaç Beyoğlu'nu güzelleştirmekse böyle eli sopalı elli kişi caddede dolaşarak filan olur mu böyle dedik. Ayrıca, aradıkları kişiler varsa onları öyle eli sopalı görünce kaçar gider, görevlendirin bizi tanıyan birkaç memur, işi onlara biz verelim, dedik. Gaspçısını, yankesicisini, söğüşçüsünü biz biliyoruz. Sarhoşu yakaladı mı, hop uçar gider. Biz bunları gösterelim size dedi. Yok illa dövecekler, cam çerçeve indirecekler. Müşteri, personel hiç ayırmıyorlar abi. Ha, amaç Beyoğlu'ndan bizi sürmekse, o zaman bize yer göster taşınalım. Siz de kurtulun, biz de kurtulalım.''
Terörün sokak başlarındaki seyyar satıcılara ulaştığını önce, pilavcıları ve midye dolmacıları her zamanki yerlerinde bulamayan tiryakiler fark etti. Israrlı akşamcılardan sinemacı Hayri Asova bu tiryakilerden biri: ''Arkadaşlardan ayrıldım eve dönüyorum, saat 01.00 gibi. Bir baktım, her akşam mutlaka bir tabak pilavını yediğim o müthiş aşçı, isimsiz lezzetçi, seyyar pilavcı yerinde yok. Dikkat ettim, etrafta hiç satıcı yok. İleriye bakınca caddede eli sopalı on, yirmi kişi gördüm. Aman, dedim, hemen ayrıldım. Artık Beyoğlu'na çıkmıyorum. Zaten bir deri bir kemi adamım. Ne olur ne olmaz!''
Kazma sapları ile pilav camekanları indiriliyor, işportacılar tokatlanıp Tarlabaşı'na doğru kovlanıyor. Selim O. Tarlabaşı'na kovalanan midye dolmacılardan: ''Abi bizi her gece saat ikide başlayarak on beş gün kovaladılar. Tezgahlarımızı kırdılar. Sonunda pes ettim. Birçok arkadaş da öyle. Çünkü bu böyle zabıta hikayesi değil. Gece çıkın, gazeteciyiz demeyin, siz de dayak yersiniz. Milleti kötü yola itiyorlar. Adam mecburen hırsızlık yapacak. Ne yapsın? Burayı terk edeceksiniz diyorlar. Bir kulüp sahibini öyle bir dövdüler ki bu sokakta. Yirmi kişi. Suları döküp döküp vuruyorlar sopalarla… Beyoğlu'nda yaşamak suç oldu!...''
Beyoğlu'nda yaşamak yalnızca, taşıtlara yasak olan caddeye giren taksiler, sokak başlarında denetimsiz işporta açanlar ya da pavyon işletenler için değil, yolu oraya düşen birçok kişi için de 'suç' artık: Beyoğlu'ndaki evine giderken saldırıya uğrayan M. Derviş, İstiklal Caddesi'ne morali bozuk, ceket omuzda çıkma 'yanlışlığını' yapan gümrük komisyoncusu, 'ayak altında fazla dolaşan' gazeteciler…
''Müthiş tim''in yetkisini nereden aldığı ve kime karşı sorumlu olduğu konusunda söylentiler muhtelif. İçişleri Bakanlığı'nın emri ile kurulan, doğrudan doğruya eski içişleri bakanı Abdülkadir Aksu'ya bağlı bir tim olduğu, 2. Şube'den , Asayiş'ten gelen bir yıldırım ekip oluğu söyleniyor. Birleşilen nokta ise yetkililerin olağanüstülüğü.
Bütün olan biteni destekleyenler ve hatta ''Tahtacılar''a özel olarak teşekkür edenler de var elbette. Özellikle Pürtelaş Sokağı'nda oturanlar… Yine gazeteci Cezmi Ersöz anlatıyor: ''Pürtelaş mahallesi sakinleri bu ekibe teşekkür etti. İnanılmaz olan şey bu timin başarısı. Polisin yıllardır uğraştığı bir meseleyi bunlar on günde, bir haftada hallettiler. Onların geçtiği yerde kimse kalmıyor ortalıkta. Daha önce polis yetersiz kalıyor ve Beyoğlu'nun istenmeyenleri ile baş edemiyordu. Çünkü polis rüşvet alıyor, deniyordu. Zımni bir anlaşma vardı sanki. Hep aynı polisler gelip gidiyordu, içeri alıp üç gün sonra bırakıyorlardı insanları. Bunlarınki ise daha farklı. Geçici kişiler her şeyden önce. Çıkar ilişkisi girmiyor işin içine. Orada oturan travestilere karşıdır ve hepsinin evinde polisin telefonu ezbere bilinir. Bir şey olduğunda anında ihbar yapılırdı polise. Onun içindir ki sonuçtan oldukça memnunlar.''
Teşekkür etmeseler bile daha insani bir yöntemin, özellikle Beyoğlu'nda geçerli olamayacağını düşünenler de var. Örneğin, şair Hüseyin Avni Dede Beyoğlu insanın ancak dayaktan anladığını düşündüğünden ''temizlik harekatını'' tümüyle onaylıyor. Yakup Restaurant'ın garsonlarından Arslan N. 'Bir yerde iyi oldu.' Dedikten sonra ekliyor: ''Geceyarısı hırsızı, yankesicisi hepsi buradaydı eskiden. Sarhoşu, yalnız kadını yakaladılar mı anında soyuyor, sarkıntılık ediyordu. Şimdi bunlar bitti.''
Sevgi Abla olarak tanınan sabaha dek açık meyhanenin Garipköy'ün sahibi ve daha önce müşterilerinin hepsini kaybettiğini hüzünle ifade eden Üç Kardeşler İşkembecesi'nin gece yöneticisi de İstiklal Caddesi'nin ''temizlenmesi'' gerektiğini, bu timin gelmesinin iyi olduğunu düşünenlerden. Kendileri de zarara uğramış olsalar bile…
Ara sokaklarda lümpenler tarafından dövülüp soyulan insanların, yanında erkek varken bile sarkıntılığa uğrayan kadınların, pavyonlarda çıkarılan milyonluk faturaları sille tokat ödeyen sarhoşların üzerinde kapkaççıların, pezevenklerin, çek ve senet mafyası karargahlarının 'delikanlı' kahvehanelerinin gözükara infazcılarının yarattığı tehdit işte böyle 'sopa' ile ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bu temizliğin mutlak gerekli, ancak yöntemin yanlış olduğunu belirten, Beyoğlu Sineması yöneticisi Pervin Tan, ''Bir şekilde mutlaka Beyoğlu'nun lümpenlerden temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama yöntem yanlış. Daha insani yöntemler denenmeli bence'' diyor. Beyoğlu'nun 'ıslah' edilmesini onaylayan, Beyoğlu Çatı Restaurant'ın sahibi Hasan Özen, böyle bir ıslahın, belediyenin, emniyetin ve esnafın ortak karar ve dayanışması ile başarıya ulaşabileceğini, şiddetle yalnızca çok geçici çözümlere varabileceğini vurguluyor.
Yıllardır, Ertürk Yöndem'in 'malum' televizyon programları, gazete haberleri, Beyoğlu Güzelleştirme Derneği ve Beyoğlusever kamuoyu tarafından öne çıkarılan Beyoğlu'nun yeniden kazanılması talebi işte böyle 'tahta' sopalarla karşılanmaya çalışılıyor. Beyoğlu'nun 'ağır' delikanlıları, konsomatris 'peri' kızları, alkolle 'narin'leşen aydınları ve 'sihirbaz' pilavları 'tahtalı' köye gitmektense sessizce tarihe karışmayı yeğliyorlar. Böylece Beyoğlu 'bize' kalıyor. Peki 'biz' kimiz? Bu sorunun cevabı yalnız 'Tahtacılar' timinde saklı…
M. AHMET DERVİŞ
(Sinemacı-yayıncı)
DAYAKTAN SONRA BEYOĞLU'NDAN GEÇMİYORUM
Ben olayı ilk olarak Beyoğlu mafyasından duydum. ''Sivil polisler ekipler halinde gelecek, adamlarınızı pek ortaya çıkartmayın'' diye haber almışlar. İsimlerinin ''tahtacılar'' olduğunu da o şekilde öğrendim. Sanırım 15 Mayıs akşamıydı. Saat gece 02.00 suları, İstiklal Caddesi'nde çorba içtim. Çorbacıdan çıktıktan sonra Tünel'e doğru giderken sağ tarafta beş-on kişilik bir grup iki kişiyi tahta sopalarla çok kötü dövüyorlardı. Ben onları seyrederken lümpen kılıklı birisi sol kolumun altındaki çantayı arkadan çekiştirmeye başladım.
Ben, ''Ne oluyor'' diye çantama sıkıca sarıldım. Epeyce bir mücadeleden sonra ''Polis'' dedi. Kimliğini istedim. ''Kimliğine başlarım senin'' diye küfrettikten sonra omuzlarımdan kaldırdı ve kenardaki arkadaşına verdi. Sonra bir apartman girişine soktular ve orada vurmaya başladılar sopalarla. ''Ben basın mensubuyum' filan diye itiştirdim ama bu arada epeyce vurdular. Hepsi sivil pardesülü, çok lümpen kılıklı, üç günlük sakallı adamlardı. Beni çekiştirenin polis olacağını hiç aklıma getirmedim. Çünkü sivil polis tipi bile yoktu adamlarda, resmen köylü gibiydiler. Ama döverken çok profesyoneller; hep kalçalara, baldırlara, kaba etlere vuruyorlar.
Ben olaydan sonra on beş gün yattım ama, sopalardan biri dizime geldiği için… Bu arada çantamı zorla aldılar. Deri çantayı yırtıp, dikişlerini söküp içine baktılar. ''Şükret haline o… çocuğu!'' deyip gittiler. Evim Tünel'e yakın olduğu için sürüne sürüne eve gittim. Rapor almadım. Çünkü bunları herhangi bir merciye şikayet edebileceğimi sanmıyorum. Kim olduklarını bilmiyorum. Gerçi polis oldukları elbette belliydi. Çünkü ileride resmi kıyafetli polisler de vardı. Onlar hiç karışmadı. Kafamda içlerinden birinin –sanırım beni dövenlerin lideriydi- fotoğrafı var. Kır saçlı, üç günlük kır sakallı bir adam. Gri ceketi, beyaz gömleği vardı. Kirli bir beyaz gömlek. O vurmadı fakat lider pozisyonundaydı. ''Haline şükret'' diye itip küfreden oydu. Bende önce dövdükleri iki kişi, gariban kılıklıydı. Muhtemelen sarhoştular. Onları kıyasıya dövüyorlardı. Benim belimden yukarıya hiç vurmadılar. Çürüklerin tümü kalçalarımda ve baldırlarımdaydı. Aklıma sonradan ''eden çantamla ilgilendiler?'' sorusu geldi. Sanıyorum, beni gazeteci sandılar ve çantada fotoğraf makinesi aradılar. Büyük ihtimalle böyle. Çünkü bir şey arıyor olsaydılar, çantayı açtıktan içini karıştırırlardı. Hiç karıştırmadılar, kimlik de sormadılar.
Bunlar genç insanlar değiller. Gördüklerimin hepsi 40 yaşları civarındaydı. Eski kontrgerilla artıkları olabileceklerini sanıyorum. Çünkü dediğim gibi döverken çok profesyoneller. Pek çok şiddet eylemi ile karşılaştım bugüne kadar, kolay kolay da korkmam. Ama bunlardan çok korktum ve hala korkuyorum. Bu yüzden de İstiklal Caddesi'nin sonunda, Tünel'de oturduğum evimi terk ettim. Gündüz hava kararmadan gidersem gidiyorum. Hava karardıktan sonraya kalmışsam başka bir arkadaşın evine gidiyorum. Artık korkunç bir fobi oldu İstiklal Caddesi benim için. Bu arada meyhanelere girip ''Bundan sonra sevgilinizle, karınızla, annenizle İstiklal Caddesi'nde rahatça yürüyebileceksin'' diyorlarmış.
NEVZAT KAYA (taksi şoförü):
BUNLARIN YÜZÜNDEN TAKSİCİLİĞİ BIRAKIYORUM
Daha bu olayları duymamışken bir gece saat 04.00'te bir konsomatrisi Beyoğlu'ndan aldım. Evine götürüyorum. Caddenin çıkışında ''tahtacılar''la karşılaştık. Arkamdan, ''Dur, polis'' diye seslendiler. Durup yanlarına gittim, ''Buyur abi'' dedim. On- on beş kişi kadardılar. Biri, ''ellerini aç'' dedi. ''Açmam niye açayım'' dedim. ''Buradan geçmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?'' diye bağırdılar. Ben, ''yasaksa dövmeniz mi lazım?'' diye sorunca, ''Döveceğiz ulan'' dediler ve yumruklarımı sıktığım halde ellerimi zorla açıp bir tane vurdular. Ben sinirimden gülmeye başladım. Niye güldüğümü sordular. ''Halinize gülüyorum. Benim bildiğim polis imdattır. Benim bir sıkıntım olsa size gelmem lazım, siz beni dövüyorsunuz'' dedim. ''Ulan, dedi biri, den çok şey biliyorsun, seni pataklarım''. Tam odunu kaldırdı sırtıma indirecek, ''Tamam abi sen haklısın'' deyip bindim arabaya gittim… Yine bir gün daimi müşterim olan bir konsomatrisi bekliyorum. Işığımı söndürüp ara sokağa girdim. O ara, caddede bulunan bir taksici arkadaşı dövüyorlar. Ben mecburen arabanın içinden bakıyorum. Biri bana doğru geldi. ''İn aşağı'' dedi. ''İn döveceğim'' dedi. İndim. ''Arkanı dön'' dedi. Dönmeyince odunla vurdu. İki darbe arka cebimdeki cüzdana geldi, bir şey olmadı. Ama öbürü bacağıma isabet etti ve büyük bir acı duydum. Elinden odunu alıp attım. Bu defa ötekiler de geldi, tekme tokat giriştiler. Bacağım öyle bir kabardı ki bir hafta üstüne oturamadım. Arabalarımız park etmişse gelip lastiklerini söndürüyorlar, odunlarla vurup kaportayı çökertiyorlar. Bir gece şoförlerden birini dövüyorlar. Bizimki dayanamadı, ''Demokrasi yok mu, ne dövüyorsunuz? Nerede çalışacağız?'', diye çıkıştı. Polisler, ''Senin demokrasini de, seni de s…rim ulan'' deyip daha fena giriştiler. Taksici arkadaşlara, ''Gelin birleşip şikayet edelim'' diyorum. ''Oğlum sen nihayet şoförlüğü bırakırsın, ama biz hep buradan ekmek yiyeceğiz, bunlarla hırlaşmayalım'' deyip sineye çekiliyorlar. Bu siviller her şeye karışıyor. Bir gün at kuyruğu saçlı bir entele bağırdılar, ''Ulan getiririm maka, keserim saçını'' diye. Gene bir geceyarısı 02.00'de pidecide yemek yiyorum, amirleri geldi. ''Hadi lan, çabuk yiyin, pideci sen de çabuk kapat dükkanı '' dedi. Pideci, ''Amirim sabah kadar müsaadem var'' dediyse de dinletemediler. Neticede biz ışıkları söndürüp karanlıkta yedik pislik çıkmasın diye. Bir başka akşamüstü bir çifti aldım arabaya. Efendi insanlar. ''Tarlabaşı'na'' dediler. Baktım, oranın insanı Eğiller. Meraktan sordum. Meğer adam gümrük komisyoncusuymuş. Bir gece önce Beyoğlu'nda morali bozuk dolaşıyormuş. Hava da sıcak, ceketini omzuna almış, biraz da yakası açıkmış. ''Tahtacılar'' gelmişler, ''Ne biçim yürüyorsun lan'' diye adamı tartaklamışlar. Adam Tarlabaşı'ndaki Emniyet Amirliği'ne şikayete gidiyormuş. Ondan beri ayağımı kestim İstiklal Caddesi'nden, artık oraya gitmiyorum. Zaten olanlardan sonra taksiciliği de bırakıyorum. Gece Beyoğlu'ndan daha iyi iş hiçbir yerde olmaz. Ama bu iş artık öldü…