Doğan
Akhanlı 19 yıldır sürgünde yaşayan bir yazar. Artvin'in Şavşat'ında doğup büyüdü. Darbe koşullarını protesto edip Türkiye'yi terk ettiği için yurttaşlıktan atıldı ve Alman vatandaşlığına geçti.
Kayıp Denizler Üçlemesi, Deniz'i Beklerken, Gelincik Tarlası, Babasız Günler, Almancaya çevrilen
Kıyamet Günü Yargıçları ile 2005'te eleştirmenler tarafından yılın en iyi 10 romanından biri seçilen
Madonna'nın Son Hayali adlı eserlere imza attı. Ayrıca iki ciltlik
Talat Paşa Duruşması'nı Türkçeye kazandıran ve
Sarı Saten filminin senaryosunu yazan da yine Akhanlı'ydı. Fakat bu edebi başarıları, onun 10 Ağustos'ta yıllar sonra ayak bastığı (eski) ülkesinde, havaalanına iner inmez tutuklanmasına engel olamadı. Üstelik artık Türk vatandaşı bile olmaması, avukatının yaptığı itirazları değiştirmedi. Akhanlı'nın Türkiye'ye gelme gerekçesi, hakkında içeriğini tam olarak bilmediği bir soruşturmayı yerinde öğrenmek ve aklanmaktı. Niyeti 19 yıldır göremediği sevdiklerini, 90 yaşındaki hasta babasını, yakın akrabalarını, bir yazar olarak gıdasını aldığı topraklarını görmekti. 12 Eylül darbesinin ağır koşulları altında bırakıp gittiği ülkesinin, artık daha özgür ve demokratik bir ülke olduğuna inandığı için gönüllü olarak gelmişti Türkiye'ye. Akhanlı 21 yıl önce bir döviz bürosuna yapılan silahlı ve ölümle sonuçlanan gaspa katılan üç kişiden biri olduğu iddiasıyla tutuklandı. Eylem nedeniyle gözaltına alınanların işkenceli sorgularda "Nasılsa burada değil, başına bir şey gelmez," rahatlığıyla aleyhine verdikleri ifade nedeniyle şimdi Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nde. 53 yaşındaki üç çocuk babası Doğan Akhanlı, Türk vatandaşı olmadığı için Adalet Bakanlığı izni olmadan ailesiyle bile görüşemiyor. Hasta babası ise oğlunun onu görmek üzere ülkesine geldiğini ve tutuklandığını bilmiyor. Yazar Akhanlı'yla kitabı
Babasız Günler vesilesiyle bir süre önce bir söyleşi yapmış ve onunla sürgünlüğü, toprak özlemini konuşmuştuk. İşte Akhanlı'nın tutuklanmadan bir süre önce sorularımıza verdiği yanıtlar...
YAZARAK YENİDEN DOĞDUM
- Sizi ülkenizden gitmeye zorlayan koşullar, ailecek içine sokulduğunuz sistemli bir baskı süreciymiş. Neler yaşadınız o yıllarda?
- Sorun sadece devlet kaynaklı baskı ve korkular değildi. Temel etken çocuklarımıza dair korkularımızdı. Bir diğeri de, bir biçimde dile getirmeye çalıştığım ve direniş adını verdiğim siyasal tutumumda baş gösteren kuşkulardı. Eylemin öne çıktığı, düşüncenin, fikrin önemini yitirdiği bir dönemdi. Gizli bildiri ve gazetelere ihtiyaç kalmadığı dönemde de halen 'eylemlilik' önemini koruyor, düşünce gölgede kalıyordu. Bizi bir araya getiren kolektif bir fikir vardı ama, tartışmaya başladığımız anda aslında çok farklı dünyalara ait olduğumuz, aynı kelimelerle konuştuğumuz halde, birbirimizin kelimelerini yabancıladığımız hemen belli oluyordu. Bunu kıyısından fark etmiş olmam, dahil olduğum 'kolektif fikir'den beni soğutmaya, uzaklaştırmaya başladı. Kendime ait bir fikirler silsilesi oluşturma çabam ise yıllara mal oldu.
- Bir mülteci olarak gittiğiniz, 'vatansızlaştığınız' ve başka bir yurttaşlık kimliğine sahip olduğunuz bir coğrafyada yazar oldunuz? Bu süreci anlatabilir misiniz?
- Yazmak, çok ağır yaşanmış bir sürecin mecbur bıraktığı bir doğum oldu. Yeniden doğum da denebilir buna. Ya da başka hayatlar aracılığıyla hayata geri dönüş anlamı da taşıyabilir. Yazmaya karar verdiğimde kafamda bir sürü soru ve kargaşa vardı. Yaşananlar niçin öyle yaşanmıştı? Geçmiş adını verdiğimiz ama gölgemiz gibi sürekli bizi izleyen zamanlara dair sorumluluklarımız neydi? 1985 yılı mayısında ailecek İzmir'de tutuklandıktan sonraki bir aylık sorgu döneminde yaşananların ağırlığı, oğlumun bayılmasına, annesinin kanama geçirmesine neden olanlara karşı içimde bir bomba gibi taşıdığım öfkemle nasıl baş edecektim? Diktatörlük varsa ve sürüyorsa, direniş meşru ve gerekliydi ama direnişin bizatihi kendisi amaç haline dönüşmüşse, ne kadar anlamlıydı? Direniş için mutlaka politik bir organizasyona gerek var mıydı? Kişisel olarak doğru bildiği çizgide durma şansı yok muydu? Zorbalığı maruz kalanlar, niçin hızla zorbalaşabiliyor, masumiyet kaybedilince, neden kirliliğin artışı ivme kazanıyordu? Geleceğe dair idealler içinde kişinin kendisine dair ideallerinin yeri ne kadardı? Siyasal ve kişisel hayaller gerçekten ve ne kadar örtüşebiliyordu?
- Bu sorulara nasıl yanıt verdiniz?
- Almanya'ya geldikten sonra uzun süren bir suskunluk ve içe kapanmanın arkasından, bu ve daha karmaşık sorularla boğuşarak 1995 yılının bitimine iki gün kala yazmaya oturdum. Dünyayı, hayatı, bu hayatta yerimin ne olduğunu bilmek istiyor, zamanın beni umursamadan akıp gidişini yazıyla durdurmak istiyordum. Çok zor ve özgürleştirici bir süreçti yazmak. İnsanın kendini, gövdesinden uzaklara fırlatarak, o çok uzaklardan artık başka biriymiş gibi görünen kendini dürbünle dikizlemeye benziyordu. Görüntüyü yaklaştırmak ya da dürbüne tersten bakarak iyice küçültmek sizin ellerinizdeydi; bazen çıplak gözle, bazen de, gözler kapalıyken, o uzaktakini izlemeye devam etmenin, davranışlarına, dudak kıpırtılarına anlamlar yüklemenin, ruhsal ve duygusal çalkantılarına nüfuz etmeye çalışmanın maceralı bir yanı da vardı.
- Kitaplarınızda 'devrimciler' hep var...
- 1998 yılında devrimcilerin masumiyetlerini ve onlara yönelen şiddetin konu edildiği
Kayıp Denizler üçlemesinin ilk kitabı olan
Denizi Beklerken yayımlandı. Kaybolan sevgilisini 11 yıl boyunca arayan bir kadının hikâyesiydi. 1999 yılında da, devrimcilerin yitirdikleri masumiyet, kendi yıkımlarında kendilerinin sorumluluğu ve içlerinde barındırdıkları şiddetin konu edildiği
Gelincik Tarlası ve 2007 yılında Avusturya'da Almanca da yayımlanan
Kıyamet Günü Yargıçları'nı yazdım.
ROMANININ KAHRAMANI SABAHATTİN ALİ
- Gözünüzü Almanya'ya da çevirmişsiniz sonra...
- Ayaklarım Almanya'ya biraz daha sağlam basmaya başladıktan sonra
Madonna'nın Son Hayali geldi. Roman, Solingen katliamıyla ilgili bir tiyatro oyunu için deneme yazma teklifi almış mülteci bir yazarın, Almanya'nın tarihiyle uğraşırken, yüzleşmekten kaçındığı kendi hikâyesine ve Türkiye'nin geçmişine savruluşunu konu ediniyor. Ona yol gösteren de Sabahattin Ali'nin
Kürk Mantolu Madonna'sı oluyor. Yani romanın üç kahramanı var: Sabahattin Ali (yazar), Maria Puder (roman kahramanı) ve kendini çok gerçek sanan Okur.
- Türkiye'de esas olarak bu romanla tanındınız sanırım...
- Biraz da bu roman sayesinde, 2007 yılı başlarında bir rastlantı eseri, Sonfilm şirketiyle tanıştım ve senaryo yazma teklifi aldım. Doğrusunu söylemek gerekirse, o güne kadar, hemen hiçbir filmi kaçırmamaya çalışan izleyici olma dışında ne sinemayla, ne de televizyonlarla ilişkim olmuştu. Ama ikinci kez böyle bir teklif gelmeyeceğinin de farkındaydım. Üç ay içinde gece gündüz, senaryolar okuyarak yazılı metinlerle, görüntüleri karşılaştırarak, senaryo yazmanın mantığını çözmeye çalıştım. Üç ay sonra istenen polisiye dizi filmin üç bölümünü teslim ettim ve Sonfilm için çok sayıda senaryo ürettim.
Sarı Saten adlı senaryom yönetmen Mehmet Çoban tarafından Almanca çekildi.
- Turkuvaz Kitap'la yollarınız nasıl kesişti?
- Turkuvaz Kitap tarafından yayımlanan
Babasız Günler adlı romanım da, biraz da senaryo yazarlığının sağladığı olanaklar içinde yeniden yazılabildi. Zamanımı tümden yazıya verme olanağından söz ediyorum. Yazma yeteneği olan insanlar için büyük bir çıkmazdır, yazının para etmemesi. Almanya'nın sağladığı sükunet, yeniden hayata başlamam için sağladığı ortam olmasaydı, yazmam mümkün olamazdı. Bu yüzden, '2008 Avrupa Edebiyatı Yarışması'nda birincilik ödülü alan
Babasız Günler'le ilgili teşekkür konuşmamda, Almanya'ya ve Türkçeye minnettarlığımı dile getirirken içtendim.