Berlin - Oldukça zayıf geçen bir yarışmada Altın Ayı için ancak birkaç aday var. Bu yıl yarışan filmlerin sayısının 16'ya inmiş olması ise genelde yaşanan kalite krizinin bir yansıması olarak görülebilir. Büyük festivallerde bu sayı genelde 20'nin altına düşmüyor. Kimi filmler ciddi bir düşkırıklığı yarattı. Alman filmi
Uyku Hastalığı, ABD filmi
Yelling to the Sky, bir Alman-Amerikan ortak yapımı olan
The Future (
Gelecek), Arjantin filmi
Esrarengiz Bir Dünya, kimi ilginç öğeleri olsa da bütün olarak kolay kolay savunulacak filmler değil. Bazı filmler sinema yazarlarını böldü. Meksika yapımı
El Premio (
Ödül) bunlardan biri. Deniz kıyısında, vahşi bir doğanın içinde küçük kızıyla birlikte var olma savaşı veren kadının öyküsü, kendisini çok yavaş ele veriyor: Ülke Arjantin'dir ve fonda da ortalarda olmayan babanın merkez oluşturduğu bir politik dram vardır. Yer yer etkileyici, ama genelde dağınık bir sinema örneği. Kadın yönetmeni Paula Markovich'e bir yan ödül getirebilir. Alexander Mindadze imzalı Rus-Ukrayna yapımı
Masum Cumartesi, uğursuz Çernobil dramını ele alıyor. Ve atom santralındaki patlamanın hemen ertesinde, ölüme mahkum olduklarını anlayan bir avuç insanın hikayesini veriyor. Bu trajedi ne yazık ki kamerasını sürekli sallamayı ve hep yakın planlar vermeyi marifet sayan biçimci bir yönetmenin kurbanı oluyor. Ve perdede yaşanan büyük dramı izlemek zorlaşıyor. Sanki kaçırılmış bir büyük fırsat... Benim göremediğim Shakespeare uyarlaması
Coriolanus, genelde beğenildi. Filmin yönetmeni ve baş aktörü ünlü İngiliz oyuncusu Ralph Fiennes da takdir gördü. Ve özellikle Shakespeare'in bu az bilinen oyununu günümüze taşımadaki becerisi övüldü. Bir yerlerden ödül listesine sızacak gibi. Amerikan filmi
Margin Call da beğendiğimiz filmlerden oldu. Bu da bir tür felaket filmi. Ama bu kez mali felaket söz konusu: Yani son yaşanan 2008 krizinin ilk günleri. Ve krizi başlatan büyük şirkette dönen dolaplar, insan zaaflarının bir büyük ve acı serüveni başlatmadaki rolü. Bu çağdaş kapitalizm dramının Kevin Spacey, Jeremy Irons, Demi Moore, Paul Bettany gibi oyuncuları da beğenildi. Yarışmadaki tek Fransız filmi, bir animasyon olan
Gece Masalları, sinemanın ilk günlerindeki
Magica Lanterna (
Büyülü Fener) deneyimini hatırlatıyor. Özgün, ama son derece monoton bir tekniği olan film, yine de emektar yaratıcısı Michel Ocelot'ya bir ödül getirebilir.
İRAN FİLMİ BEĞENİLDİ
Geriye kaldı en iyisi saydığım iki film. Ve de bizim filmimiz. En iyisi İran filmi gözüküyor. 1972 doğumlu yazar-yönetmen Aşgar Ferhadi'nin filmi
Nadir ve Simin - Bir Ayrılık, her açıdan festival seyircisini doyuran, uzun uzun alkışlanan ve üzerinde ittifak oluşan neredeyse tek film olarak dikkat çekti. Günümüz İran'ında boşanma aşamasına gelen bir karı-koca, yetişkin kızları, adamın Alzheimer hastası babası, ona bakmak üzere tutulan yoksul kesimden hamile bir kadınla onun işsiz, öfkesi burnunda kocası arasında geçen ilişkileri bir rapor biçiminde, büyük ustalıkla sunan ve adeta bir satranç oyunu gibi kurulmuş olan film; aynı zamanda çağdaş İran toplumuna, onun sınıfsal yapısına, yoksulluğuna ve inancına sağlam bir bakış atıyor. İki yıl önce de şenlikte yarışan
Elly Hakkında filmi beğenilen ve en iyi yönetmen ödülünü eve götüren sanatçı, yeni filmiyle adını en büyükler arasına yazdıracak. Filmin ayrıca senaryo ve oyuncu dallarında da ödül alması beklenebilir. Bir diğer çok beğenilen filmse emektar Macar usta Bela Tarr'ın son filmi
Turin Atı oldu. Yönetmen, bize tekdüze bir müzik eşliğinde ve siyah-beyaz uzun planlarla, kırsal kesimde geçen bir öykü anlatıyor. Yaşlı bir adam, kızı ve tek atlarının o vahşi doğa ve bitmeyen fırtına içinde ayakta kalma çabaları. Film tüm estetiğiyle sessiz film dönemini, özellikle de Griffith ve von Stroheim sinemasını hatırlatıyor. Biraz çağın gerisinde kalmış gibi dursa da çok saygın bir çaba, özgün bir deneme. 1955 doğumlu yönetmeni, tam dokuz saatlik ünlü
Şeytanın Tangosu, Londra'dan Gelen Adam gibi bir avuç filmin yaratıcısı Tarr, bunun son filmi olacağını açıkladı. Bu da filmi hayli özel kılıyor tabii. Ve bizim filmimiz. Yarışmadaki Seyfi Teoman filmi
Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Ne diyebilirim? Şimdilik, genel anlamda bir düşkırıklığı yaşadığımı... İki erkek - bir kadın denklemini yeni ve farklı biçimde kurmaya çalışan film, başta Truffaut'nun
Jules ve Jim - Unutulmayan Sevgili'si olmak üzere, hatırlanan benzer filmlere yaklaşamıyor. Bir şeyler olmamış, film tam oturmamış gibi. Senaryodan oyunculara çok şey aksıyor. Ve Teoman sanki ilk filmi
Tatil Kitabı'nın gerisine düşüyor. Yazık!...