Bugün
Ramazan ayının ilk günü; bu akşam en az iki minaresi olan camilerin minareleri arasında kurulan, geçmiş yüzyılların görüntülü mesaj iletme yöntemi mahyalarından da bizlerle, "Hoş geldin Ramazan!" mesajı paylaşılacak. Ramazan oruçla, oruç da ilginç biçimde yemekle, iftarla özdeşleştirilmiş hep. Ramazan'ın ibadet yanı belki de kişinin kendi manevi dünyasının özel bir parçası olmasından dolayı sessizce geçiştirilirken eğlence, yeme içme yanı ön plana çıkmış. Ben çocukken Ramazan'da radyolarda bizden önceki dönemi yaşayan ihtiyarlar iftar sonrası Direklerarası eğlencelerini göklere çıkarırlar, "Üsküdar'dan bakınca, İstanbul'un ışıkları bulutlara yansırdı" diyerek sözüm ona şehrin canlılığını anlatırlardı. Mum, kandil ve tek tük havagazı lambalarının aydınlattığı bir kentte, Direklerarası denen, Şehzadebaşı'nda bin metreyi bile bulmayan bir güzergahta sağlı sollu sıralanmış salaş tiyatroların ölgün ışıklarının karanlık İstanbul'un karşı yakasından görülebilmesi İstanbul'un canlılığını değil, hazin durumunu gösteriyordu. Günümüzde tek bir AVM bile 20. yüzyıl başlarındaki İstanbul'un tüm lambalarından fazla aydınlık yayıyor çevreye. Eski iftar sofraları da ballandıra ballandıra anlatılırdı. Ama anlatılanlar içinde iftar çadırları, 100 çeşit yemeğin sergilendiği açık büfe iftar sofraları yoktu doğal olarak. 1826'da yayınlanmış Ramazanname'deki bir mani, aslında sıradan İstanbullunun iftar sofrasının "Bir bilseniz, Ramazan'da neler yenirdi, neler!" abartılarından epey farklı olduğunu gösteriyor: "Ayasofya'dan al çörek / Lazımdır baklava börek / Hocapaşa'nın simidi / İftarda bulunmak gerek // Cümlesin başı ekmek / Garip yiğit harcı keşkek / Yağlı lokum, samsa börek / İftar vakti yenir tek tek // Yufka bağrın ezdi bekçi / Dünyasından bezdi bekçi / Ramazanın zahiresin / İlkbaharda düzdü bekçi.. Tüm şölenlerde olduğu gibi, keşkek, Ramazan'da da sofranın baş tacı. Ve bugün de tatlıya sıra geldiğinde, tüm Türk tatlılarının şahı olarak gördüğüm baklava damakları şenlendiriyor. Maniden anlaşıldığına göre, bunların dışında simidiyle ünlü olduğu anlaşılan Hocapaşa'dan alınmış simit, Ayasofya'da bugün yerinde yeller esen bir fırının çöreği, samsa böreği ve bütün Türk sofralarının olmazsa olmazı, mis gibi, fırından yeni çıkmış ekmek. Hepsi bu kadar; sofrada günümüz iftar sofralarının vazgeçilmezi, Ramazan pidesi bile yok!. Sıradan insanlar iftar saatinde mütevazı sofralarında oruçlarını açıp, karınlarını doyuruyor, bilemedin bir komşuları ya da akrabalarıyla sofralarını paylaşıyorlardı. Karınlar doyduktan sonra, nüfusu gayrimüslimleriyle birlikte 1 milyonu bile bulmayan İstanbul'un, günümüz orta boy bir miting meydanına kolayca sığabilecek Müslüman hemşerilerinin bir bölümü Direklerarası tiyatrolarında kukla, karagöz, ortaoyunu seyrediyor, çoğunluk gecenin ilerleyen zamanlarını televizyonsuz, internetsiz, ibadetle geçiriyordu. Konaklarda, saraylarda durum daha farklı. Burada hane sakinlerinin sofraları Tanrı misafirlerine de açık. Refik Halit Karay
Üç Nesil, Üç Hayat adlı eserinde Ramazan anılarını anlatıyor: "Büyük konakların iftar sofralarında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu. Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi, işinizi sormazdı. Sadece kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyafetinize bakarak size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada, ya orta sofrada yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında.." Ahmet Rasim ise
Ramazan Sohbetleri adlı kitabında Abdülmecit dönemi iftar sofrasında bulunanları sıralıyor: "Genellikle bir iftariye tepsisinde şunlar var: Yeşil yağlı siyah zeytin; susamlı simitler, pastırma, sucuk, hünnap, ceviz; çeşitli reçeller; şerbet, hurma ve özel kabında Zemzem. Akşam namazını takiben iftar sofrası: Dört çeşit çorba, pastırmalı sucuklu yumurta, hindi veya tavuk, sebze yemekleri, pilav, iki üç çeşit börek, sütlü-hamurlu tatlılar, turşular; yemekten sonra Yemen kahvesi ve su, şerbet ikramı ve çubuk keyfi..." Buna göre, Sultan Mecit dönemi konağında bile kırmızı etten söz edilmiyor, çorbalar, sebze yemekleri, hamur işleri ağırlıkta. Nasıl, günümüz iftar sofralarına benzemiyor değil mi? Bazen kendi kendime soruyorum: "Hangi dönemin sofraları daha iyiydi?" diye.