VAKA bir:
Tarih: 12 Eylül 1980.
Darbenin ilk günü. Aralarında bendenizin de olduğu beş-altı kişi, Selimiye Kışlası'ndan içeri buyur edildik. Bir koridora alındık. Kısa süre sonra bir grup askerle rütbeli bir zat, arz-ı endam etti.
Rütbeli, ilk sorusuna istediği yanıtı alamayınca sağımdaki arkadaşa yumruğu boca etti. Yumruğu atarken bağırıyordu: "Ben binbaşı Adnanım ulan!"
Bu cümleyi o günden beri unutmam. Bu nedenle olsa gerek, birisi lafa "Ben bilmem kimim," diye başladığında sinir uçlarım zıp zıp zıplamaya başlar. Aslında Adnan'ın öyle efelenmesine bakmayın 1.60 m. boylarında, ince, zayıf bir garipti. Lakin, ününü dışarıdayken de duyduğumuz zatın, altını 'yumruk kalemle' çizdiği şey "Ben devletim, ben iktidarım," gerçeğiydi. Nitekim öyleydi ve hayatlarımız, en hafifinden bedenlerimiz onun dudakları arasından çıkacak birkaç cümleye bağlıydı. Adnan devletti, Adnan iktidardı, Adnan muktedirdi. Adnan iktidarın sert ve kanlı yüzüydü. Ve Adnan, tüm yaptıklarını DEVLETİN bekası için yaptığını düşünüyordu.
Vaka iki: Geçen hafta yıllık iznimde kısa bir gemi yolculuğu yaptım. Gemi değil mübarek koca bir kasaba. Tam 2 bin yolcu var. Sabahtan akşama yiyen 2 bin yolcu. Ve yolculara yiyecek yetiştiren 650 görevli. Çoğunluğu Filipinli, Honduraslı, Meksikalı... Sistem tıkır tıkır işliyor. Yolculuğun son günü gemi İstanbul açıklarına geldi. Herkes güvertede İstanbul'u temaşa ediyor. Güvertede boş tabakları toplayan çalışanlardan biri de. Bu insani merak, denizci üniformalı amirine yakalanmasıyla sona erdi. Foucault'yu izleyerek söylersek çalışan, 'gözetleyene', 'düzenleyici iktidara' yakalandı. Tıkır tıkır işleyen sistemin, bu küçük insani hale tahammülü yoktu. Ve büyük olasılıkla amir, SİSTEMİN bekası için uyarmak zorunluluğunu hissetti.