Cumartesi sabahı kısa süren, her zamanki gibi duygusuz, ruhsuz, sevimsiz bir İstanbul seyahatini daha noktalayıp 'Şükürler olsun yaşadığım yere' diye diye,evime vardım.
Allah akıl fikir versin orada yaşayanlara. Daha doğrusu zaman dolduranlara. Yaşamak değil o.
Savaş, entrika, yağlı güreş, kuyu kazma, iş çevirme, ihanet, arkadan vurma, frensiz dedikodu yapma gibi ortamların içinde, zaman doldurma diyelim biz ona. İzmirli olup da burada sevdiğim, bayıldığım arkadaşlarım bile; İstanbullu olunca bir tuhaflaşıyorlar.
Bedenlerine zehir zerkedilmiş, ruhları karanlık tarafa daha yakın...
OKSİJEN ÇADIRINA GİRDİM
Her zamanki gibi ayağım yere değer değmez; İzmir toprağını öpecek, karşılaştığım ilk insana da "N'aber abi ya özledim valla?" deyip sarılacaktım da, abartmayayım dedim.
Önce anneme uğrayıp Cacık'ı aldım. Cacık her zamanki gibi şanına yakışır bir kedi kaprisi yaptı bana tabii... Bitmek bilmez şikayet miyavlamaları, yanıma geliyormuş gibi yapıp son anda ters manevrayla aksi yöne kaçma hareketleri falan. Neyse alıştım artık.
Ardından ver elini evim, al kalbimi Alaçatı!
Yemin ederim; sanki bir anda oksijen çadırına girdim. Şahane bir hava, ısıtan ama yakmayan bir güneş, esen ama üşütmeyen bir rüzgar.
Cacık'ı ve eşyaları eve attığım gibi, koşa koşa vardım pazara. Yine otların, fasulyelerin, balıkların, karpuzların üstünde yuvarlanasım geldi ama bu kez daha coşkulu.
Tezgahtaki her sebzeyi pişirmek istedim ama hemen o an! Çünkü İstanbul'da insanlar; evlerinde yemek pişirip dostlarla masada uzun sohbetler yapmayı sevmiyorlar.
Zaten buna ne enerjileri, ne de güçleri kalıyor. Malum, yaşadıkları şehir, şehir değil, bir un öğütücü. Kimsenin evi, kavrulmuş soğan kokmuyor. Ki benim için evi 'yuva' yapan kokudur o.
Bizim burada yaşam şeklimiz ne?
Zeytinyağlılar, mangalda balıklar ve ne kadar kalabalık olursa o kadar bereketli sofralar.
O masada tartışılan konular, zararsız dedikodular, bazen gözyaşları ama genelde savrulan ölçüsüz kahkahalar. Kısacası sofrada pekişen dostluklar.
İZMİR SENİ PAŞA GİBİ AĞIRLAR
Bu taraflara tatile gelenlerin; niye kendi şehirlerine dönmek istemediklerini, daha iyi anlıyorum. Çünkü İzmir; ne zaman kapısını çalsan, seni gördüğüne sevinir. Paşalar gibi ağırlar. En sevdiğin yemekleri, bir çırpıda pişirip önüne koyar. Kasmaz, germez, rahat ettirir. Huzur verir. Gülen yüzünü esirgemez.
Zariftir, görgülüdür, incitmez. Zarafetinin, inceliğinin yanında; damarında akan efe kanıdır aynı zamanda. Güven verir, sırtını dikleştirir.
Kısacası İzmir bu memleketin anne evidir!