Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ENGİN ARDIÇ

İstanbullu İstanbul'u sattı

İstanbul'un Avrupa Birliği tarafından "2010 Kültür Başkenti" seçilmesi üzerine elbette sayfalarca, ciltlerce laf edildi, edilecektir. Herkes pek göneniyor, elbette sevinilecek bir gelişmedir. Bunun, birliğe giriş çabamızda önemli bir adım olduğu düşünülüyor.
Eminim, buna "gıcık kapan" taşralılarımız da yok değildir. Örneğin "bozkır aydınları"... Çağdaş Türkiye'nin kalbi Ankara dururken köhne Bizans mı seçilirmiş canım? İşte belli bir şey, Avrupa bizi bölmeye çalışıyor! Böyle düşünen çıkacaktır ama söylemeye utanacaktır. Belki utanmayan da bulunur.
Öte yandan, İstanbul'a şimdi verilen payenin gerçek tanımının "kültür başkentlerinden biri" olduğu gerçeği de Türk kamuoyundan pek usturuplu bir şekilde saklanıyor!
Çünkü, İstanbul'un yanısıra Macaristan'ın Pecs ve Almanya'nın Essen şehirleri de 2010 yılının kültür başkentleri!
Üstelik sıralamada İstanbul, Essen'den sonra "ikinci sırada" anılıyor.
Zarar yok, pişmiş aşa soğuk su katmayalım. Ama soralım:
Bu İstanbul gerçek İstanbul, "bizim bildiğimiz" İstanbul mudur?
Elbette şehirler de bir çeşit canlı varlıklardır ve zamanla değişirler, hem de çok değişirler... Şimdi Balzac'ı mezarından çıkarıp gezdirseniz, "bu Paris benim bildiğim Paris değil" diyecektir. Paris'in "değiştirilmesi" üzerine on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Fransız edebiyatında, basınında, kamuoyunda kıyametler kopmuştur.
Ama bu İstanbul, on iki milyonluk bu koca azman, değişmiş midir, kimliğini bütünüyle yitirmiş midir?
Enis Batur'un beni suçladığı deyimle "ucuz çelebilik" etmek istemiyorum. Şimdi tutup da yirmi beş yıl önce yazdığım şeyleri yinelemek istemem: Martılarına simit atılmayan, sabahları çayın yanına bir peynirli, bir de kıymalı poğaça alınmayan bir şehir İstanbul mudur?
Vapurun yan tarafında oturup ayaklarını da demir parmaklığa uzatmayacaksın ve onları her gelip geçene indirip kaldırmayacaksın, böyle İstanbul olur mu?
Tünel'in "küf ve zaman" kokusu olmadan İstanbul'u kaç paraya alırım?
Ama, İstanbul'u İstanbul olmaktan çıkaran çok daha kötü, çok daha köklü bir şey oldu.
İstanbullu, İstanbul'u bıraktı.
Eski kenti yeni sahiplerine terkedip kendisi "periferiye", çevreye çekildi, orada bir yandan ormanları piç ederek, bir yandan gecekondu mahallelerini iteleyip kakalayarak, İstanbul olmayan yapay bir yerleşim, bir tür "sığınma bölgesi" yarattı. Göç dalgasıyla başa çıkamadı. Önce küfür, sonra kabul etti.
Ama İstanbul'u bırakmadan önce onu satmıştı zaten... Ona ihanet etmişti. Bu da bir çeşit bırakma değil miydi?
Bu günahı, "kat karşılığı arsa" hevesiyle köşklerini, bahçe içinde iki katlı evlerini "müteahhide" verdiği zaman işledi, evet.
Ama asıl, İstanbul'u İstanbul yapan gayrımüslimlerin "tasfiye" edilmelerine ses çıkarmadığı, örneğin Rumlar'ın gönderilmelerine ağzını açmadığı zaman işledi.
Belki de en başından, "başkentlikten düşürülmesine" karşı koymadığı, "tenzil- i rütbeye" karşı çıkmadığı zaman işledi.
Bir kere boyun eğince, gelen geçen onu tokatlayacaktı, bunu göremedi.
Şimdi "kültür başkentliği" gibi çarçur bir sıfata, eşeğini kaybetmiş ama onun tamamını da değil, yalnızca kuyruğunu bulmuş bir Nasreddin Hoca gibi seviniyor.
Ama şimdi siz de "nasıl karşı koyabilirdi, ağzını açanı içeri tıkıyorlardı" derseniz haksız sayılmazsınız.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA