Ağrı Valisi Musa Işın'ın da 'HDP'liler'le ilgili olarak dediği gibi; 'Sen kendi çocuklarını Amerika'daki ya da İngiltere'deki pahalı ve lüks kolejler'de okutacak, 'Diyarbakır'daki fakir-fukaranın okulunu' yakacak, camını kıracak, evini talan edecek, 70 yaşındaki adamı, size evini açmadıdiye öldüreceksin!.. Sonra da, utanmadan; 'Ben Kürdüm' diyeceksin!.. Hasss!.. Hadi ordan!.. Selahattin Demirtaş'ından Figen Yüksekdağ'ına, Abdullah Zeydan'ından'Samanlık Devrimcisi Ertuğrul Kürkçü'süne varıncaya kadar, herhangi birHDP'li, ABD'de veya Avrupa'da 'devlet'e kafa tutabilir, 'terör örgütü'kabul edilen örgüt ve liderlerine böylesine 'övgü' yağdırabilir mi?.. Almanya'da 'Hitler' lehinde, Amerika'da 'El Kaide' lehinde, Fransa'da'Usame Bin Laden' lehinde konuşabilir mi?.. Hadi, erkeklerse konuşsunlar!.. Konuşanı; Bacağından sallandırırlar, bacağından!.. Türkiye'de ise; O kadar 'özgürlük' var ki, 'şımarıklık' serbest!.. 'Devlete küfretmek' ve hatta 'Katil' demek; dahası, 'Bağımsız Devlet'demek serbest!.. Peki 'devlet' ne yapıyor?.. Hiiçç... Aval aval dinliyor!.. Nereye kadar?!?.. Hasan Karakaya/Yeni Akit Yılbaşı geldiği için hiçbir heyecan duymuyorum. Hiç öyle kıpır kıpır oynamıyor bir yanım. Bunun alt tarafı bir 'takvim oyunu' olduğunu bilen hiçkimse de duymuyor ama maksat eğlence olsun... Çünkü onlara 'eğleneceksin' emri verilmiştir. Bu bir paroladır. İşareti de: 'Bol bol da alışveriş yapacaksın'... Yapamayınca da mutsuz olacaksın. Hindi etini zaten pek sevmem. Üstelik bitirilemiyor, kalıyor, 'bayat yemek' sıfatıyla ertesi günlere sarkıyor. Bakınız 'kestaneli iç pilava' hiç itirazım yoktur ama! Tombala oynamaya da IQ düzeyim uygun değil. Yaşım da değil. 'İdrak ettiğin' yılbaşı sayısı altmış dört olunca 'kazasız belasız bir yenisini görür müyüm acaba' endişesi ağır basmaya başlıyor... Yirmi ya da otuz olsaydı o zaman başkaydı tabii... Yılbaşında evde otursam çatlardım. Hadi gene geldi 'yılın bilmemnesi' günleri... Yılın adamı, yılın kadını, yılın takımı, yılın fotoğrafı, yılın olayı... Hiç umurumda değil yılın bilmemnesi kim ya da ne olmuş... Hadi gene geldi bıkkınlık veren 'Noel ile yılbaşı arasındaki fark' yazıları... Siz öyle yapmayınız, çılgınca eğleniniz. Yerlere düşünüz. Sarhoş lumpenlerin arasına karışıp poponuza pandik attırınız. Gündönümünde (25 Aralık) ya da gün-tün eşitliğinde (21 Mart) tepişseydiniz daha bir anlamlı olacaktı. Atalarınız öyle yaparlardı, gündüzün yeniden uzamaya başlamasını ya da öne geçmesini kutlarlardı. Hep merak etmişimdir, masonlar da Venüs gezegeninin (İsis) yeniden ufukta belirmesini kutluyorlar mı? Ya da Sirius yıldızının doğu yönünden kendini göstermesini? Vallahi daha anlamlıdır. Hangi serseri bu alafranga yılbaşını getirmiş en alakasız bir tarihe koymuş? Hadi gene iyi seneler... Engin Ardıç/Sabah 2015 yılının son günü; Türkiye, çok zorlu ama sonraki yılları da belirleyecek bir yılı geride bırakıyor. Haziran ve kasım seçimleri ve 1 Kasım sonucu çözücü ve yapıcı bir seçmen iradesiydi. Çözücü ve yol göstericiydi çünkü özellikle AK-Parti iktidarlarıyla ortaya çıkan ve belirleyici bir siyasi irade gösteren orta sınıf seçmen, hem ekonomide hem de siyasette kendisi için en uygun çözümü gösterdi. Ama bu çözümün yapıcı bir siyasi iradeyle taçlanıp değerlendirilmesi ise, hiç şüphesiz ki daha zorlu bir süreç... İşte 2016 ve sonrası bu sürecin belirlediği yıllar olacak. Önce ekonomiden başlayalım; Türkiye'de yoksul ve orta sınıflar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ifade ettikleri ya da Cumhurbaşkanı'nın onlar için ifade ettiğine inandıkları daha adil ve en üst düzeyde bir refah ekonomisi istiyorlar. 2015 yılı bence bu ekonominin ipuçlarının ve hatta dinamiklerinin ortaya çıktığı bir yıl oldu. Şu anlaşıldı; Türkiye, 2001 krizinden sonra kendisine dayatılan, büyük ölçüde de Kemal Derviş gibi 'dış' figürlerle anlatılan ama artık çağdışı olan ve dışarıya kaynak aktarmaktan ve kriz üretmekten başka bir işe yaramayan 'ithal' riba ekonomisi yolundan vazgeçecek. Ama bu yalnız Türkiye için geçerli bir çıkarım değil, aynı şeyi Brezilya'dan Rusya'ya kadar tüm kriz üreten, dünyanın doğusunda ve güneyinde yer alan ülkeler için söyleyebiliriz. Para politikası olarak yalnız finansal piyasaların istikrarını öne alan ve böyle olduğu için de finansal piyasaların istikrarını bırakın, burada durmadan borç krizi üreten, maliye politikası olarak da yalnız faiz dışı fazlayı öne çıkaran ve ülkenin hiçbir stratejik yatırımını öncelemeyen, dolaylı vergilerle gelir dağılımını daha da bozan, etkin olmayan maliye politikasını, başta Türkiye olmak üzere, tüm gelişmekte olan ülkeler bırakmalıdır. Burada o kadar çok alternatif var ki önemli olan bunların sağlıklı bir şekilde tartışılması... Ama şundan da eminim, şimdiye değin ülkesinin ve bu milletin çıkarlarına değil de 'dışarısı' ne der'e oynayan çevreler ve politikacılar, yine millete rağmen çağdışı olmuş politikalarını dayatacaklar ama biz de bu ülke ile birlikte gerçekleri söylemeye devam edeceğiz. İşte önümüzdeki yıl bu mücadelenin de öne çıktığı bir yıl olacak. Cemil Ertem/Milliyet …Meğerse bir sürü insanın duygularıyla oynamış bu Selahattin. Ertuğrul Özkök gibi, Ahmet Hakan gibi, Şirin Payzın gibi külyutmaz kişileri bile kandırmış. Piyasada bilmeyen yoktur, iyilikten yana bir pırıltı hissettikleri anda, sevgi kelebeğine dönen varlıklardır onlar. O pırıltı kimden neşet ederse etsin. Onlar için önemli olan, 'kimin söylediği' değildir ki! 'Ne söylendiği' önemlidir onlar için. O yüzden siyasette ve medyada birçok kıyıda köşede kalmış kişiyi alıp parlatmışlardır. Yeri gelmiş onlara köşelerinde bol keseden methiyeler düzmüşlerdir. Yeri gelmiş onları ana akım mecralara taşımışlardır. Parlattıkları isimlerin, yürüdüğü yoldan sapmaması için türlü türlü teşvikler vermişlerdir. Hep vermişler, hep vermişler. Söyle bize Sebastian, fedakârlık bu değilse nedir? Konumuz elbette Sebastian değil, Selahattin. Ve bu Selahattin'in onları nasıl oyuna getirdiği. Bizim fedakâr parlatıcıların yolu, bir seçim arifesinde Selahattin'le kesişmiş. Ona inanmışlar. Tayyip Erdoğan'ın karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak çıkarılmış evvela. Sonra HDP'yi ona zimmetlemişler. Kürt siyasi hareketinin tek 'meşru karizmatik lideri' olarak pazarlamışlar onu. Bunları yaparken, Selahattin'in 'Türkiye'ye demokrasi getireceği'ne inanmışlar. Meşruiyetinden sual olunmayacak yeni bir Anayasa yapacağını düşünmüşler. Kürt meselesini kökten çözeceğine kanaat getirmişler. Küresel sermayenin ülkeye hücum edeceğini varsaymışlar. 'Ha tabii bütün bunları yaparken Tayyip Erdoğan'ı devirirse de, hayır demeyiz' noktasında imişler. Belli ki Selahattin, bütün bunları yapacağına inandırmış Ertuğrul Özkök ve arkadaşlarını. Yersen! Fahrettin Altun/Sabah Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la Suudi Arabistan'dayız. Türkiye- S. Arabistan ilişkilerinin 'stratejik boyuta' taşındığı bu gezi birkaç açıdan çok önemli. İki ülkenin 'enerji, ticari, askeri işbirliği' kadar, Ortadoğu'daki sorunların çözümü, İslam dünyasını hedef alan küresel karalama kampanyası ve terörle mücadele noktasında da benzer yaklaşımlar geliştirilmesi söz konusu. Hemen yanı başında Yemen'de süren savaş, nükleer programı ile ilgili anlaşma sonrasında eli rahatlayan İran'ın mezhep temelli radikal dış politikası Suudiler için başlı başına mesele... Öte yandan Rusya'nın kaba askeri yöntemlerle girdiği Suriye'de, İran'la konjonktürel yakınlaşması da mevcut. Moskova'nın Doğu Akdeniz'e kalıcı olarak yerleşme planı ile İran'ın Basra Körfezi'nden Akdeniz kıyılarına kadar uzanan Şii Hilali projesi, kanlı Esed rejiminin kurumsal kimliğinde buluşmuş durumda. Tahran'ın baskı kurduğu Bağdat'taki Merkezi Yönetim'in, DEAŞ'la mücadele kapsamında Musul yakınlarında konuşlu Türk askeri varlığına karşı neredeyse düşmanca tutumu da sürpriz değil. Suriye'nin geleceği açısından Rusya- İran eksenini dengeleyecek yegâne gücün Türkiye- S. Arabistan diplomasi ekseni olduğuna da kuşku yok. Suudiler ayrıca Türkiye- Mısır ilişkilerinin yeniden tanziminde de kilit rol oynayabilecek ağırlıkta. Özetle... Filistin sorununun çözümü, Gazze'ye yönelik İsrail ablukasının esnetilmesi, Batı blokunun 'kontrollü gerilim politikası' ile adeta teşvik ettiği İslam âlemindeki mezhep içerikli bölünme, Suriye'deki iç savaşın sonuna gelinirken sahada alınacak pozisyonlar, Körfez ülkelerinin yeni güvenlik arayışları, İslamofobia ile mücadele gibi kritik dosyalar, Ankara- Riyad hattını belirgin şekilde ön plana çıkarıyor. Israrlı uyarılara rağmen Türk hava sahasını ihlal eden bir savaş uçağının düşürülmesinin ardından Rusya'nın Ankara ile siyasi diyaloğu dondurması ve aceleci yaptırım kararları uygulaması ise enerji tedarik kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışan Türkiye bakımından S. Arabistan'ı özellikli bir yerde tutuyor. Okan Müderisoğlu/Sabah Konu ne? Konu şu: Son zamanların flaş tartışma konusu olan ODTÜ meselesine, hanımefendi de (Zaman yazarı Lale Kemal) dalmış. Hem de nasıl bir dalış... Esasında 'Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Suudi Arabistan ziyaretinde, Mısır engelinin aşılması için Riyad'dan nüfuzunu kullanmasını istediğini' yazacakmış ama daha hayatî gördüğü için ODTÜ meselesine girmiş. Çünkü 'iç ve dış siyasetin artan biçimde inanç üzerinden, mezhepsel düzeyde götürülüyor olmasının etkilerinin üniversitelere de yerleşme tehlikesinin baş gösterdiğini' görmüş ve tehlikeden hareketle, kısaca ODTÜ dediğimiz Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin linç edilmesi girişimleri üzerinde durmanın, 'IŞİD'cilerin eğitim yuvalarını ele geçirmeye çalıştığı bir dönemde' daha yararlı olacağını düşünmüş. Dakka bir gol bir: Hanımefendi, ODTÜ'deki mescit tartışmalarını, 'IŞİD'cilerin eğitim yuvalarını ele geçirme' çalışmalarının bir parçası olarak görüyor... Bitti mi? Bir bölüm öğrencinin (ve örgütlerinin), dini ibadetlerini yerine getirmeye çalışan diğer öğrencilere karşı taarruzunu da 'algı operasyonu' olarak yorumluyor... Ve 'ibadetimiz engelleniyor' diyen öğrencilerin, bu 'algı' üzerinden ODTÜ'yü 'hedef' haline getirdiklerini söylüyor. Bitti mi? Hanımefendi yemiyor içmiyor, Fikir kulüpleri Federasyonu ODTÜ temsilcisi Sinan Bölükbaşı'nın bir açıklamasını buluyor ve uygun yerlerini iktibas etmek suretiyle köşesine taşıyor: ODTÜ'de bir cami ve 15 mescit varmış. Yıllardır bu cami ve mescitlerde isteyen ODTÜ'lü ibadetini yapıyormuş. 15 mescit dururken bazı öğrenciler basketbol sahasında namaz kılıyormuş. Bu durum, şimdi içeride mi dışarıda mı olduğu belli olmayan IŞİD'çi Bayancuk'un, İstanbul'da cami dururken sokakta namaz kılmasını akıllara getiriyormuş... (Görüldüğü üzere 'irtica' diyemeyenler, irtica edebiyatının gerekli etkiyi uyandıramadığını düşünenler, 'IŞİD' diyorlar. İrtica gitti, IŞİD geldi...) Lale Kemal, bu ipe sapa gelmez açıklamayı köşesine taşıdığı gibi, bir de pişkince mesaj veriyor: 'ODTÜ'ye sahip çıkmak, ilme sahip çıkmaktır.' (Neden 'bilim' değil de 'ilim?' Herhalde Zaman okurlarının lisanınca konuştuğunu düşünüyor, kurnaz şey...) Bitti mi? Bitsin... Ve Lale Kemal önce ODTÜ'de (hangi niteliklerde) kaç mescit bulunduğunu, araştırsın, sonra 'ilme sahip çıkmak' türünden tuhaf ve yüz kızartıcı yazılar yazsın... Zahmet olmazsa, mescit talebiyle 'IŞİD faaliyeti' arasında nasıl bir bağ kurduğunu da açıklasın. Ahmet Kekeç/Star Diyarbakır benim evim. Evimi yakmana izin vermeyeceğim ey zalim! Bütün evlerimizi yaktınız. Saraybosna kahroldu, Beyrut gitti, Kahire düştü, Kudüs esir, Gazze hapis, Şam yandı, Bağdat perişan, Basra harap, Halep vuruldu...Hayır, Diyarbakır'ı da yakamayacaksınız! Büyük medeniyetimizin tüm şehirlerini, tüm değerlerini, camilerini, köprülerini, hanlarını yaktınız, yıktınız, işgal ettiniz, esir aldınız. Orada yaşattığımız insanlığı, huzuru, mutluluğu, kardeşliği vurdunuz. Aç gözlü işgalciler, emperyalistler, doymak bilmez petrol müptelaları, muhterisler, hainler, kalleşler... Şehirlerimiz sizlerin yüzünden perişan oldu. Diyarbakır, bu ümmetin şehri, bu ülkenin ortak tarihi, bu toprakların kadim yurdu. Bizim yer yüzündeki evlerimizden, bizim gözümüzün nuru, ağıtlarımızın şehri. Diyarbakır Kürtlerin evi, Türklerin evi, Arapların evi... Keldanilerin, Süryanilerin, Ermenilerin ortak hatıralarının şehri... Asurların, Makedonların, Bizanslıların, Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların, Osmanlıların yadigarı... Diyarbakır bizim evimiz, tıpkı İstanbul gibi, tıpkı İzmir gibi, Ankara gibi, Sakarya gibi. Diyarbakır, büyük medeniyetimizin en nadide şehri, tıpkı Horasan gibi, Buhara gibi, Taşkent gibi, Bağdat gibi, Şam gibi... O şehir, Selahaddin Eyyubi'nin, İdris'i Bitlisi'nin, El Cezeri'nin, şehri. Orası ilim yuvası, irfan yuvası. Orada Hattat Hamid Aytaç, Sezai Karakoç, Ahmet Arif, Ziya Gökalp doğdu. İstanbul işgal edildiğinde 'karagün' diye isyan şiirini, Diyarbakır'dan Süleyman Nazif yazdı. Diyarbakır bizim hazinemiz. Kemal Öztürk/Yeni Şafak Uluslararası medyanın Türkiye yayınlarındaki maddi hataları tespit eden ve bu bölgeye yönelik Oryantalist ve İslamofobik bakışla dalga geçen Kebab and Camel sitesi 2015'in en başarısız öngörü ve temalarını tespit etmiş. Listeden bir seçki yapalım: 1- 2015 yılının Mart ayında Türkiye Nato'dan uzaklaşıyor başyazısını yayınlayan New York Times'ın bu muhteşem tespiti Türkiye'nin Rusya savaş jetini düşürmesi ile bu yılın en iddialı yanılgılarından biri oldu. 2- Haziran seçimlerinden önce Türkiye'de seçimlerin hileli olacağı iddiasını sütunlarına taşıyan yayın organlarının AK Parti'nin oy kaybettiği seçimlerden sonra bu iddiaya hiç vermemesi lakin Kasım seçimlerinden sonra tekrar bu argümana sığınması yılın en çaresiz girişimlerindendi. 3- Selahattin Demirtaş'ı 'Kürt Obama,' Figen Yüksekdağ'ı ise 'Türkiye'nin en önemli kadını' ilan eden Guardian ve Politico ise habercilik iddiaları olmasa, komedi alanında epey başarılı sayılabilirlerdi. 4- HDP'nin barajı geçmesi ile Türkiye'deki otoriterleşme eğiliminin son bulacağı iddiası ile Türkiye demokrasisini kurtarmak için HDP'ye oy verin çağrısı yapan the Economist ve diğer yayın organları Türkiye üzerine bir süre siyasi öngörü yapmamayı denese isabet olabilir. 5- Gülen cemaatinden bahsederken 'ılımlı' ve 'Sufi' sıfatlarını eksik etmeyen, ancak bu grubun devlete sızan yapısı, yasa dışı dinlemeleri, delil sahteciliği, yolsuzluk ve espiyonaj faaliyetlerinden hiç bahsetmeyen medya kurumları ise yayında seçicilik üzerine bir ödülü hak etti. 6- Türkiye'nin IŞİD'e destek verdiği iddiası yönünde yoğun bir kampanya yapan uluslararası medya organlarının, Türkiye'nin IŞİD karşıtı koalisyona katılması ve daha da mühimi Rus jetini vurmasından sonra bu iddiaları birden unutuvermesi ise elbette ancak objektif ve araştırmacı gazetecilik refleksleri ile açıklanabilecek bir çark ediş oldu. Ceren Kenar/Türkiye F. Gülen'in lideri olduğu iddiası ile yargıda 'Paralel Devlet Yapılanması/Fethullahçı Terör Örgütü' (PDY/FETÖ) davaları başladı. Sınav yolsuzluklarından, telefon dinlemelerine, kumpas davalarından Hrant Dink cinayetine kadar pek çok konudaki iddiaların doğruluğu araştırılıyor.Devlete, yargıya ve toplumun büyük bir ekseriyetine göre, şu anda Türkiye'yi en çok meşgul eden iki tehdit var. Birincisi, Kürt siyasi hareketinin terörü meşrulaştıran bölücülük hamlesi. Şu anda devlete açıktan meydan okuyorlar. Son Diyarbakır'daki Demokratik Toplum Kongresi'nde yayınlanan ve HDP'nin de onayladığı 14 madde 'vatan toprağının ayrı bir parçası üzerinde bağımsız devlet' talebini bile içeriyor. Demokratik çizgiden ve halktan ümidini kesen HDP, artık 'hendek partisi'dir. Demirtaş, askerimizi, polisimizi şehit eden, okul-cami bombalayıp yakan PKK'lı teröristleri 'kahramanlar' olarak selamlamakta, devam eden silahlı direnişi başlatanlara teşekkür etmektedir. İkinci tehdit 'Legal görünümlü, İllegal Yapı' diye adlandırılan Gülen Hareketi'dir. İki tehdidin de ortak yanı devlet ve hükümet ile mücadele etmeleridir. Devlete paralel güç devşirme peşindeki bu iki yapı, devlete paralel iken birbirine de paraleldirler. Her iki yapı da AK Parti iktidarında Türkiye'nin otoriterleştiğini, Erdoğan'ın diktatörlüğe doğru gittiğini, Brüksel, Washington ve şimdi de Moskova gibi merkezlerde Türkiye'yi gammazlama malzemesi olarak kullanmaktadır. Gülenistler, ABD'de onursuz muhbir lobileri ile milletvekilleri ve senatörlerden Erdoğan ve hükümet aleyhine imza topladılar. Her iki yapı da, 'Bir dönem ülkemizi DAİŞ terörüne göz yuman, destek veren ülke gibi göstermek için çok yoğun propaganda yürüttüler.' Yürütüyorlar... MİT TIR'larının durdurulması ihaneti, bunun için tezgâhlandı. Her iki yapı da, Kürt meselesinin görünürde silahsız, demokratik yoldan çözülmesi taraftarı olduklarını söylese de, çözüm sürecini dinamitlemek için ellerinden geleni yaptılar. Hüseyin Gülerce/Star Bu kişiler 7 Haziran'da da, 1 Kasım'da da Demirtaş üzerinden/özelinden HDP'ye övgüler dizmiş, yetmemiş/yetinmemiş okuyucularından da HDP'ye oy vermelerini istemişlerdi. Bunu yaparken de birincil derecede Demirtaş'ın ağzından HDP'nin Türkiye partisi olmaya doğru evirildiğini gerekçe olarak zikretmişlerdi.Şimdi Demirtaş, söz konusu Kurul'da 'Kürdistan' diye Türkiye'den ayrı/ayrık bir yapılanmadan bahsediyorsa Türkiyeli olma iddiasının havada asılı kaldığından, anlamsızlaştığından bahisle aldatılmış olduklarını söylüyorlar. Bu 'söz' doğru bir söz değildir. Bu 'itiraf' samimi bir itiraf değildir. Bu hal normal insani bir hal değildir. Dün, Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan ve diğerleri 'HDP bir Türkiye partisi olma yolunda' derken, söylediklerine kendileri de inanmıyordu.Hürriyet gazetesinde köşe sahibi olmuş, bunca yıldır halkı aydınlatmaya talip olmuş, başkalarından daha fazla şey bildiğine inanarak yol göstericiliğe soyunmuş bu kişilerin, geçmişi ve bağlantıları ortada dururken HDP'nin Türkiye partisi olacağına, yani normal ve meşru bir siyaset zemininde yol alacağına/alabileceğine inandıklarına biz inanmaya kalkarsak ortaya çok farklı ve çok başka bir durum çıkar.Bu kişiler, bu kadar mı idrak yoksunu, bu kadar da mı izan yoksunu, bu kadar mı fikir fakiri, bu kadar da kör ve cahil mi sorusu gündeme gelir ki; doğrusu bu değildir. Ancak ortada bir 'aldatma' hali olduğu da izahtan varestedir. Aldatılan söz konusu Hürriyet yazarları değil, Türkiye halklarıdır. Onlar bile-isteye, HDP'yi allayıp pullayarak tercihe şayan göstermek istemişlerdir. Bu noktada, eğer gerçekten bir itirafta bulunmak istiyorsa bu zevat, halkı aldatmaya yönelik teşebbüslerine dair bir itirafname yayımlamalılar. Hüseyin Besli/Akşam