Not: Bu yazıda anlatılan olaylar ve kişiler tamamen gerçektir.
12 Kasım 1999. Akşamüstü saatlerinde, o zamanki öğrenci evimin salonunda yürürken, yer ayağımın altından kayıyor. Soğukkanlılıkla, sarsıntının geçmesini bekleyip kendimi sokağa atıyorum. Henüz üç ay önce, binlerce canını toprağa vermiş insanların yüzünde, haklı bir korku var.
Telefona sarılıyorum; nafile. Bir daha, bir daha... Sonunda ulaşıyorum arkadaşıma. "Hadi hazırlanın, Düzce'ye gidiyoruz. Ben bulabildiğim her şeyi arabaya dolduruyorum, sen çocukları organize et" diyorum. Biliyorum ki oraların bize ihtiyacı var; gücümüze, gözümüze, dilimize...
YANAN ŞEHİRDE BEŞ KİŞİ
Beş genç adam, dört saatte Düzce'ye yaklaşabiliyoruz. Şehirden, gece karanlığını yırtan alevler yükseliyor.
Şehrin girişindeki askeri birlikte bir yüzbaşı karşılıyor bizi.
Beş tane aklı başında adam olduğumuzu, doğa sporlarıyla uğraştığımızı, yabancı dil bildiğimizi ve yardım etmek istediğimizi söylüyoruz. "Buraya gelen ilk yardım ekibi sizsiniz. Alın size istediğiniz kadar asker. Şehir merkezinde yüzlerce bina yıkıldı" diyerek, dumanların yükseldiği caddeleri gösteriyor bize. Hastane olduğunu öğrendiğimiz bir binanın enkazında çalışmaya başlıyoruz.
Amacımız, varsa, enkaz altında yaşayanların yerini tespit etmek.
O sırada bir feryat kopuyor...
Belli ki bir anne, kendisini tutmak isteyen kollara rağmen, enkazın üzerine atmak istiyor kendini.
Susturabilene aşkolsun; şehrin yangını, bir annenin yürek yangını yanında buz kesiyor...
Yanına gidiyoruz. "Oğlumla gelinim var bu binanın altında. Ne olur bulun onları" diyor. Elimizden geleni yapacağımızı söyleyip, işimizin başına dönüyoruz. O sırada ekipten biri, enkazdan çok net bir ses duyduğunu söylüyor. Boşluklardan ilerleyip, sesin geldiği kaynağı buluyor. Beş dakikalık bir çalışmadan sonra, enkazdan ilk yaralıyı çıkarıyoruz.
BİR PARÇA UMUT
Oğlunun elini tuttuğunda, az önce feryatlarıyla enkazı sallayan annenin yüzü gülüyor. "Anne, Yeşim içeride hâlâ, onu da çıkarsınlar" diyor oğlu.
Bize bakıyor anne, "Allah sizden razı olsun, gelinimi de kurtarın kuzularım" diyor. O sırada, daha profesyonel kurtarma ekipleri ulaşıyor, çalıştığımız enkaz alanına. Mühendislerden biri yanımıza geliyor ve o dakikaya kadar yaptıklarımız hakkında bilgi alıyor. Teşekkür edip bundan sonrasını kendilerinin devralabileceğini söylüyor. "Tabii ki" diyoruz. Tam ayrılmaya hazırlanırken, şimşek gibi biri çıkıyor karşımıza. "Oğlumu siz kurtardınız, sizden başkasına güvenmem.
Başka kimseyi de istemem. Ne olur gitmeyin, gelinimi de kurtarın" diyor. Yeni gelen ekibin işin uzmanı olduğunu, tüm bilgilerimizi onlarla paylaştığımız söylüyoruz; nafile... "Hiç umudunuz yok, ondan gidiyorsunuz" diyor. Mecburen bekliyoruz.
Hastaneye kaldırılan oğlundan sevindirici haber geliyor; birkaç kırık dışında problem yok...
Ertesi günün sabahı, mecburen ayrılıyoruz enkazdan; gelininin cansız bedeni başında oturan anneye son defa bakarak. "Bunu oğluma nasıl söyleyeceğim!" diyor, artık kısılmış sesiyle. Bir hafta sonra gazetelerde bir haber: "Depremden birkaç kırıkla kurtulan genç, eşinin ölüm haberini aldıktan üç saat sonra yaşamını kaybetti."
Televizyonda Japonya depremini izlerken, o anne geldi aklıma.
Kim bilir, dünyanın diğer ucunda kaç anne, aynı şekilde gözyaşı döküyor şimdi. Felaketler insanları aynılaştırıyor; o dehşet anlarında hiç farkımız kalmıyor birbirimizden. Keşke bunu hiç unutmadan yaşayabilsek...