Ortak bir tarih, paylaşılmış bir sofra, edilmiş üç-beşten fazla kelam olunca, 'objektif' kelimesi çoğu insan için bir fotoğraf makinesi merceğinden öte mana ifade etmiyor galiba. Nesnellik başka bahara kalıyor. Meyhaneciliğin babalarından Refik Arslan geçen hafta 88 yaşında hayatını kaybetti. Bunun üstüne bu işin nasıl da piri, duayeni, üstadı olduğuna dair yazılar çıktı. Doğru; 1930'ların sonunda Karadeniz'den İstanbul'a gelmiş, işe bulaşıkçılıkla başlamış, şef garsonluğa yükselmiş, Asmalımescit henüz dutlukken (1950'lerin ortası) burada kendi adını taşıyan meyhane-lokantasını açmış, sonrasında da semtin alametifarikalarından olmuştu. Rakı muhabbeti, içme adabı denince ilk akla gelen isimlerdendi, canlı meyhane tarihiydi. Dükkanın önünden geçerken onu görmeye alışkın, yıllar yılı hasbıhal etme imkanı da bulmuş olanlar için bir aile büyüğünü kaybetmek gibiydi, o da doğru. Ama... "Bu öyle bir meslek ki babadan oğluna geçiyor. Ama Türkiye'de bunun gelenek haline gelmesini maalesef tüketim toplumu engelliyor," demiş Gülriz Sururi, Milliyet'e. "Fast food, bütün eski güzel mezeleri unutturmuş durumda. Refik Arslan'ın harikulade mezeleri belki 50 senedir tadından ve kalitesinden ödün vermeden devam etmişti." İşte bu, külliyen balon! 90'lar boyunca Refik'te çok yemekler yedik, rakılar içtik, rahmetli Refik Arslan'ın dediği gibi, hem 'bir hoş' hem de basbayağı sarhoş olduk. Zeytinyağlı işkembesinin (bol sirke ve kırmızı biberli) damağımda da tarihimde de yeri baki. Ama yemekler en aşağı 10 yıldır vasattan ileri gitmiyor, dolayısıyla da oraya gidilmiyordu. Fakat bir haftadır yazılanlara bakınca, bir kere daha anlaşılıyor: Bazılarının hep, daima, ilelebet sınırsız kredisi oluyor...