KIŞ MEVSİMİNDE AYRI GÜZEL
Burası Haliç Kafe'den sonra ilk açılan teras kafe. Sahibi Balat'ta doğup büyümüş olan Murat Kaymaz adında genç bir adam. Çok çalışkan ve titiz. Mekanı dört yıl önce açmış. Burası bir teras kafeden çok sanki bir tesis. İçinde konferans salonu, çocuk oyun yeri, langırt masaları, kış bahçesi bile var. Özellikle yağmur yağarken ve karlar camların üstünde uçuşurken kış bahçesinde oturup âlemi seyretmek bir başka güzel oluyor burada. Tesis aynı anda toplam 500 kişiye hizmet verebiliyor. Kahvaltısı ve Türk kahvesiyle meşhur. Hayatımız İstanbul'un sokaklarında, cadde ve bulvarlarında geçiyor. Trafik canımızdan can koparıyor, gürültü ve kirlilik bizi atomlarımıza bölüyor. Kutu kutu evlere, sıra sıra ofislere tıkıştırılmış bir şekilde yaşamaya çabalıyoruz. Arada sırada biz de çıkalım şu teraslara da, yürürken, sokaklarında ve odalarında sıkışırken fark etmediğimiz güzelliklerin tadını çıkaralım...
ÇİÇEK DOLU BİR BAHÇEDEN İSTANBUL'A BAKMAK
Ayrancı'nın güneyindeki çıkışa doğru yürürseniz solunuzda kalan sokağın adı Namahrem'dir. O sokağı takip edin, bittiğinde sola dönün. Yokuşun başında Süleymaniye Camii sizi bekliyor olacak. Ama bugünkü yolculuğumuzun listesinde yer almadığı için şöyle cephesine birazcık sürünerek Fetva Yokuşu'na doğru yolumuza devam edelim. Yokuşun hemen başında İstanbul Müftülüğü var. Şu anda dış cephesinin onarımı süren müftülük binasının bahçesi 1923'te ikiye bölünüyor. Sol taraf Diyanet'e veriliyor; sağ kısım ise İstanbul Kız Lisesi'ne tahsis ediliyor. Bu lise 1926 yılında çıkan Büyük Cibali Yangını'nda kül olunca terk ediliyor. Yıllarca harabe olarak kalıyor.
NADİDE BİTKİLER BAHÇESİ
İstanbul'a botanikçi Prof. Dr. A. Heilbronn, Prof. Dr. Leo Brauner ve Zoolog Prof. Dr. Andre Naville isminde üç önemli biliminsanı geliyor 1933'te. Hocalar kente gelir gelmez üniversiteye bağlı biyoloji enstitüsünde ders vermeye başlıyor. Türkiye'de bir botanik bahçesi kurulmasını çok isteyen Atatürk, hocaları bir öğlen yemeğine davet edip bu işi de üstlenmelerini istiyor. Bu teklif profesörleri çok heyecanlandırıyor ve hemen başlayabileceklerini söylüyorlar. Atatürk de İstanbullular'ın ve bu şehirde yaşayan çocukların kolayca ulaşabileceği bir yerde olmasını arzu ettiği için, o sırada harabe olan eski kız lisesinin arazisinin bu iş için uygun olacağını belirtiyor. Böylece bu arazi İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü'ne bırakılıyor. Eski bina yeniden inşa ediliyor ve yapının etrafındaki teraslara memleketin ilk botanik bahçesi kuruluyor. Ve bu bahçe İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Botanik Enstitüsü'ne bağlanıyor. 1936'da hizmete açılan Botanik Bahçesi'nde bugün Türkiye'de türleri tükenip gitmiş olan çok sayıda bitkiyi bulmak mümkün. Örneğin bir zamanlar Kadıköy'ün dağlarını, bayırlarını süsleyen Kalkedon çiğdeminin son 14 örneği bu bahçede yer alıyor. Türkiye'de bulunan endemik bitkilerin büyük bir bölümü de bu bahçede kendilerine bir sığınak bulmuş. Bahçeyi şu anda Türkiye'nin dünya çapındaki botanikçilerinden biri olan Doç. Dr. Erdal Üzen yönetiyor.
BİNLERCE TOHUMDAN OLUŞAN BİR ARŞİV VAR
Bahçede ayrıca dünyanın her yanından gelen nadide bitkiler de var: Borneo'dan fil kulağı, Brezilya'dan ananas, Guatamala'dan kuğu çiçeği, Himalaya Dağları'ndan kokulu Hindistan sediri, Malezya'dan demir ağacı, Japonya'dan kafur, Angola'dan kahve ağacı, Kuzey Amerika'dan lale ağacı, böceklerle beslenen çiçekler, zehirli bitkiler. Enstitü binlerce tür tohumdan oluşan dev bir arşive de sahip. Alman bahçe uzmanı Walter Stephan'ın yardımıyla bahçe 1936'da açılışa hazırlandı. Heilbronn'un altı bölümlü bahçe düzenlemesi bugün de korunuyor: Sistematik Bölüm, Taş Bahçe, Tıbbi Bitkiler Bölümü, Türkiye Bitkileri, Deney Parselleri ve Arboretum. 127 familyadan 400 ağaç ve çalı ile yaklaşık 3 bin 500 otsu bitki parsellere yerleşmiş. Seralarda, bahçede sabit veya saksıya alınmış 2 bin 500 bitki, Hamburg Üniversitesi Botanik Bahçesi'nden bağışlanan tropik ve subtropik bitkiler de buna eklenince hazinenin toplamı 5 bin bitkiyi buluyor. Bahçede ayrıca 23 havuz var.
BURAYA DA GÖZ DİKENLER VAR
İstanbul'un birçok güzelliğini talan eden rantiyeciler bu güzel bahçeye de göz dikmiş. Burayı bir kültür arşivi, dini yayın arşivi yapacağız, teraslarına da lokantalar, kafeler oturtacağız diye projeler hazırlayıp üniversite rektörünün kapısını aşındırıyorlarmış. İstanbul Lalesi'nin bile son sığınağı olan bu bahçe ortadan kalkarsa bir kültür ve doğa mirasının da sonu gelmiş olur. Evet, bahçede, teraslarda, havuz kenarlarında, seralarda dolaştınız, hadi artık dışarı çıkma zamanı. Şimdi İstanbul Müftülüğü'nün kapısından çıkacağız ve karşımızda mütevazı bir mezarlık belirecek. Sadeliğin en büyük incelik olduğunu bilen, bize kubbeler, büyük ve küçük sevinçler, azgın suları aşıp sınırları birbirine bağlayan köprüler, mor sümbüllü mavi çiniler ve bize tarifsiz sevgiler armağan eden Mimar Sinan'ın mezarıdır bu. Ailesiyle birlikte bu küçük kabristanda uyur bu büyük adam. Yanından geçelim, bir dua edelim, elimizle duvarına dokunup, şuhunu şenlendirelim. Yolumuza devam edelim.
SOKAKLAR CIVIL CIVIL
Mimar Sinan Kafe'den sonra irili ufaklı birkaç yer daha açılmış. Ağa Kapısı ve Şehrim İstanbul gibi butik mekanların yanı sıra Hüsnü Ala gibi büyük tesisler de hizmete girmiş. Hüsnü Ala'nın manzarası da güzel, servisi de temiz ve özenli. Fetva Yokuşu, İstanbul'un meşhur çarşılarına açılan Mercan'ın da girişi sayılıyor. Buraya Kantarcılar istikametinden de bir çıkış var. Çarşıların kavşak noktası olduğu için eskiden dükkanların kapandığı saatten itibaren kimseler olmuyordu sokaklarda. Bayram ve tatil günlerinde de in cin top oynuyordu. Fakat sözünü ettiğimiz bu birkaç mekanın hizmete girmesiyle çarşıların hikayesi değişmeye başlamış. Şimdi gece geç saatlere kadar dolup boşalıyor sokaklar. Pazar günleri uzaklardan gelmiş sevgililer el ele tutuşup sokaklardan teraslara akıyor.
TİRYAKİ ÇARŞISI DİYE BİR YER VARDI
Süleymaniye Camii'nin bugünkü ana giriş kapısının tam karşısında dükkanlar vardır, bilirsiniz. Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi'ni inşa ederken, caminin kuzey ve güney cephesinde, bu ibadethaneye gelir sağlamak için vakıf dükkanları da kuruyor. Yani buradaki dükkanlar külliyenin açıldığı 25 Ekim 1557'den beri kullanılıyor. Toplam 35 dükkandan oluşan bu önü açık sokak eskiden Tiryaki Çarşısı olarak anılıyor. Osmanlı devrinde afyona 'tiryak', afyon düşkünlerine de 'tiryaki' deniliyordu. Bu çarşıdaki dükkanlar aktar ile kahve arası bir işlev görürdü. Hem ham afyon satar hem de bunları nargilelerde servis eder, isteyenlere afyonlu kahve ve şurup da sunarlardı. Tanzimat dönemine kadar padişahlar Tiryaki Çarşısı'na dokunmadı. Sadece IV. Murat döneminde kısa bir süreliğine kapılarına kilit vuran çarşı esnafı, bu padişahın vefatından sonra kaldıkları yerden işlerini sürdürdüler. Özellikle Ramazan aylarında bu haneler ağzına kadar dolup taşardı, çünkü diğer aylarda şişenin dibini bulan şarap ve rakı meraklıları Ramazan geldi mi kendilerini, günah olmadığına inandıkları afyona bırakırlardı. Osmanlı modernleşmesinin başladığı dönemde afyonun bütün toplumu uyuttuğu, Osmanlı uyurken Batı'nın atı alıp Üsküdar'ı boyladığı anlaşılıyor. Ve ilk yasaklar geliyor. 1870'li yıllarda Avrupa'da da uyuşturucuya karşı bir kampanya başlatılıyor. O tarihlerde Osmanlı da Tiryaki Çarşısı'nın kapılarına bir daha açılmamak kaydıyla kilit takıyor. Süleymaniye'deki dükkanlar da böylece şekil değiştirmeye başlıyor.
BİR LEZZET DURAĞI: KURUFASULYECİ
Eski Tiryaki Çarşısı'nın doğu yönündeki ilk dükkan, o meşhur kurufasulyeci. Aynı sırada başka kurufasulyeciler de var. Bizimki tabelasında Kurucu Ali Baba - Kanaat Lokantası yazan mekan. Aman ha karıştırmayın. Bazı kaynaklarda lokantanın 1924'te açıldığı yazıyor ama doğrusu öyle değil. Dükkanın kurucusu olan Ali Baba, eskiden Üsküdar'daki meşhur Kanaat Lokantası'nın da ortaklarından biriymiş. Ortaklık bitince Ali Baba, seyyar bir araba yapıp Şehzadebaşı'nda, Direklararası'nın girişinde kurufasulye satmaya başlamış. Ortaya çıkan lezzet o kadar sevilmiş ki, kısa bir zaman zarfında arabanın önünde kuyruklar oluşmuş. Büyük lezzet ustası da artık bir dükkana yerleşme zamanının geldiğini anlamış. Bu işletme de böylece ortaya çıkmış. Şu anda dükkanda Ali Baba'nın dördüncü kuşak torunu Türker Akyıldırım duruyor. Fasulyeler eskiden beri Erzincan'dan geliyor. Fasulyeler bir gün öncesinden suya koyulup şişmesi bekleniliyor. Ertesi sabah 1.5 saat kadar kaynatıldıktan sonra bildiğimiz yemek olarak pişirilme işlemine geçiliyor. Yemek piştikten sonra demlenmesi için 2 saat bekletiliyor ve ardından servis ediliyor. Her tabağa birer iri Arnavut biberi koyuluyor. Acısı kıvamında olan bu biberle beraber ortaya bir lezzet fırtınası çıkıyor.
KAŞIKÇI ELMASI DEĞERİNDE KİTAPLARIN BARINAĞI
Bir Çinli bilge, "Tanrım" demiş, "Bu âlemde senden sadece iki isteğim var: Birincisi, çiçek dolu bir bahçe; ikincisi ise o bahçenin içinde kitaplarla dolu bir ev..." "Daha ne isteyeceksin ki?" diye sorası geliyor insanın. Ama neyse biz şimdi içinde bin bir çeşit bitkinin olduğu Botanik Bahçesi'nden çıkalım ve envaiçeşit kitabın bulunduğu Süleymaniye Kütüphanesi'nin kapılarını aralayalım. Sırtımızı İstanbul Müftülüğü binasının kapısına verip dümdüz gidersek kütüphaneye çıkarız. Sülaymaniye Camii'nin hemen karşısında meşhur kurufasülyeciyle, eski doğumevinin tam ortasında kalıyor bu kültür abidesi. Bu kütüphanenin temelleri Kanuni Sultan Süleyman döneminde atılmış. Kanuni devrinde cami avlusunun içindeki medrese binalarında bulunan kütüphane 1927 yılında şimdiki yerine taşınmış. Binada şu anda çoğu elyazması 74 bin eser bulunuyor. Kitapların büyük bir bölümü yapının içinde yer alan özel klimatize edilmiş odalarda korunuyor. Evliya Çelebi'nin ilk elyazmalarından, Ali Kuşçu'nun Fatih Sultan Mehmet için hazırladığı matematik kitabına kadar birçok eser burada bulunuyor. Kütüphane haftanın yedi günü 09.00-19.00 arası açık. Bir şey okumayacaksanız bile girip gezin ve görün bu kitapları. Bu kütüphaneyi görmeden Osmanlı uygarlığının üzerine kurulmuş olduğu temelleri anlamak mümkün değil gibi geliyor bana.