Geçen gün usul usul ilerliyorum E-5'de. Yağmur, silecekleri tam kapasite çalıştıracak hızda yağıyor. Tüm dikkatim yolda. Son yarım saattir bir kanala sabitlediğim radyoda, aniden; ince, titrek ama tanıdık bir ses beliriyor. Zamanında topa tuttuğumuz ama şimdi, dakikada bir pırtlayan popçuları görünce pek bir haksızlık ettiğimizi düşündüğüm Zafer Peker, "Gururum engel oldu, gitme kal diyemedim!" diyor. Şarkı, bugün bile neresinden tutarsan elinde kalıyor ama yıllar sonra duymuş olmanın verdiği heyecan var ya, benimkisi o işte. Siz deyin üç, ben diyeyim beş milyon... Bu dünyada kaç senedir aşk yaşanıyorsa, büyük kategorisine sokulanların hepsi, uzaktan uzağa yaşananlar olmuştur. Yani, arkadaş muhabbetlerinde hava atmak için verdiğimiz aşk örneklerinden hiçbiri, gün boyu el ele dolaşan, kırda bayırda, sahalarda duymak istemediğimiz cinsten hareketler yapan ikililer arasında yaşanmamıştır. Misal Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı… Her aşk biraz platoniktir. Çünkü insan, doğası gereği uzağında olanı, erişemeyeceğini düşündüğünü sevmeye programlanmıştır. Bildiğiniz deli işi yani. Kendine eziyet etmeye, duygusal bir kılıf bulma bizimkisi. İnsanın en sevmediği ot hep yanı başında bitermiş ya... Aslında sevdiği şeyler hep uzakta olduğundan, etrafında olanlar da otomatik olarak sevilmeyenler grubuna dâhil oluyor; olay bu kadar basit.
EN YAKINDA KENDİMİZ VARIZ
İnsanın, yakınındakini sevmesi doğal olsaydı, en yakınındakini yani kendisini sevmesi hoş karşılanırdı. Oysa biz ne diyoruz kendisini çok sevene? 'Megaloman' diyoruz, işi biraz daha ileri götürene 'Narsist' diyoruz. Buradan toplumu, kendisini hastalık boyutunda sevmeye teşvik ettiğim sonucu çıkarılmasın. Ben sadece, sevgideki o mesafe konusunu aydınlatmak için örnek verdim. Yoksa, ben de kendimi pek sevmiyorum. Yani, kendimle en fazla kapıştığım anlar, yalnız kaldığım anlardır. Biraz zaman bulayım; şişmanladım mı, saçıma ak düştü mü, tipsizleştim mi... Uğraşmaya başlarım kendimle. Aşkın büyüyebilmesi, farklılıkların varlığıyla mümkündür. Yani iki insan birbirine ne kadar benzemezse, aralarındaki aşkın kuvvetli olmak ihtimali de o kadar yüksektir. Yani iki kişinin birbirine benziyor olmaları değil, birbirlerini tamamlıyor olmalarıdır esas. Birinin hayatındaki boşlukları diğerinin tamamlayabilmesidir önemli olan. 'Ruh ikizi' tanımı moda ya son zamanlarda; ömrümde bir terimden bu kadar nefret ettiğimi hatırlamıyorum. İkiz zaten başlı başına kötü bir şey. Düşünsenize, aynısından iki tane. Bakış aynı, kıyafet aynı, saçlar aynı... Bir de bu işin içine ruh girdi mi; çekilmezliğin boyutu on misli. O yüzden ruh ikizi değil, ruh tamamlayıcısı bulmaktır önemli olan. İnsan, iç dünyasında oluşturduğu ideal bir aşk arayışındadır hep. Kafasında bazı kriterler vardır ve onlara sahip olanı bulana kadar devam eder arayışına. Bu idealleştirme durumu da, uzaktakini, erişilmeyeni değerli kılar. Çünkü yakınında olanların her türlü detayına hâkimdir; neyi sever, neyden nefret eder, yemeğin suyuna ekmek banar mı, gastriti var mı, uykuda horlar mı... Çok fazla şey bilince de, aşkın hammaddesi olan hayalgücü yer darbeyi... O yüzden her aşk, doğası gereği biraz platonik olmak durumundadır. Zafer Peker, şarkıyı "Giderken ardından, tuttum çektim kolundan!" diye söyleseydi aynı duyguyu verir miydi? Vermezdi. Bizim sevdiğimiz, o kavuşamama, o uzak olma durumu zaten…