Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Tektipleştirme ile milliyetçilik birleşince

Tektipleştirme ulus-devlete geçiş sürecinde ürettiğimiz ve milliyetçilik temelli bir siyaset midir? Bu soruya muhtemelen pek çoğumuz olumlu cevap verecektir. Halbuki otokratik tektipleştirme, toplumumuzda söz konusu süreçten önce de yaygın kabul gören bir siyaset olmuş, zirvesine ise ulus-devlet yapılanmasında ulaşmıştır. Dolayısıyla "farklılığı" zararlı görerek onu tektipleştirme siyasetleriyle ortadan kaldırmak, bunun toplum için "gerekli" ve "yararlı" olduğunu savunmak sadece ulus-devlet yapılanmasıyla açıklanabilecek bir gelişme değildir. Bunun tabiî sonucu olarak da tektipleştirmeyi sorgulama ulus-devlet reflekslerini tartışmaktan daha derin bir zihniyet tahlilini gerekli kılmaktadır.
Konuya bir misâl yardımıyla yaklaşacak olursak, Sultan II. Mahmud'un fes giyilmesi hakkındaki kararı ve onu icra yöntemi, 1925 tarihli "Şapka İktisası Hakkındaki Kanun" ile uygulanmasında izlenen siyasetlerden farklı değil, hattâ daha katıydı. Pek tabiî baş örtme biçiminin toplum hiyerarşisini yansıttığı bir yapıda sadrâzâmın da hammalın da fes giymesi sadece tektipleştirmeyi sağlamıyor, hiyerarşiye de eşitlikçi bir darbe vurulduğu görüntüsünü veriyordu. Ancak pratikte kıyafet ile sorgulanan hiyerarşi, ihdas edilen yeni rütbe ve nişanlarla daha muhkem hale getiriliyordu. Burada önemli olan tektipleştirmenin "düzen" farklılığın "anarşi" olarak kavramsallaştırılmasıdır.
Söz konusu kavramsallaştırma eyâletlerin kendilerine özgü, yerel gelenekleri dikkate alan kanunları olduğu, vergilerin farklı yollarla ve oranlarda toplandığı, değişik kimliklerin iç içe yaşadığı adem-i merkeziyetçi düzenin tektipleştirme siyasetleri neticesinde yerini, oldukça kısa sürede, farklılıkların elden geldiğince törpülendiği, alt kimliklerin kapsayıcı bir üst kimlik içinde eritilmek istendiği, yerelliğin aşağılandığı aşırı merkeziyetçi bir yapıya bırakmasına neden olmuştur.
Bir asrı aşkın bir süre "tektipleşme"nin kutsanması, farklılığın ise "anarşi" olarak kavramsallaştırılması temelde milliyetçilik çerçevesinde yapılmamıştır. Ancak ilginçtir ki bu siyasetler temelde farklılıkların ortadan kaldırılması, kimliklerin üst kimlik içinde eritilmesi, yerelliğin önemsizleştirilmesini hedeflediklerinden ve bunları gerçekleştirmeye çalışırken de "hâkim unsur" un değerlerini kullandıklarından diğer anâsır ve cemaatler tarafından "asimilasyon amaçlı milliyetçilik" hareketleri olarak yorumlanmışlardır.
Bu konuda en ilginç yorumlardan birisi 1912'de Avlonya'da Arnavutluk'un bağımsızlığını ilân eden İsmail Kemal Bey tarafından yapılmıştır. Arnavut devlet adamı kendileriyle beraber çalışmaktan onur duyduğu Tanzimat ricâli tarafından uygulanan siyasetleri 1920'de geriye bakarak yorumladığında, bunlarda İttihatçı siyasî programın "başlangıcı" nı gördüğünü ifade etmişti. İlginçtir ki, Türk milliyetçiliğinin doğuşundan oldukça önce gerçekleşen ve icracıları içinde farklı Osmanlı anâsırına mensup çok sayıda kimsenin bulunduğu bu siyasetler, tektipleştirme için en elverişli malzemeyi sağlayan hâkim unsurun değerlerini kullanmaları nedeniyle, birer "asimilasyon" aracı olarak yorumlanmışlar ve çevrede milliyetçi ideolojilerin kuvvetlenmesine yol açmışlardı.
Sürecin ilerleyen dönemlerinde merkezin milliyetçiliğe yönelmesi ve tektipleştirmeyi bu temelde uygulamaya başlaması şüphesiz bu alanda yeni bir sahife açılmasına neden olmuştur. İttihatçılar idareyi ellerine aldıklarında gerçekte ulus-devlet refleksleriyle hareket eden bir imparatorluk yaratmaya çalışmışlardı. Artık tektipleştirme Türkçü ideoloji çerçevesinde ve daha katı biçimde yapılıyordu. Zihniyet düzeyinde büyük bir değişim yoktu; hâlâ temel yaklaşım "tektipleştirme" yi "nizâm," farklılığı ise "anarşi ve bölünme" olarak kavramsallaştırıyordu. Ama tektipleştirmenin milliyetçi bir söylemle yapılması, tahammül edilen farklılıkların gitgide azalmasına ve çatışmanın şiddetlenmesine yol açmıştı. O
smanlı çöküşü sonrasında ortaya çıkan tüm ulus-devlet liderleri gibi Türkiye Cumhuriyeti kurucu kadrosu da milliyetçilik temelli bir tektipleştirmeyi yeni devletin temel siyasetlerinden birisi haline getirmişti. "Cumhuriyet kadını," "Cumhuriyet öğretmeni" benzeri "ideal tipler" aracılığıyla toplumun değişik katmanlarına nüfûz etmeyi amaçlayan "tektipleştirme," dindarlıktan kimliğe, giyinişten dile ulaşan bir alanda "tek tip" vatandaşlar yaratmayı hedefliyordu. Bu alanda tıpkı on dokuzuncu asır Osmanlı siyasetleri gibi "hâkim unsur"un değerlerine dayanılması ise bir yandan Sünni İslâm dindarlığının "tehdit" olarak görülmesi, öte yandan da yeni "tek tip" vatandaşın Sünni olmasının arzulanması benzeri çelişkiler yaratabilmekteydi.
"Vatandaş Türkçe Konuş"
benzeri kampanyalarla milliyetçi vurguları kuvvetlendirilen ulus-devlet tektipleştirme siyasetleri temelde iki yüz yıldır iliklerimize işleyen "farklılık"ın zararlı, tehlikeli dolayısıyla elden geldiğince ortadan kaldırılması gereken bir olgu olduğu fikrî arka planında gerçekleştirilmiştir. İttihatçı tektipleştirme siyasetlerinde olduğu gibi milliyetçi vurgular bu siyasetlerin daha çatışmacı ve karşıt milliyetçilikleri körükleyici karakter kazanmalarına yol açmıştır. Ancak otokratik tektipleştirme son tahlilde sadece milliyetçiliğin ürettiği bir siyaset değildir.
Dolayısıyla dilde, inançta, ilkokul önlüğü ve andında, saçını örtme (ya da örtmeme) biçiminde, kurban derisini bağışlamasında benzer davranışlar göstermesi istenen bir kitlenin "tek tip" vatandaşlarından birisi olmaktan duyulabilecek rahatsızlığın yegâne nedeni milliyetçilik değildir.
Ciddî bir tarihçi olan ve Lloyd George koalisyon hükûmetlerinde eğitim bakanı olarak görev yapan Herbert Fisher, pek de hoşlanmadığı Türkler için "erattan oluşan bir millet" tanımlamasını kullanırdı. Pek tabiî bu Oryantalist ve hakaretâmiz ifadenin savunulacak yönü yoktur. Fakat tektipleştirme siyasetlerinin uygulamada toplumumuz bireylerini "erat"a dönüştürme işlevi gördüklerini ifade etmek de yanlış olmaz.
Tektipleştirmenin en vahim sonucu içselleştirilmesidir. İki asrı aşan bir süredir tektipleştirilen bir toplumun her türlü "farklılık"tan korkması, onu tehdit olarak görmesi fazla şaşırtıcı değildir. Nitekim son yıllarda yaşadığımız değişim ve toplumda farklı seslerin duyulması, "kaynaşmış bir kütle" söyleminin sorgulanması değişik çevrelerde "Pandora'nın kutusunun açılması" olarak yorumlanmaktadır. Gerçekte ise bu başlangıç tek tip erattan değil farklı bireylerden oluşan, buna karşılık, değişik ortak paydalarda birleşen bir topluma geçişi sağlayacaktır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA