Editörün seçtiği günün köşe yazıları Yıllar sonra bu olayın içyüzünü öğrenmiş ve yazmıştım: O sabah Devlet Bakanı Cavit Çağlar, Başbakan Demirel'e gider ve 'Özal'ı çıldırtalım mı?' diye sorar. Demirel 'Nasıl yapacaksın?' diye zımni onay verince, Cavit Çağlar zirveye katılmak üzere olan Cumhurbaşkanı Özal'ın yanına gider ve 'Sayın Cumhurbaşkanı. Bu zirveye şeklen katılıyorsunuz. Sizin imza yetkiniz yok' der. Özal da gerçekten çıldırır ve zirveye katılmaz, Marmaris'e geri döner. Cumhurbaşkanları ile başbakanların aralarının açık olmasına tek örnek bu olay değildir. Mesela Karadeniz Ekonomik İşbirliği zirveleri, bu tür gerginliklere daha sonra da sahne olmamış mıdır? 2007'nin haziran ayında İstanbul'da toplanan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Zirvesi'nde konuklar onuruna birer yemek daveti veren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Tayyip Erdoğan birbirlerinin davetlerine katılmamışlardı. Erdoğan'ın Çırağan Sarayı Enderun Salonu'nda verdiği yemek sırasında Sezer, otelden ayrılarak, Cumhurbaşkanlığı'na ait Tarabya'daki Huber Köşkü'ne gitmişti. Aynı akşam Erdoğan da, Sezer'in Dolmabahçe Sarayı'nda verdiği akşam yemeğine bir başka programı olduğu gerekçesiyle gitmemişti. Mehmet Barlas/Sabah İddiasından sınanırmış insan. ABD Başkanı Donald Trump'ın İsrail'in Tel Aviv Ben Gurion havalimanına inişini Fransız TV'sinden canlı olarak izlerken, seçim kampanyası dönemindeki vurgularını teker teker toparlamaya çalıştığını düşünüyorum ABD'nin yeni başkanının. Şimdiye kadar herhangi bir ABD Başkanı'nın maruz kalmadığı bir sistem direnciyle karşı karşıya Trump. Dolayısıyla ilk yurtdışı seyahatinde de bu iç dirence dayanmasını olanaklı kılacak bir parkur belirlemiş kendisine. Cam kırıklarını temizlemeye çalışıyor. İlk durak Suudi Arabistan. Burada Arap ülkelerinin ve bazı Müslüman ülkelerinin liderlerine yaptığı konuşma ile kampanya döneminde verdiği İslam ile ilgili mesajlara format atmaya çalıştı. Suudi Arabistan seyahatinde imzalanan 280 milyar dolarlık anlaşmanın ısıttığı ortamda Müslüman ülkelerin liderlerinin bir kısmıyla bir araya gelen Trump, burada İslam ülkelerine daha barışçıl mesajlar verme çabasındaydı. Bir anlamda, kampanya döneminde gerçekleşen 'öteki' başlıklı sınıflandırmadan 'işbirliği yapılabilir müttefik' formatına gidişat diyebiliriz. Müslüman ülkelerle, 'terörle mücadele' öncelikli olsa da bir zemin yakalama çabası. Elde var bir. İkinci durak İsrail. Yine kampanya döneminde Arap ve Müslüman ülkeler kadar Avrupa ülkelerinin de tepkisini çeken Tel Aviv'deki ABD Elçiliği'nin Kudüs'e taşınma vaadi ile İsrail'in verdiği gizli bir bilgiyi Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'a sızdırdığı suçlaması arasında gidip gelen bir sarkaç. Her halükarda, Trump, İsrail'den bagajına yüklü bir enerji almayı planlıyor. Zira bu satırları yazarken, Trump İsrail'deki temaslarını sürdürüyor olacak. Sonra Filistin lideri Mahmud Abbas ile olan görüşmesi için Beytüllahim'e geçecek olan Trump, buradan İtalya'ya uçacak. Elde var iki... Papa Francis ile de yine kampanya döneminde gerilimli notlar düşülmüştü Trump'ın hanesine. Burada da format atılacak. Elde var üç... 25 Mayıs NATO zirvesi ve marjında pek çok Batılı liderle buluşması. NATO'ya üye diğer ülkelerin de harcamalara daha fazla ortak olmaları çağrısıyla, bu cephede de tartışılmıştı. Ve ardından Sicilya'da G7 zirvesi. Elde var dört ve de beş. Beş güçlü kart ile elini güçlendirme çabasında Donald Trump. İçeride kendisini 'şimdilik yasal yollarla' görevden el çektirmeye yeminli görünen sistemle mücadele ederken, seçim kampanyası döneminde kırıp dökmese de çatlattığı ilişkilere format atıp, güç toplayarak Washington'a dönme planı yapıyor Trump. Saadet Oruç/Star Kabul edelim ki AK Parti'nin her olağanüstü kongresi, kendi içinde yeni ve farklı yaklaşımları da beraberinde getirdi. Örneğin, Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlığı döneminde, birbiri ardına paketler açıldı. Hatta IMF politikaları örtülü de olsa sürdürülmek istendi. O kadar çok eylem planı vardı ki odaklanma ve içselleştirme söz konusu olamadı. Başbakan Binali Yıldırım ise kırıp dökmeden ekibi bir arada tutmaya hem başlanan işleri bitirmeye çalıştı hem de yapısal bazı tedbirleri hayata geçirdi. Ancak daha dosyaların kapağını aralamaya fırsat bulamadan FETÖ'cü darbeyle karşılaştı. Darbe girişiminin tahribatının giderilmesi ise ana önceliğine dönüştü. Gelinen noktada, 2019'daki seçimleri göz ardı etmeyen, popülizme kaçmayan, şimdiye kadar açıklanan plan ve programları güncelleyen, seçilmiş hedeflere ağırlık veren ve kısa-orta vadede gözle görülür sonucu olan icraatlar tercih edilecek. Kuşkusuz, fiyat istikrarı yani tek haneli enflasyona ulaşma çabası, kamu maliyesini iyileştirme gayreti, reel faiz marjını minimuma indirme arzusu devam edecek. Tabii ki ekonomi yönetiminde gerek bakan gerekse bürokrat seviyesinde değişiklikler yaşanması da sürpriz olmayacak. Netice olarak... Az zamanda çok ve büyük işler başarabilen, takım çalışmasına yatkın, sonuç odaklı çalışan, 'Önce ülkem, sonra partim, sonra ben' ilkesini benimsemiş isimlerle özellikli bir dönem bizleri bekliyor. Okan Müderisoğlu/Sabah AK Parti, zaten son 15 yıllık başarılarını 16 Nisan'da yapılan şeyi kendi hareketinde ilke edinmesi sayesinde elde etti. Millet iradesini hiyerarşinin en tepesine koymak, milletin taleplerini siyasete tercüme etmek ve gerçekleştirmek... Vesayetin karşısına çıkardığı, sonra uluslararası güçlerin açıkça devreye girdiği engellemelerde, millet Erdoğan ve AK Parti'ye her zaman sahip çıktı. 'Dik dur eğilme, bu millet seninle!' sloganı bu rasyonel ilişkiyi özetliyordu. Ama artık sadece Erdoğan ve AK Parti'yi bağlayacak ilkesel bir tercih değil, tüm siyasi ve kamusal hayatı kapsayacak bir mecburiyet ile karşı karşıyayız. Millet iradesi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kurumsallaşmıştır. Siyaset, bürokrasi, sivil toplum, medya, sendikalar, odalar, işdünyası ve kamusal alanda boy gösteren hangi kesim varsa, patronu millet olmuştur. Burada millet derken, 80 milyonun tamamını kast ediyorum. 16 Nisan'da 'hayır' oyu veren vatandaşlarımız da, süreç içerisinde yeni sistemin avantajlarını fark ve takdir edeceklerdir. 15 Temmuz'u 16'ya bağlayan gece, o en zor anda Facetime'da milletine seslenen Cumhurbaşkanı'nın 'Ben hayatımda milletimden başka güç tanımadım' sözleri kulağımızda çınlıyor. Bu zihniyetin kurumsallaşmış olması aziz milletin başarısıdır. Haliyle, bu şiarla hareket etmiş, bu tarihi değişimin siyasi taşıyıcısı olmuş Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın partisiyle kurduğu ilişki, yeni dönemin en önemli dinamosu olacaktır. 200 yıllık sıkıntılı bir sürecin parantezini kapatmış olduk. Artık her aktörün işi çok daha zor. Bu zorluk, pozitif bir değişimi ima ediyor ve Türkiye demokrasisinin güçleneceğini gösteriyor. Artık hiçbir cumhurbaşkanı adayı, hiçbir parti, yüzde 50+1'i ikna etmeden yönetme ehliyetine sahip olmayacak. Olduğunda ise sığınabileceği bir mazereti olmayacak. İktidar, bundan böyle millet iradesi dışında herhangi bir yerde aransa da bulunamayacak. Millet iradesinin bu kadar güçlendiği yerde, Türkiye normalleşme, rasyonelleşme, kendi gündemini kendisi belirleme, liyakate dayalı iş yapma ve uzlaşma imkanlarına sahip olacak. Uyum gösteremeyenler, maslahat güdenler de tasfiye... O yüzden, özellikle siyasi partilerin neyin ne ölçüde değiştiğini iyi anlamaları gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında bunu anlatmaya çalıştı özetle. AK Parti dahil olmak üzere tüm siyasi partiler bu değişime hızlı şekilde uyum göstermek durumunda. Markar Esayan/Akşam '80 milyonu kucaklama', 'herkesin birinci sınıf vatandaş olduğu' ve ötekileştirmeninolmayacağı vurgularının hemen yanı başında 'çıkılan yolda yürüme' azmi debulunuyordu. Kuşkusuz, 'mücadele' vurgusu Erdoğan'ın salondan en çok alkış aldığı yerdi: 'İster 3 Kasım 2002'de olduğu gibi Meclis'e sokmasınlar, ister 2008'de olduğu gibi partimizi kapatmaya çalışsınlar, ister 2013'te olduğu gibi sokakların altını üstüne getirsinler, ister 15 Temmuz'da olduğu gibi darbe yapıp canımıza kastetsinler ne yaparlarsa yapsınlar biz bu yoldan dönmeyeceğiz.' Seçmenle, tabanla etkili iletişimi siyasetinin merkezine koyan Erdoğan, 'mücadele etme' olgusu üzerinden yepyeni bir siyasi bilinç üretti. 'Mücadele' fikri, hizmeti, çat kapı millete ulaşmayı ve davası uğruna dik durmayı kapsamakla kalmıyor. İkinci bir önemli olguyu beraberinde taşıyor: reform kararlılığı. Reform denilince sadece bir dönemin 'demokratik açılım' hamlelerini düşünmemeliyiz. Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi-ekonomik atmosferin gerektirdiği 'değişimi ve dinamizmi' de hatıra getirmeliyiz. Zira 2013'ten itibaren içine sokulduğumuz türbülansa direnme iradesi reform kararlılığından ayrılamaz. Üç terör örgütü (DEAŞ, PKK ve FETÖ) ile mücadelenin kurumlarımıza verdiği hasarın giderilmesi de reform gündemine dahildir. Yine Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş sürecinde yürütmenin yeniden yapılandırılması konusu reform ajandasının başında bulunmakta. Ve elbette uluslararası aktörlerle (ABD, AB, Rusya ve Çin gibi) yeni bir 'birlikte çalışma' arayışı da bu ajandanın içinde. AK Parti'nin geleceği ise 'reform' fikri, hissiyatı ile iç içedir. İki yönlü bir meydan okumaya cevap verilmesi gerekiyor. Hem yeni bir hükümet sisteminin uyum yasalarını çıkarmak lazım. Hem de vesayetle mücadele edilirken yıpranan kurumların yeni bir ruhla inşa edilmesi mecburiyeti bulunuyor. Bunun için de önümüzdeki altı ay ya da bir yıllık bir süreçte terör örgütleriyle mücadelenin geri dönülemez noktaya taşınması ve toplumsal tamirat dönemine geçilmesi lazım. Ezcümle, AK Parti'nin geleceği de Erdoğan'ın yolu da 'mücadele ve reform' ikilisinin altın dengesinden geçiyor. Partisinin seçim performansının düşüşüne hiçbir şekilde müsaade etmeyen Erdoğan'ın genel başkanlığında teşkilatların canlanması ve gençlerin seferberliği gerçekleşecek. Burhanettin Duran/Sabah Çünkü bugün AB'nin genişlemesi durduğu gibi, AB giderek bir birlik olma özelliğini yitirmekte ve üye ülkelerin tümünün kazandığı bir ekonomik, siyasi entegrasyon olmaktan çıkmaktadır. Tam aksine AB, burada kendisini ekonomik ve siyasi lider ilan eden Almanya ve onun çaresiz takipçisi bir kaç kuzey ülkesi dışında, hiçbir ülkeye orta ve uzun vadede ekonomik zenginleşme, refah ve siyasi olarak da daha fazla demokrasi vaat etmemektedir. Almanya'nın da sorunları, AB'nin bu haliyle, yakın zamanda çözülecek sorunlar değildir ve Alman ekonomisi yüksek verimliğine rağmen iki temel sorunla karşı karşıyadır. Birincisi, sorunlu emek/teknoloji bileşimi karları sürekli düşürmekte ve teknoloji verimliliği hem yüksek işgücü maliyetleri hem de pazar sorunu nedeniyle büyümeye net katkı yapamamaktadır; bu da Almanya'nın ikinci temel sorunudur. Zaten Almanya bu pazar ve yüksek maliyetli işgücü sorunu nedeniyle Yugoslavya'da soykırıma varan katliamlar yaparak bu coğrafyayı parçaladı ve kendi uydusu, pazarı olabilecek ülkeler amaçladı. Almanlar kendilerine Nazi denmesine çok kızıyorlar ve o tarihi hatırlamak istemiyorlar ama Hitler'in yaptığının küçük versiyonunu Doğu Avrupa coğrafyasında doksanlarda yine yaptılar. Yakın zamanda da benzerini Türkiye merkezli olmak üzere yapmaya çalıştılar ama Türkiye'nin Yugoslavya olmadığını yaşayarak öğrendiler. AB ekonomisinin bize göre gerçek sorunu, Almanya gibi merkez ülkelerde, geleneksel sektörlerdeki yüksek verimliliğe rağmen, bu sektörlerin çok ciddi bir pazar sorunuyla karşı karşıya kalmalarıdır. Öte yandan, yüksek teknoloji içeren sektörlerde ise yine rekabet baskısıyla birlikte, düşük kâr oranları AB ekonomisinin temel sorunudur. Almanya ve Fransa gibi merkez Avrupa ülkeleri başta enerji olmak üzere, yükselen maliyetler nedeniyle geleneksel sektörlerde Asya ülkeleriyle rekabet zorluğu çekiyorlar. Buna euro'nun da değerli olmasını eklerseniz Almanya ve Fransa'nın üzerindeki resesyon baskısının devam edeceğini söylemek zor olmaz. Bu soruna Macron da çözüm bulamaz. Ancak yeni Fransa Cumhurbaşkanı AB'nin bu halini reddedip, yeni AB için, bir genişleme stratejisi için liderlik yapabilirse bu sorunun çözümü için adım atabilir. Adriyatik ve Balkan coğrafyası şimdi bitmekte olan Almanya merkezli birlikle devam edemez. Mesela Slovenya gibi ülkelerin yangından mal kaçırırcasına, Almanya'nın baskısıyla AB üyesi yapılması da Almanya'nın bu ülkeleri yutma planının bir parçasıdır. O zaman karşımıza ilk önce Balkan ve daha sonra Adriyatik ülkelerini de içine alan ve Türkiye ile devam ederek, Ukrayna ve Gürcistan'a hatta Azerbaycan'a varan yeni bir birlik perspektifi çıkıyor. Bugün Türkiye zaten Güney Gaz (enerji) Koridoru ile Kafkasya ile Adriyatik'i birbirine bağlıyor. Bu enerji hattı, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattıyla da kardeştir ve bu hat, Marmaray'la Çin'den gelen demiryolu ağını Avrupa'ya bağlar ki bu yeni İpek Yolu'nun ta kendisidir. Öte yandan, İngiltere'nin Brexit süreciyle birlikte yeni ikili ticaret anlaşmaları yapacağı bir döneme de giriyoruz. Böyle olunca... İngiltere'nin Brexit süreci, Çin'in 'tek kuşak, tek yol' projesi, Türkiye'nin yeni büyüme arayışları, Rusya'nın Avrasya Birliği'ni enerji ve ticaretin yeni entegrasyonu olarak yeniden inşa etme zorunluğu... Bütün bu tarihi ama güncel arayışlar, bizim karşımıza 19. ve 20. yüzyılda çizilen dünyadan çok daha farklı bir dünya imkânını çıkartıyor. Cemil Ertem/Milliyet Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yeniden AK Parti'ye dönüşü AK Parti için yeni bir doğuş anlamına geldiği gibi genel siyasetin taşlarını da yerinden oynatacak derin bir değişimdi. Başta ana muhalefet CHP olmak üzere mevcut siyasi partiler bu gerçeği erken fark edip harekete geçerler mi bilemem ama önünde sonunda yüzleşecekler. Çünkü artık siyaset yapma biçimi, dili ve şartları da kökten değişiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kongrede öncelikle kendi partisine bu yeni döneme hazır olmaları gerektiğinin sinyalini verdi. Önce kongrenin önemini dikkat çekti: 'Büyük kongrelerimiz hasret giderme, parti organlarında görev alacak arkadaşlarımızı belirlemenin yanında muhasebe ve murakabe yapmanın da vesilesidir.' Sonra da siyasetle ilgili şu çarpıcı tespiti yaptı: 'Vesayetin kıskacındaki siyasi partilerinmilli iradeyle irtibatları tamamen kesilmişti. Devletle siyaset, siyasetle ahlak arasındaki ilişki kirlenmişti.' Ve sözü parti teşkilatlarına getirdi: 'Üye sayısı 10 milyona ulaşan bir parti 80 milyona ulaşmada sıkıntı çekemez, çekmemelidir. Hiçbir şey insani temasın, yüz yüze görüşmenin yerini tutamaz. Her vatandaşın halini hatırını sormalı derdini dinlemeli, her yöntemle kendileriylealakadar olmalıyız.' Yeni siyasi dönemin en kritik siyasi şifreleriydi bunlar. Bunları söyleyen de üye sayısı 10milyona ulaşan, yüzde 48.9 oy alan bir partinin doğal lideri. Şimdi kendi eliyle çıtayı dahada yükseltip yüzde 50 artı 1 yaptı. Bunun, siyasi tarihimizdeki karşılığı devrimdir. Böylece yıllardır tartışılan ve gerekçesi kimilerine göre istikrar, kimilerine göre Refah Partisi veya HDP çizgisi için olan yüzde 10 barajı artık tarih oldu. Elbette bu gerçek çağın gerisinde kalmış Siyasi Partiler ve Seçim kanunlarının değişmeyeceği anlamına gelmiyor. Artık yüzde 10 barajının önemi kalmadı. Hatta farklı toplumsal kesimlerin Meclis'te temsili ve temsilde adaletin sağlanması için baraj sıfır bile olabilir. Ama bir parti iktidar olmak, halka hizmet etmek istiyorsa artık baraj yüzde 50 artı 1. Yüzde 20'ler veya 25'lerle muhalefette iktidar olma lüksü de bitiyor. Bu değişim, parçalanmış siyaset dönemini sona erdiriyor. Mahmut Övür/Sabah Pensilvanya'daki Locaefendi'nin İzmir'deki Papazı olarak 'çok özel bir vazife' yapan Andrew Brunson ABD için o denli önemli ki; Trump, Erdoğan'dan bu elemanın iadesini yirmi dakikalık görüşmede üç kez istedi. İzmir Alsancak'taki Protestan Kilisesi'nin rahibi Brunson'ın, FETÖ'nün Ege Bölge İmamı Bekir Baz ile ilişkisini gösteren belgeler var. FETÖ'nün, papazına 'balya' indirdiği de tespit edilmiş... Lafı uzatmadan söyleyelim; mevzubahis Papaz, sahada Paralel Yapı birlikte çalışan bir CIA ajanı! Rahipliği mi; bunca zamandır Mister Brunson'ın asıl mesleğini yani ajanlığını perdeliyordu. Yirmi yıldır eşiyle birlikte İzmir'de yaşayan bir ajandan söz ediyoruz! Tamer Korkmaz/Yeni Şafak Sözüm ona dünya tarihinde bir aydınlanma süreci yaşandı. Sözüm ona modern zamanlardayız. Sözüm ona insanoğlu rasyonel bir aktör. Böylesi bir dünyada nasıl bu kadar radikalleşebiliyor bir örgüt? Hepsi birer zombi. Beyni yerinden sökülmüş omurilik soğanıyla çalışan çürük yaratıklar. Bunları hakaret olsun diye söylemiyorum. Gerçekten. Durumu tarif etmeye çalışıyorum. Ortadaki olguyu başka türlü tarif etmek kolay değil. Bilinçsiz bir şekilde darbeye kalkışmak ve darbe teşebbüsü sonrasında bile hala robot gibi tepki vermek başka türlü açıklanamaz. Genel olarak hepsini anlamak oldukça zor. Fakat general seviyesine kadar gelebilmiş adamların bu hale gelişini anlamak çok daha zor. İki soru var ortada. Bir, general seviyesine gelebilmiş bir adam, nasıl olur da kendi iradesini böyle bir örgüte teslim eder? İki, general seviyesine gelebilmiş bir adam nasıl olur da böyle bir darbeyi başarabileceğine inanır? Yani hem kişisel iradeleri sorunlu, hem de askeri kabiliyetleri. Aklı başında bir insan kendini böylesine zombileştirmez. Ortalama bir asker bu ülkeyi böylesi bir darbe ile kontrol edemeyeceğini bilir. Görünen o ki bunlar ne insan ne asker. Ama bir şekilde general seviyesine kadar gelebilmeyi becerebilmişler. Nasıl olup da bu noktaya kadar gelebildiklerine dair bir çok spekülasyon yapılıyor. Eski askerler genelde hükümeti suçlama eğilimi içinde. Ama bu eski askerler 28 Şubat'ta bu FETÖ'cüleri neden bulup ordudan uzaklaştıramadıklarını açıklayamıyor. 'İrticai faaliyette bulundu' diye birçok subayı ordudan atarken neden bu FETÖ'cüleri atmamışlar? Aslında amacım birilerini suçlamak değil. İnsan olamayacak kadar iradesiz asker olamayacak kadar beceriksiz bu güruh örgütlü hareket ettikleri için örgütsüz hareket eden genel kitleye oranla bu tür bürokratik mekanizmalarda yayılma ve güçlenme şansına daha fazla sahiptir. Bu yüzden tarafların birbirini suçlamak yerine bu örgütün doğasını anlamaya ihtiyacı var. Şimdi bu darbecilerin tepe kadrosu yargılanıyor. Dün ilk kez mahkemeye çıkartıldılar. Benim için ve belki de çoğumuz için onlar vicdanlarda zaten mahkum oldu. Bırakalım hukuk işlesin ve hak ettikleri cezayı kessin. Fakat sosyal bilimcilerin bu gibi marjinal ve radikal grupları ciddiyetle çalışması gerektiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Modern toplumlarda bu tür radikalleşmenin neden ve nasıl doğduğunu çalışmak çok önemli sonuçlar doğuracaktır.. Hasan Basri Yalçın/Takvim ABD Kuzey Suriye'de DEAŞ'a karşı PYD/YPG/PKK üçlüsünü kullanmaya devam ede dursun Türkiye ise Fırat Kalkanı bölgesinde çok iyi yetişmiş bir Özgür Suriye Ordusunu (ÖSO) geliştirmeye ve güçlendirmeye devam ediyor. Amerikalı generaller ÖSO'nun denenmemiş ve ciddi bir güç olmaktan uzak olduğu konusunda Başkan Donald Trump'ı ikna edip Rakka operasyonunu da PYD/YPG/PKK üçlüsünü ile götürmeye ikna etmişti. Ama bu arada ÖSO güçleniyor. Fırat Kalkanı operasyonları sırasında ÖSO ve Türk askerlerinin başarısını gören diğer muhalif gruplar da ÖSO'ya katılmaya başladılar. ÖSO'nun gücü 2-3 bin kişiden, en az 10 bine çıkmış durumda. Askeri kaynaklara göre Türk Silahlı Kuvvetleri Fırat Kalkanı harekâtının ilk safhasını tamamladıktan sonra 29 Mart 2017'den itibaren ÖSO gruplarını yoğun bir program kapsamında askeri eğitime yönlendirdi. Türkiye sınırına yakın bölgelerde yeni eğitim kampları kuran ÖSO grupları, TSK'nın denetiminde, hem kıdemli mensuplarına hem de son dönemde katılan çok sayıdaki yeni mensuplarına eğitim veriyor. Kamplarda çeşitli silahların kullanımı öğretiliyor, ayrıca yoğun fiziksel eğitim de veriliyor. Eğitimlerin çoğu bölgedeki arazi şartları göz önüne alınarak bire bir operasyon icra edilen arazilere benzer bölgelerde icra ediliyor. ÖSO mensupları daha önce de eğitim kaplarına alınmıştı ancak yeni kurulan kamplarda TSK Özel Kuvvetlerine mensup personel tarafından kendilerine daha örgütlü bir eğitim veriliyor. TSK'nın Suriye'deki harekâtını bitirmesi üzerine, ÖSO yetkilileri kalabalık savaşçı gruplarının eğitimine artık daha fazla zaman ayırabiliyor. Ayrıca ÖSO mensuplarında önceki çatışmalarda görülen zafiyet ve eksikliklerin giderilmesi yönünde de verilen eğitimler sonucunda önemli gelişmeler kaydediliyor. Bölgede görüştüğümüz askeri yetkililer 'Artık sahada eski ÖSO yok, yeni bir ÖSO doğuyor. Eğitime alınan bu ÖSO mensupları ileride yapılacak muhtemel operasyonlarda farkını gösterecek' tespitinde bulunuyorlar. Yani eğitim kamplarında birebir muharebeyi, havan, roketatar, orta ve hafif makinalı silahlar gibi her türlü silahı kullanmayı öğrenen ÖSO mensuplarının bir yıl öncesine göre eğitim seviyelerinde büyük bir ilerleme var ve ilerde her hangi bir çatışmada üstün başarı gösterecekleri bekleniyor... İşte bu herhalde ABD generallerini çok mahcup edecek... Ama Türkiye yalnız Suriyeli muhalifleri askeri alanda güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda Fırat Kalkanı ile kurtarılan bölgelerde halka her türlü hizmeti götürüyor ve bölgeyi bir refah ve güven alanına çeviriyor. Suriyeliler Esat rejimi zamanında görmedikleri belediye hizmetlerine kavuşmanın zevkini yaşıyorlar. Cerablus ve Al Bab arasındaki yerleşim birimlerinde Türkiye sayesinde halka her türlü hizmet veriliyor, AFD, Kızılay ve Gaziantep Belediyesi buralarda canla başla çalışıyor. İşte dünya basınına göstermemiz gereken bu gerçekler. Bunu yapmanın tam zamanı... İlnur Çevik/Yeni Birlik Tarihin en sofistike terör eylemi olan 11 Eylül'ün hemen ardından ülkeyi işgal ederken, Afganistan'a barış, demokrasi ve insan hakları getireceğini söylemişti ABD. Oysa sadece kan, barut ve ölüm getirdi. Afganistan işgalini 2003'deki Irak işgali takip etti. Bu ülkenin kimyasal hatta nükleer silahlara sahip olduğu ve dünya barışı için büyük bir tehdit teşkil ettiği iddialarıyla girişilen işgal sonrası Irak'a da barış, demokrasi ve insan hakları getirileceği vaat edilmişti. 2017'deyiz ve her iki ülkede de ne kadar barış, demokrasi ve insan hakları olduğu, hepimizce malum. ABD işgali, karışık durumda olan bu ülkelerin daha fazla karışmasından başka bir şey getirmedi. İstikrarsızlığın ABD eliyle kalıcı hale getirildiği iki ülkede de milyonlarca insan hayatını kaybederken, milyonlarcası da mülteci konumuna düştü. Konumuza dönersek: ABD, SDG'yi yani PKK'nın Suriye uzantısı olan PYD/YPG'yi, sadece Rakka'nın DEAŞ'tan kurtarılması için kullanacaklarını söylüyor. Bu da, ABD önderliğindeki DEAŞ karşıtı koalisyon, bir terör örgütü ile mücadele için başka bir terör örgütünü kullanacak demek. Rakka harekatı derken DEAŞ 'a ölümcül darbe vurmak ve onu bölgeden kazımaktan bahsetmiyor ABD ve koalisyonun diğer üyeleri. Bu da mevcut durumun sürmesinden memnun oldukları kanaatini destekliyor. Geçmişte yaşanan ve DEAŞ'ın aslında belki de kullanışlı bir mekanizma olduğunu akla getiren başka bazı gelişmelerle beraber düşünüldüğünde, birilerinin DEAŞ'ı bölgede istikrarsızlık için kullanıyor oldukları, yabana atılmaması gereken bir ihtimal. Süper güç ABD'nin başını çektiği girişimlerin müdahale edilen bölgelere huzur ve istikrar yerine, adeta sürekli bir istikrarsızlık getirdiği, gözlerden gizli bir şey değil. Gelecekte neler yaşanacağını hep beraber göreceğiz inşallah. Ama bilmemiz gereken şu: Türkiye, bölgenin huzur ve istikrarını isterken; ABD ve başkaları da kalıcı istikrarsızlık istiyorlar.. Ekrem Kızıltaş/Takvim Kendisini kozmopolit dünyanın 'ışıltılı, eğlenceli, yoz' ortamında gerçekleştiren ve ancak oralardan neşvünema bulabilen Ertuğrul Akbay, oğlunu, bir dönem 'Cemaat' olarak bilinen FETÖ'ye teslim etmiş... Yani, günümüzün gözde Kemalist basın patronlarından Burak Akbay, öğrenciliği döneminde uzunca bir süre Işık Evlerinde kalmış, oralarda yetişmiş. Bunu ben söylemiyorum. Suskunluğunu 'manidar' bulduğumuz deneyimli gazeteci ağabeyimiz söylüyor. Bu bilgiyi, ilk, 2000'li yılların başında duyurmuştu. Müteakip yıllarda yazmaya/duyurmaya devam etti. En az 50 kez (belki daha fazla) yazmıştır. Manzara şu: Manevi boyutunu bilmediğimiz 'baba' (muhtemelen maneviyatçı bir tarafı vardır, suçlamak için söylemiyorum) 'ışıltılı' bir dünyada kendisini var ederken, 'oğul' maklube sofralarında diz kırıyor, dışarıdan bakıldığında 'sıkıcı' ve hiçbir eğlencesi bulunmayan 'pırıltısız' bir hayata katlanıyor ya da katlanmak zorunda kalıyor. Fedakârlığı kimin gösterdiğini bilmiyoruz. Baba yahut oğul... Fark etmiyor. Biri oğlundan, diğeri ışıltılı hayattan fedakârlık ediyor. Fakat... Hangi taraftan gelirse gelsin, bu fedakârlığın bir idealizmle, ideal bir dünya tasavvuruyla alakalı olduğu ve başka herhangi bir şeyle açıklanamayacağı gerçeği değişmiyor. Soru şu: Baba ve oğulun ideali nedir? Kemalizm olmadığı çok açık! Kemalist dünya tasavvurunu savunmak/gerçekleştirmek için maklube sofralarında diz kırmak gerekmiyor... Yani Kemalizm için araç sıkıntısı yok. O halde baba ve oğulu 'Kemalist' maskesiyle dolaştıran ideal nedir? Bunun cevabını, suskunluğunu manidar bulduğumuz deneyimli gazeteci ağabeyimiz vermelidir. Lafı ortaya atıp kaçmak yok. Devamını yazmalıdır! Ahmet Kekeç/Star 'Bizim Feto ile hiçbir ilgimiz yok. Bakın, Feto ile PKK'nın buluşmasını, 2010'da manşet yapmışız' diyenler.. Bu söylediklerinde samimi iseler.. Feto'nun ihanetinde zirve yapmaya doğru tam hız ilerlediği.. 17-25 Aralık ihanetini yaptıktan 2 sene sonra.. 30 Mart 2014 mahalli seçimlerinde, kirli yüzünü göstermiş iken. Ardından Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ne kadar ikili oynadıklarını ispat ettikten sonra.. 7 Haziran 2015 seçimlerinde, bu ülkeye ihanet ettikleri, artık tam olarak tescillendiği halde.. PKK'nın da, sadece 22 Temmuz 2015'ten sonraki üç ay içinde 160 güvenlik görevlimizi şehit ettiği ortada iken.. (Sözcü'nün şecaat arzettiği manşetini attığı yılın tamamında ise, 72 güvenlik görevlimiz şehit olmuştu..) Tarihini de vereyim, 29 Ekim 2015 günü.. Sözcü'nün baş yazarı konumundaki Emin Çölaşan bakın ne yazmış: 'Şimdi cemaati savunma zamanı' Hayır, yanlış okumuyorsunuz.. Sözcü gazetesi, 'Biz Feto'ya taa 2010'lu yıllarda bile karşı idik' diye övünürken.. Sözcü'nün en önemli yazarı, 'Feto'nun gerçek yüzü' tüm netliği ile ortaya çıktıktan sonra dahi, 'Şimdi cemaati savunma zamanı' diyerek. Hem terör örgütünü 'cemaat' olarak nitelendirip, masumlaştırıyor. Hem de açık açık, o örgütü 'savunduklarını' deklare ediyor.. Diyeceksiniz ki, 'Yazı içinde ne deniliyor? Yanlış anlama olmasın?' 29 Ekim 2015'te Sözcü gazetesinde yayınlanan yazıdan kısa kısa aktarımlar yapayım: 'Burada açıkça söylüyorum... Bugüne kadar hakkında nice yazılar yazıp mahkemelik olduğum Fethullah ekibinin, başka bir deyişle cemaatin, terörle ilgisi olduğuna hiçbir zaman inanmadım.' 'Bu kadarcıkla savunmuş olmaz' diyeceksiniz.. Peki devam ediyoruz, iktibasa: 'Şimdi piyasaya adına FETÖ dedikleri en son terör örgütünü sürdüler (Fethullahçı terör örgütü). Cemaati yok etmek amacıyla, durduk yerde, aslı astarı olmayan yeni bir dandik örgüt yarattılar. Hiç kimse bu sözde terör örgütünün hangi silahlı eylemi gerçekleştirdiğini bilmiyor! Devlet belgelerinde, savcılık iddianamelerinde ve mahkeme kararlarında böyle bir bilgi ve belge yer almıyor. Taktik çok ilginç! Hükümete karşı olanları terör örgütü ilan edeceksin!' Daha başka ne desin? FETÖ'yü savunmak için, başka ne denilebilir? Resmen, alenen, 'FETÖ aslında örgüt falan değil. Savcılar uyduruyor' demiş.. Bunu, Sözcü gazetesinde yazmış.. Bu kadarcıkla yetinseler.. Yine iyi. Açık açık gazete olarak destek verdiklerini de ilan ediyorlar: 'Biz gerek Ergenekon ve gerekse Balyoz davalarında elimizden geleni korkmadan yaptık, haksızlığa uğrayan o insanlara hep destek verdik. Her iki dava da fos çıktı. Bugün de aynı desteği cemaate karşı sergilenen haksızlık ve hukuksuzluğa karşı veriyoruz.' Demek ki ne imiş?.. Sözcü ve Çölaşan, Ergenekon sanıklarının masum olduklarına inandıkları kadar, FETÖ'nün de masum olduğuna inanıyormuş! Şimdi Sözcü'nün manşetini bir daha okuyun: 'Feto'dan korkmadan hangimiz o manşeti atmış'mışız! Feto'dan korkmayı falan boşverin.. Resmen savunuyorsunuz. 'Feto masumdur' diyorsunuz. 'FETÖ terör örgütü değildir' diyorsunuz.. Ve şimdi soruşturmayı görünce.. 'Biz FETÖ'ye 2010'da karşı çıkmıştık' diyorsunuz. Aslında siz 2010'da Feto'ya değil, 'Feto' adı altında 'dindar insanlara' karşı çıkıyordunuz, riyakar 'sözcü'ler.... FETÖ'nün resmi televizyonu Samanyoluhaber'in kadrolu adamı Saygı Öztürk de, şimdi Sözcü gazetesinin elemanı olarak ahkam kesiyor: 'Onlar el etek öperken!' Şöyle bir televizyon arşivlerine bakar mısınız.. FETÖ'nun televizyonunda herhangi bir programın daimi kadrosunda bulunan bir Akit yazarı görebilir misiniz? Bırakın daimi kadroyu.. İki hafta üstüste programa çıkan bir Akit yazarını gösterebilir misiniz? Sadece 17 Aralık'tan sonra değil.. Hani diyorlar ya, 'Siz el etek öperken' diye.. Çok eski tarihleri de kapsama alın ve bir tane örnek verin.. Veremezsiniz.. Ama bize meydan okuyan Saygı efendi.. Samanyoluhaber'de.. O yetmedi, Bugün TV'de.. Açık oturumların daimi konuğu idi.. FETÖ'nün parası ile beslenen Saygı, şimdi Sözcü'den ahkam kesiyor: 'Fetullahçılar polise sızdı haberini 23 yıl önce ben yaptım!' O zaman cevap ver riyakar adam: '23 yıl önce polise sızdığından emin olduğun Fetullahçıların televizyonlarında, o bahsettiğin sızmanın delilleri de ortaya çıktıktan sonra, ne işin vardı? Üç lira için mi yaptın bu riyakarlığı?.. Yoksa açıklayamadığın başka bir sebebi mi vardı?' Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasının bir başka can alıcı noktası, FETÖ mücadelesiyle ilgiliydi. Erdoğan, bir kez daha bu mücadelede kararlılık mesajları verdi. Yakınlarına dokunsa bile herkesin bu kararlılığı göstermesi gerektiğinin altını çizdi. 'İsterse babamın oğlu olsun hiç kimsenin korunup, kollanmayacağını' ifade etti. 'FETÖ bağlantılı kim olursa olsun, kimin nesi olursa olsun avukatlar aracılığıyla pazarlıklarla, itirafçı olma hikayeleriyle bu mücadelenin, sulandırılmamasına, soğutulmamasına, sekteye uğratılmamasına' işaret etti. Böylece son günlerde FETÖ mücadelesinde yanlışlar yapıldığına yönelik iddialara, kamu vicdanını rahatsız eden tahliyelere yönelik eleştirilere dair net tavrını ortaya koymuş oldu. Bu noktada yargının çok daha hassas olmasının, hiçbir yanlışa düşmemesinin zorunluluğu bir kez daha vurgulanmış oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan; 'Bugüne değin verdikleri mücadeleden kopanları, yolunu kaybedenleri, çeşitli sebeplerle geride kalanları' hatırlatarak, 'kim dönerse dönsün biz yolumuzdan dönmeyiz' diyerek, bu noktada bugüne değin kendisini yalnız bırakanları, yeterli mücadele kararlılığını göstermeyenleri de bir kez daha hatırlatmış oldu. Konuşmasının sonuna doğru Cumhurbaşkanı Erdoğan, hiç kimsenin ötekileştirilmeyeceğinin, herkesin birinci sınıf vatandaş olarak görüleceğinin bir kez daha altını çizerek, herkesi kucakladığını, herkesin gönlünde ve zihninde yer tutmayı istediklerini ifade etti. Bu noktada; 'herkesin illa bizi sevmesini değil ama mutlaka anlamasını ve katkı vermesini isteriz' sözleri, bir süredir maksatlı olarak sürdürülen ve uluslararası bir proje olarak sahaya sürülen 'Erdoğan düşmanlığı' oyununa kapılanların gerçekleri görmesine yönelik bir çağrı niteliğindeydi. Prof. Yaşar Hacısalihoğlu/Akşam