28 Şubat darbe kararları ve 8 yıllık kesintisiz eğitim ile başlayan tartışmaya, uzmanlık alanı ve iştigali eğitim olmayan hemen herkes dâhil olmuştu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nden, Türk Kadınlar Birliği'ne, TOBB'dan Ziraat Odaları Birliği'ne kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kuran kurslarının kapatılmasını istiyordu. Aylarca tartışılan 8 yıllık kesintisiz eğitim, Meclis Genel Kurulu'nun sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışması sonunda 277 milletvekilinin oyuyla 16 Ağustos 1997'de kanunlaştı. Hiçbir bilimsel altyapı ve pedagojik formasyon gözetilmeden siyasî ve ideolojik beklentilerle hasımları alt etmek için eğitim kurumu adeta yağlı bir kırbaç gibi kullanıldı... O dönemde sekiz yıllık kesintisiz eğitim projesinin, üniversitelerdeki eğitim bilimi ile uğraşanlar ve eğitim bakanlığındaki ilgili uzmanlar tarafından tartışılması ve konu hakkında kararların alınması beklenirken, bu tartışmanın bütünüyle siyasî kulislerde ele alınması ve alınan kararların uygulanması noktasında sert önlemlerin getirilmesi, aslında yapılmak istenenlerin çok farklı niyetler içerdiğine delalet etmektedir. 28 Şubat sürecinde 'sekiz yıllık kesintisiz eğitimin' kanunlaşmasında, eğitim konusunda en son söz alacak kişiler aktör haline gelmiştir. 28 Şubat sürecinde devlet, ordu, eğitim ve ideoloji ilişkilerini açık bir şekilde görmek için dönemin basınına bir göz gezdirmek yeterli olacaktır. Atılan bütün manşetler ve hazırlanan haberler büyük bir korku, yaranma ve çıkar ilişkisiyle servis edilmiş ve eğitim bu kirli ilişkilerin pespaye piyonu haline getirilmiştir. İmam Hatip Liseleri'nin önünün kesilmesi mantığıyla geçilen 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması ile birlikte süreç tüm meslek liselerini olumsuz etkilemiş, mesleki ve teknik eğitim- öğretim bitme noktasına gelmiştir. Buna paralel uygulanan katsayı adaletsizliği bu gelişmeyi hızlandırmıştır. Bugün Türkiye'de varlığı halen devam eden ve ülkeyi orta -gelir tuzağına hapsetme riskini doğuran nitelikli işgücünün bulunamayışında mesleki ve teknik öğretimi neredeyse sona erdiren sekiz yıllık kesintisiz eğitim başat rol oynamıştır. Bu uygulama köylerdeki okulların kapanmasını hızlandırmış bir uygulamadır. Bu uygulama 'taşımalı eğitim' gibi kendi içinde önemli sorunları barındıran bir uygulamayı da gündeme getirmiştir. 4+4+4 eğitim sistemi olarak bilinen 6287 sayılı kanunla sekiz yıllık kesintisiz eğitimin olumsuz sonuçları nispeten giderilse de özellikle mesleki eğitime vurulan darbenin uzun vadeli etkileri halen devam ediyor... Rasim Ozan Kütahyalı Can Dündar'ın yaptığı gazetecilik değildi, Türkiye'nin menfaatleri aleyhine -başka bir ülkenin paralel yapının savcılarına yaptırdığı operasyonun medya ayağında rol almaktı. Dündar bu role sadece iktidar karşıtlığından, Erdoğan düşmanlığından mı evet dedi yoksa olası profesyonel bir ilişki içinde mi bilmiyoruz. Mahkeme işte bunu açığa çıkarmalı. Ama şunu biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Suriye'deki Türkmenlere devlet kararıyla ve MİT eliyle ulaştırmaya çalıştığı yardımlara, Reyhanlı patlamasını 'bilerek önlemeyen' ve 52 vatandaşımızın ölmesine sebep olan savcı Özcan Şişmandevlet hiyerarşisi dışına çıkıp Fethullah Gülen hiyerarşisine uyarak tamamen yetkisiz ve kanunsuz şekilde bir operasyon yaptı. Operasyonda medyaya da rol verilmişti. İlk 'haber' operasyona mevcutlu giden Cihan Haber Ajansına yaptırıldı. 'Zamanlama manidar'dı: Cenevre-2'den önceydi ve 120 ülkenin büyükelçisi Adana'daydı. 'Etki ajanlığı' diye nitelenen ikinci iş 7 Haziran'dan hemen önce Can Dündar'a verildi. 5N1K'dan yoksun, dayanaksız ve bayatlamış iddia Cumhuriyet'e 'kakalandı'. Operasyonların yarattığı türbülansla Türkmenlere yardımlar kesintiye uğradı ve Tel Abyad düştü. Bayırbucak Türkmenleri aç biilaç kaldı. Sadece stratejik noktalar değil okul-hastane gibi sivil alanlar da bombardıman altında kaldı. Binlerce sivil öldü. Türkiye uluslararası alanda sıkıştırıldı. MİT TIR'larına operasyon Türkiye kendi sınırındaki saldırıları göğüsleyemesin, sınırın öte yanındaki Türkmenlerin, Arapların ve Kürtlerin imdadına koşamasın diye yapılmıştı. Can Dündar işte bu operasyonda yer aldı. Çoluk çocuk Türkmenlerin ölümüne hizmet etti. Ayrıca Reyhanlı'da 52 kişinin ölümünden sorumlu olan savcıyı aklamaya çalıştı. Kimse bunun gazetecilik olduğunu iddia etmesin. Manşetten Türkiye'nin IŞİD'e silah gönderdiğini iddia edip aynı haber içinde bırakın iddiasını ispat etmeyi, bir kere bile tekrar etmemek, alakasız yerlerden apartılmış fotoğraflarla, paralel yapının eline verdikleriyle kendi ülkesine operasyon çekmek gazetecilik değildir. Zaten Dündar gazetecilikten değil terör örgütü üyeliğinden ve casusluktan, etki ajanlığından yargılanıyor. Hükmü davaya bakan mahkeme verecek, Anayasa Mahkemesi değil. Çünkü AYM temyiz mahkemesi değil. AYM'nin kararı bu nedenle çok sorunlu: Yetkisini aşarak esasa giriyor ve yerel mahkeme üzerinde vesayet kuruyor. Paralel yapının otuz yıldır neden dindar kisvesiyle gasp ettiği çocukları emniyet ve harp akademilerinin yanı sıra hukuk fakültelerine yönlendirdiği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Elemanlarının alt mahkemeler gibi üst mahkemelere de yerleştiği tehlikeli bir süreci hep beraber yaşıyoruz ve acı olan şu ki Nutuk'taki 'memleketin bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş...' uyarılarını ağlayarak tekrarlayan Kemalist ulusalcı çevreler, Cumhuriyet gazetesi ve CHP'nin zapt edilmesiyle bugün tam da Mustafa Kemal'in dediği gibi 'gaflet, dalalet ve hatta hıyanet' içinde. Fadime Özkan/Star İstanbul'daki kahvehane taramalarını hatırlayın. PKK'lılar bilinçli biçimde 70'leri hatırlatan o kahvehane taramalarıyla toplumun sinir uçlarına dokunup ayaklandırmak istiyor. MHP kitlesi cevap verdiğinde ise 'son oyun' devreye girmiş olacak. MHP'deki kongre talebine bu gözle bakmakta yarar var. MHP yönetimi, MHP'ye yönelik kuşatmayı herhalde hesaba katıyor. Bu kuşatmayı bertaraf etmenin yolu il ve ilçeleri görevden almak değil, MHP'nin bugünkü rolünü iyi anlatmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda MHP'yi yönetme iddiasıyla ortaya çıkan siyasi aktörleri de ilgilendiriyor. Ancak o aktörlerin bu kuşatmaya ilişkin tavırları belirsiz. Meral Akşener, Sinan Oğan,Koray Aydın veya son katılan Ümit Özdağ'ın bu konudaki tavırları kafalarda soru işareti yaratıyor. Önce son istifa eden Özdağ'la ilgili bir not. Özdağ neden istifa etti? Kongrenin kaçınılmaz olduğunu gördüğü ve pozisyon almak için mi yoksa aday olmak için mi? Daha önce yazdım, Bahçeli, muhalefete karşı B Planı olarak Ümit Özdağ'ı devreye sokabilir diye... Özdağ'ın istifası bu planı akla getiriyor. Aday olma ihtimali yüksek. Bahçeli destek olursa, şansı da var. Ancak adı geçen adaylarla MHP'nin gelecek şansı var mı ona bakmak lazım. Kulislerde MHP'nin bir uçtan başka bir uca savrulma ihtimali çok yüksek görülüyor. Ümit Özdağ veSinan Oğan'a MHP'yi dar bir alana çekerek içe kapatacak aktörler gözüyle bakılıyor ve 70'leri hatırlatan 'radikal bir MHP' ihtimalinden korkuluyor. MHP'yi merkez sağa açacağı öne sürülen Akşener'in durumu daha da belirsiz. Akşener'inKılıçdaroğlu vari omurgasız bir siyaset mi izleyeceği yoksa yenildiği için daha öfkeli hale gelen Gülencilerle kol kola mı yürüyeceği bilinmiyor ve kaygı yaratıyor. Bir MHP'li şöyle diyor: 'Akşener'in yumuşak karnı Gülenciler... O pragmatik davrandığını sanıyor ama bu olay o kadar basit değil. Ülkücülerin bu konuya dikkat etmesi gerekiyor. Türkiye'nin bekasını tehdit eden bir yapıya karşı Akşener neden susuyor? Neden'Türkiye'ye tuzak kuruyorsunuz' deyip meydan okumuyor? Bunu yapmıyorsa bilin ki MHP cemaate teslim edilmiştir.' Gördüğünüz gibi radikalleşme ve cemaatleşmenin yol açacağı 'son oyun' nedeniyle MHP kongresi sadece MHP'lileri değil, herkesi yakından ilgilendiriyor. Mahmut Övür/Sabah 'Ben paralel devletin savaşını önlemek istiyorum. Vekâlet savaşını bize dayatıyorlar. Irak'taki de, Suriye'deki de vekâlet savaşıdır.' (14 Ekim 2013) 'Bugünkü asıl kavganın sebebi Cemaat'in MİT'in Kürdistan'daki ofislerini istemesidir. Ben çok önce de söylemiştim, devlet yetkilileri inanmamıştı. Şimdi onlar da doğruluyor. İki müsteşarı da götüreceklerdi. Arkalarında NATO ve ABD vardı. MİT kelleyi vermedi, direndi. Aferin dedim, bunlara karşı bir tek siz direndiniz. Emekli Genelkurmay başkanlarını bile götürdüler.' (17 Aralık 2013) 'Roboski, Paris katliamı, 6-7 Eylül ve benzeri, bunların hepsi MİT'e yıkılmak isteniyor. Bunların hepsini Cemaat yapıyor.' (4 Şubat 2015) 'Roboski, Hakkâri'de 13 köylünün katledilmesi, KCK operasyonları ve buna benzer yüzlercesi hep böyleydi. Bunu yapanlar şimdi teşhir oldu, ortaya çıktı. Bunların arkasında paralel yapı, Cemaat çıktı.' (4 Şubat 2015) '7 Şubat, 17-25 Aralık sadece bir darbe değildir. Küresel bir operasyondur.' (9 Şubat 2015) Bu sözlerin tümü Abdullah Öcalan'a aittir ve hepsini yakın bir zamanda Avrupa'da kitap olarak basılan, HDP'lilerin Öcalan'la yaptıkları görüşmelerden derledikleri 'İmralı Notları' kitabından aldım. HDP'lilerin, 'önderlik' dedikleri, 'görüşme notlarında' sözü alan herkesin'Başkanım' diye hitap ettiği Abdullah Öcalan bütün bunları yakın bir zamanda söyledi; HDP heyeti de not aldı, notları yurtdışına çıkardı, orada geçen ay kitaplaştırıldı ve her yere dağıldı. Üstelik Öcalan, bu 'notların' kitap olarak basılmamasını, ancak bir 'iç eğitim notu' olarak bütün örgüte dağıtılmasını istemişti. Yani bu sözlerden örgütünün bütün birimleri haberdardı. Buna rağmen 2015 Haziran ve Kasım seçimlerinde, Öcalan'ın deyimiyle'Cemaat' veya başka bir deyişle 'paralel yapı' bütün gücüyle HDP için çalıştı. Bütün medyalarını HDP'nin hizmetine sundu. HDP'liler de bu 'desteği' memnuniyetle karşıladı. Öcalan'ın 'çok tehlikeli'bulduğu 'paralelcilerin' gazete ve televizyonlarını 'gönül rahatlığı' içinde kullandılar. Bu 'kullanım' şu anda da sürüyor. (Ha, bu arada kim kimi kullanıyor, o da ayrı bir tartışma konusu...) Anlayacağınız, 'önderliğin' bütün bu 'belirlemelerine' rağmen HDP'liler,'paralelcilerle' omuz omuza vermiş, 'bildirici' aydınlar ve bazı ulusalcıları da yanlarına alıp 'AKP faşizmine' karşı ölümüne direniyorlar. Galiba bu yüzden Yalçın Akdoğan HDP'liler için, 'Öcalan bunları yakalasa sopayla kovalar' demişti. Muhsin Kızılkaya/Habertürk İran, geçen cuma 'çifte' seçimlere gitti. Bu seçimler Batı ile nükleer anlaşma sonrası ilk seçimler. Dini lideri belirleyen Uzmanlar Konseyi ve onuncu dönem parlamento seçimleri aynı anda yapıldı. Adayların bireysel olarak yarıştığı seçimlerde ilk haberlere göre Cumhurbaşkanı Ruhani ve eski cumhurbaşkanı Rafsancani'ye yakın 'ılımlı-reformist' adaylar ağırlık kazanıyormuş. Bu başarının uluslararası kamuoyunda 'sevinçle' karşılanacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Zira İran iç siyasetindeki rekabeti 'reformistler, muhafazakârlar ve pragmatistler' şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutmak oldukça yaygın. Ve Batı ile ilişkilerde yumuşama ve siyasi liberalleşme talepleriyle öne çıkan Muhammed Hatemi gibi 'reformistlerin' ya da Ruhani gibi 'kontrollü reform' öneren pragmatistlerin kazanması İran'ın geleceğine yönelik hep bir umut uyandırır. 'Anti-emperyalizm' ve 'Batı karşıtlığı' ile özdeşleştirilen muhafazakârların İran sisteminde ağırlığını kaybetmesi arzu edilir. Doğrusu İran kamu diplomasisini takdir etmek lazım. Her seçimde 'kritik bir değişim' olacağı beklentisini oluşturmayı başarıyorlar. Oysa karşımızda velayet- i fakih teorisi bağlamında dini liderin siyasi- ideolojik kontrolü altında işletilen bir tür yarı- demokratik sistem var. Anayasayı Koruyucular Konseyi, her seçimde birçok 'reformcu' adayı reddediyor. Sanki 'İslam devrimi' ideolojisi İran milliyetçiliğinin ortak bir unsuruna dönüşmemiş gibi, farklı tonları 'değişim' ihtimali olarak pazarlayabiliyorlar. Kuşkusuz önceki cumhurbaşkanları Hatemi ve Ahmedinejad arasında söylem ve politikalar açısından farklar vardı. Ancak dış politika tercihleri açısından asıl olan, bölgesel konjonktüre uygun pragmatizmdir. Bu sebeple 'İslam devrimini yaymak' gibi bir iddiaya rağmen İran diplomasisi milli menfaati önceleme fırsatçılığında hiçbir seküler diplomasiyi aratmaz. Hatta takiyye kültürünün diplomatik manevraları ve değer yerine menfaat odaklı politikaları meşrulaştırmakta kolaylaştırıcı olduğu da söylenebilir. Bu yüzden, kanaatimce, Hamaney sonrası dini lider dönemi için de İran siyasetinde 'büyük' değişimler beklememek lazım. Bölgesel politikaya gelince; İran'ın önünde açılan 'fırsatlara' hırsla sarılmaya devam etmemesi mümkün görünmüyor. Türkiye ve Suudi Arabistan'ın Obama yönetiminin Ortadoğu politikası sebebiyle 'sıkıntıda olan müttefikler' olma hali değişmedikçe bu trend devam edecektir.Ezcümle, ister reformcu-ılımlı ister muhafazakâr, asıl olan İranlı siyasetçilerin pragmatizmidir. Tarihi bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar, sonuna kadar kullanmaya çalışacaklar... Burhanettin Duran/Sabah Bu yazıyı Cumhur-başkanımız ile geldiğimiz Fildişi Sahili başkenti Abidjan'dan yazıyorum. Kaldığım otelin penceresinden baktığımda kıtanın en büyük 2. limanının hareketliliği göze çarpıyor. Ancak otelin düzgün kesilmiş çim bahçelerinin bittiği yerde kentin yoksulluğunu anlatan gecekondular da bir Afrika gerçeği... Tabii Fildişi, diğer Batı Afrika ülkeleriyle kıyaslandığında, daha gelişmiş bir altyapıya sahip; ülkede 82 bin km karayolu ağı var. Devlet Başkanı Alassane Ouattara, daha önce IMF Afrika Bölge Sorumlusu ve the Central Bank of West African States (Bölgesel Merkez Bankası) Başkanı olarak çalışmış. Bundan dolayı başlarına gelenlerin nasıl ve nereden olduğunu kestirebilecek bir deneyime sahip. Ouattara, 1999 yılında, o zaman muhalefette olan, the Rally of the Republicans Parti'ye başkan olmuş. Ama Ouattara'nın yolu 2000 yılındaki referandumla kesilmiş. 2000 yılında referandumla onaylanan yeni anayasada anne veya babası Fildişili olmayan, ayrıca daha önce herhangi bir ülkenin vatandaşlığını talep eden kişilerin devlet başkanlığına adaylığı yasaklanmış. Ouattara'nın babası Burkina Fasolu olduğu için adaylığına izin verilmemiş ve 2010 yılına kadar süren iç karışıklarla önü kesilmiş. 2010 yılında ilk kez 2015'te ikinci kez %84 oranında oyla Devlet Başkanı olarak seçilmiş. 2012'den beri ülkede sağlanan %9'un üzerinde büyüme ortalamasıyla Ouattara ekonomik refahın yanı sıra, ülkede ölümlere sebep olan politik istikrarsızlığı da bitiren kişi olarak biliniyor. Ayrıca, ülkede şu an yeni anayasa üzerine çalışmalar yapılıyor. 2000 anayasasının geçerliliğini yitirdiğini savunan Ouattara, temelde kendisinin de seçilmesini engelleyen milliyetçilik kavramını değiştirmeyi planlıyor. Ouattara'nın Müslüman ve eşinin Fransız olduğunu da ilave edelim. Bütün bu notları şunun için aktardım; Fildişi'nin devlet başkanına bakınca ülkenin -hatta Afrika'nın- tarihine ve oradan günceline gelebilirsiniz. Burada Fransız etkisini, daha sonraABD'nin ekonomik gücünü ve baskısını ve yıllar süren terör, kabile savaşlarını, yağmalanan yer altı-yer üstü kaynaklarının izlerini keşfedebilirsiniz. Batı'yı bilen, ne yapacağını kestiren ve tam şimdilerde, Batı ile dengeleri koruyup yeni bir yol arayan liderler ve siyasi akımlar ortaya çıkıyor. Bu siyasi yol, radikal olmayan, ülkenin çıkarlarını öne alan ve refah odaklı yeni kalkınmacı bir anlayış aynı zamanda. Bu anlamda Ouattra gibi liderlerin Türkiye'ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ilgileri, saygıları büyük. Batı ile belli dengeleri koruyup, ülkesinin çıkarlarını Batı'ya rağmen savunmak, hiç şüphesiz ki yalnız Afrika için değil, Türkiye dahil olmak üzere, bütün gelişmekte olan ülkeler için yeni bir çıkış hatta yeni bir paradigma. Bundan dolayı bu ülkelerin çoğunda tam şimdilerde yeni anayasa ve yeni bir sistem arayışı gündemde. Ancak aynı zamanda da 'eskilerin' yeni olana direnişi nedeniyle terör ve ülkelerin bu yeni siyasi yönelimine saldırılar da, tıpkı Türkiye'de olduğu gibi, durmuyor. Batı, Afrika'yı yüzyıllardır yoksul bir sömürge olarak elinde tuttu ve bütün yer altı-yer üstü kaynaklarını ele geçirdi, yağmaladı. Yıllar süren kabile savaşları, Afrika toplumunun insan kaynağını yok ediyordu. Bir ülkenin doğal zenginliklerine, kaynaklarına el koymak için ilk önce onun insan kaynağını devre dışı bırakmak, ele geçirmek, bütün sömürge tarihinde birinci kuraldır. İnsan kaynağı iki türlü devre dışı bırakılır; birincisi, iç savaş ya da savaşla -özellikle eğitimli genç nüfusu- devre dışı bırakmaktır. İkincisi ise, ideolojik ve siyasi mekanizmalarla, maddi araçları da kullanarak, 'seçkin' sınıfları satın almaktır. Bu ikinciler genellikle siyasetbürokrasinde, medyada ve stratejik şirket ve eğitim kurumlarında istihdam edilirler. Ben Batı'nın sanayi devriminden itibaren geliştiği üç temel sömürgeleştirme dönemi olduğunu düşünüyorum. Tam şimdi üçüncü aşamadayız. Cemil Ertem/Milliyet Anayasa Mahkemesi, Can Dündar'ın tahliyesine karar verdi. Beraat etmiş değil ama tutuksuz yargılanacak. Dünyadaki gelişmiş ülkelerde görülen benzeri davalarda görülenin aksine bir müsamaha Dündar'a gösterilmiş oldu böylece. 'Gerekmedikçe tutuksuz yargılama esastır' diyerek mevzunun buraya kadarını bir şekilde anlayabiliriz belki. Zaten yerel mahkeme de, AYM kararına rağmen, yurtdışına çıkış yasağı koyarak kendi iradesine de sahip çıkıp, kaçma tehlikesine karşı tedbir aldı. Bundan çok daha vahim olanı, AYM'nin sürmekte olan bir davaya ilişkin, kendi yetkisinin sınırlarını aşarak şekil denetimi yapmakla yetinmeyip, anayasaya göre hakkı ve yetkisi olmadığı halde esas denetimi de yapmasıdır. Daha esas mahkemesinin kendisi işin esasına girmemişken, sanıklar mahkeme huzuruna bile çıkmamışken, yargı sürecinin en başındayken, Dündar hakkında suçlamaların basın ve ifade özgürlüğüne girdiği yönünde karar belirtmek, yerel mahkemeye 'Sen hiçsin, sadece ben varım' demektir! Yargıyı, yetki gaspıyla baskı altına almanın da saygı duyulacak hiçbir yanı yoktur. Nitekim Star gazetesinin manşeti de AYM Başkanı Zühtü Arslan'ın, bu hususta bir AYM üyesinin getirdiği 'Daha yargılama bile başlamadı. Kendimizi mahkeme yerine koyamayız' uyarısını bastırıp, sanki şahsi bir meseleden bahsediyormuşçasına, 'Bu iş bugün bitecek' diye yanıt verdiğini ortaya koydu. Bu kararla AYM, hukuki ve siyaset-üstü bir kurum olmadığını, bilakis siyasî kararlar alan, bunun için gerekirse adını aldığı anayasayı bile çiğnemeye hazır, denetim ve hesap verebilirlikten uzak bir vesayet organı olduğunu ortaya koymuştur. Vesayetçilerin görünen kimlikleri değişse de, durdukları yer hep aynı... Hilal Kaplan/Sabah Suç mudur? Anayasa Mahkemesi'nin kararlarına saygı duymadığını söylemek suç mudur? Cumhurbaşkanı Erdoğan, 'saygı duymuyorum' dedi. Ne olacak? Böyle dedi diye Cumhurbaşkanlığı sakıt mı olacak? Bir anket yapılsın, 'Tedbirler Kanunu'ndan başlayarak, bu mahkemenin tasarrufları halka sorulsun. Bakalım saygıyla mı karşılanacak? Mahkemenin aldığı kararlara (bağlayıcı kararlara), itiraz hakkımız saklı kalmak kaydıyla elbette uyarız ama saygı duymak zorunda değiliz. Bakalım, Anayasa Mahkemesi bugüne kadar, 'mutlak saygı' beklenen kararlarıyla ne söylemiş, bizi hangi politik vasata itaat etmeye zorlamış? Bakalım, bu kararlar, saygın kararlar mıymış? Önce kısa bir tarihçe... Kendisini 'Süper Yargıtay', 'Süper Danıştay', 'Süper Sayıştay', hatta 'Süper Yasama Organı' yerine koyan bu mahkeme, 61 Anayasası'yla birlikte ihdas edildi. Görevi, bilindiği üzere, yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemektir... Birçok demokratik ülkede bu görevi (denetleme görevini) normal mahkemeler üstleniyor... Bizde de böyle olabilirdi ama '61 konvansiyonu' bunu uygun bulmadı ve Anayasa Mahkemesi doğdu. Kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca 'sorumluluk' alanı içinde kalması gerekirken, süreç içinde bu kuralı ihlal etti ve aldığı kararlarla diğer erkler karşısında 'hiyerarşik bir üstünlüğe' yerleşti. Dolayısıyla bir 'Anayasa Mahkemesi sorunumuz' oldu. Tamam, Anayasa Mahkemesi'nin aldığı kararlara uyalım, saygıda kusur etmeyelim de... Başbakan asanların çıkardığı 'Tedbirler Kanunu'nu 'hukuka uygun' bulan bu mahkeme değil miydi? (61 darbesi bir 'devrim'miş... Anayasa Mahkemesi böyle diyor. Devrim eleştirilemezmiş. Dolayısıyla, devrimin eleştirilmesini suç sayan Tedbirler Kanunu, fevkalade demokratik bir kanunmuş. İptal edilmesi söz konusu bile olamazmış.) 12 Eylül'de 'varlık nedeni' ortadan kalktığı halde, hiçbir şey olmamış gibi görevine devam eden bu mahkeme değil miydi? (Anayasayı korumaya ant içmiş bazı üyeler, darbe yapıp anayasayı ortadan kaldıran Kenan Evren'e teşekkür ziyaretine gitmişlerdi. Bunu da yapmışlardı.) Refah Partisi'ni kapatan bu mahkeme değil miydi? Fazilet Partisi'nin, ileride RP'leşeceği ve 'mutlaka suç işleyeceği' iddiasını ciddiye alıp, kapatılmasına hükmeden bu mahkeme değil miydi? Başörtüsü hakkındaki yasayı yok hükmünde sayan bu mahkeme değil miydi? (Özal döneminde çıkarılan 'Kanunlara aykırı olmamak kaydıyla kılık kıyafet serbesttir' şeklindeki yasa, mahdum Erdal İnönü'nün başvurusu üzerine bu mahkeme tarafından iptal edilmişti. Şanlı Anayasa Mahkemesi, Meclis'in çıkardığı bir yasayı iptal eden ilk mahkeme olarak tarihe geçmişti.) İktidar partisini (yüzde 47 oy almış AK Parti'yi) 'irticaı faaliyetlerin odağı' ilan eden bu mahkeme değil miydi? Bir anayasa değişikliğini 'esastan' görüşüp iptal eden bu mahkeme değil miydi? (Vaktiyle bu mahkemeye başkanlık etmiş bir zat bile, 'Anayasa Mahkemesi sadece şeklî denetim yapar, esasa giremez' demiştir.) Meclis'e Cumhurbaşkanı seçtirmek istemeyenlerin iğvasına kapılıp '367 garabetine' imza atan bu mahkeme değil miydi? (Bu karara göre, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı sakıttır. Bu cümleden olarak, Cumhuriyetin ilanı için oy kullanmış milletvekilleri 'toplantı yeter sayısı'na ulaşamadıkları için, sistemi değiştirmeye mezun değillerdir. Dolayısıyla, 'Türkiye Cumhuriyeti' devleti 'korsan bir devlet'tir.) Hadi, gel de bu mahkemenin aldığı kararlara saygı duy! Ahmet Kekeç/Star Jewish Institute for National Security Affairs, kısaca JINSA; ABD'deki önde gelen üç Yahudi örgütünden birisidir. JINSA, 1999'da Çevik Bir'e 'özel bir ödül' vermişti. Ödül töreni esnasında JINSA'nın Danışma Kurulu Başkanı şöyle demişti: 'Türkiye, bugün laik ve istikrarlı bir ülke ise bunu Çevik Bir ile birkaç kişinin vizyonuna borçludur...' O başkan, Çevik Bir'e 'Siz gerçek bir kahraman ve dünya çapında bir lidersiniz' diye hitap ediyordu! Mister Çevik Bir; 21-23 Şubat 1996'da, 20 Ağustos 1996'da, 20 Kasım 1996'da artı 27 Mayıs 1997 tarihinde en başta İsrail Genelkurmay Başkanı olmak üzere 'üst düzey askeri yetkililerle' bir araya gelmişti... Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat MGK'sından dört gün önce 'üç günlük' bir İsrail ziyareti yapmıştır... Çevik Bir, 28 Şubat'tan bir hafta önce (21 Şubat 1997'de) Washington'da dönemin CIA Başkanı George Tenet'le 'gizli bir görüşme' gerçekleştirmiştir. Tam da o günlerde, Türkiye'den bir grup işadamı da Washington'da bulunuyordu. İşadamları arasında Mister Rahmi Koch başı çekiyordu! Paralel Yapı'nın 'Kâinat İmamı' ABD'ye gitmeden bir yıl kadar önce 12 Mart 1998'de İstanbul'da 'Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı' heyetini kabul etmişti. O dönemde üç günlük bir ziyaret için Türkiye'ye gelen Yahudi Liderler Heyeti, Ankara'da üst düzeyde kabul görmüş; Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM Başkanı Hikmet Çetin ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'le görüşmüştü. Önceki gün, 28 Şubat darbesinin on dokuzuncu yıl dönümüydü. Tam da bugünlerde, Paralel Yapı'nın yeni bir darbe girişimi için 'hazırlık yaptığından' bahsediliyor! Baronsal Gladyo'nun 'dini cemaat' görünümlü suç örgütü olan Paralel Yapı, 17 ve 25 Aralık 2013'teki darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Paralel'in kimi özel görevli elemanları, 2015 yılının Kasım ayından itibaren kapalı kapılar ardında '2016'da askerler darbe yapacak. Erdoğan ve AKP gidecek!' diye fısıltıya başladılar! Böylelikle, özellikle kendi tribünlerini 'motive etmeye' çalıştılar, çalışıyorlar. Paralel'in, ABD ve İsrail'in desteğiyle 'önümüzdeki Mayıs ayında bir darbeye kalkışacağı' yolundaki haberler son günlerde hayli arttı. Paralel Casusluk Örgütü, bütün umudunu askerlerin yönetime el koymasına bağlamış durumda! 'Demokrasi' sözcüğünü dillerine pelesenk edenler, Türkiye'deki demokratik düzeni bir darbe ile yıkabilmek için 'pusu kurmuş' bekliyorlar! Hiçbir zaman demokrat olamamış; kendi içinde asla demokrasiye müsaade etmemiş bir Paralel Yapı'dan söz ediyoruz! Türkiye, Paralel Suç ve Terör Örgütü'nün kendilerini eleştirenlere hangi zulümleri reva gördüğüne şu ana dek sayısız kez şahit oldu. Paralel örgütün sistematik iftiralarıyla, kumpaslarıyla telekulaklarıyla, şantajlarıyla, montajlarıyla, fişlemeleriyle yüzlerce insanın hayatı karartıldı! Şayet, 17 ve 25 Aralık darbe girişimini başarsalardı; siyasilerden gazetecilere kadar yüzlerce masum insana uydurma 'Tevhid Selam örgütü mensubu' iftirası atarak hepsini hapiste çürüteceklerdi! Bu çerçevede, Silivri Cezaevi'nde hangi hazırlıkları yaptıkları da geçenlerde kamuoyuna yansıdı. ABD ile İsrail'in yandaşı ve yalakası Paralel 'gazete' '28 Şubat 2016' başlığını atarak son dönemde başlarına gelenleri 28 Şubat süreciyle eşleştirme 'düzenbazlığına' soyundu! Zamanında 28 Şubat'ı desteklemiş olanlar 'Yeni 28 Şubat, eskisini gölgede bıraktı' diyerek, kuyruklu yalanın ve gözbağcılığın zirvesine çıksalar da... Paralel örgütlerine; bunca zamandır imza attıkları devasa zulümlerin, kumpasların, casuslukların, suçların 'hesabının sorulduğu' gerçeğini asla yok edemezler! Paralel Yapı, Haçlı Siyonist Cephesi namı hesabına Bağımsız Müslüman Türkiye'yi ortadan kaldırabilmek için saldırıyor! Türkiye'yi, eski yıllardaki gibi Batılı devletlerin 'gizli sömürgesi' yapabilmek için devredeler! Tamer Korkmaz/Yeni Şafak Anayasa'nın 138. maddesi süregiden bir dava hakkında hakimlere tavsiye ve telkini yasaklıyor. Bunu yapan Cumhurbaşkanı mı? Hayır! Cumhurbaşkanının yaptığı, yerel mahkemelerin ve bağımsız hakimlerin hukukunu korumaktır. Çünkü AYM yerel mahkemeyi ve o mahkemenin bağımsız hakimlerini hükümsüz konumuna düşürüyor. Kendini hakkı ve yetkisi olmadığı halde mahkeme yerine koyuyor. Cumhurbaşkanının asıl itirazı buna. Anayasa'nın 138. maddesi hiçbir organın bağımsız hakimlere ve mahkemelere tavsiye ve telkinde bulunmamasını emrediyor. 'Hiçbir organ, makam, mercii veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.' Evet, 138. maddede böyle deniliyor. 'Hiçbir organ, makam ve mercii' ifadesinin içine AYM de girer. Ama AYM kendini herkesin üstünde görüyor ve adeta kararlarıyla emir yağdırıyor. İşte anayasayı çiğneyen ve düpedüz yetki gaspı anlamına gelen tutuma karşı Cumhurbaşkanı hukukun yanında yer aldığını ilan ediyor. Cumhurbaşkanının dediği şudur: 'Ey AYM sen kendini mahkeme yerine koyarak Anayasa'nın 138. maddesini ihlal edip bağımsız mahkemelere tavsiye ve telkinde bulunmanın ötesinde emir ve talimat yağdırırsan karşında beni bulursun! Cumhurbaşkanının bu tepkisi Anayasa'nın kendisine verdiği yetkiyle alakalıdır. Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini tanzim eden 104. madde açıkça şöyle der: 'Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eder; Anayasa'nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.' Cumhurbaşkanının yaptığı tam da budur. Bir devlet organı olarak AYM'nin yetki gaspında bulunmasını ve diğer organlar üzerinde düzeni ve uyumu bozacak bir davranış içine girmesini eleştiri konusu yaparak herkesin sistem içindeki yerine çekilmesi gerektiğini ihtar ediyor. Bu alkışlanacak tavrı hakaretler eşliğinde eleştiri konusu yapanların demokrasi anlayışları da, hukuk anlayışları da hayli sorunludur. Cumhurbaşkanına 138. maddeyi hatırlatan muhalefet partileri ne hikmetse 138'de belirtilen hükümleri kendileri alenen çiğnemekte hiçbir sakınca görmemektedirler. İlgili Anayasa maddesi yasama organında hiçbir şekilde görülmekte olan davalar hakkında konuşulmayacağını emrederken o muhalefet partilerimiz sabah akşam Cumhurbaşkanının sözleri üzerinden görülmekte olan davalara müdahale etmekte, o davaların bağımsız hakimlere ağza alınmayacak hakaretler yağdırmaktadırlar. Kendilerini tıpkı AYM yerine koyarak peşinen birilerini suçsuz ilan etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler. Mehmet Metiner/Star İki karar örneği hatırlatacağım.. Siyah diyenlere beyaz, beyaz diyenlere siyah.. Hep söylenegelmiştir hani.. 'CHP, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karşıydı' diye.. Sanki, sadece AP Grubu ve Demirel istedi asılmalarını.. Açıkça ifade edeyim ki, palavranın büyüğüdür o.. İsmet İnönü, idam oylamasında grubunu serbest bırakmıştır. Ve yüzlerce CHP'li de idama 'evet' oyu vermiştir.. İsmet İnönü'nün, aslında idamlara karşıymış gibi tarihe geçmesine sebep başkadır.. İdam oylamasından sonra, CHP, Genel Kurul'da alınan kararı, Anayasa Mahkemesi'ne götürür.. İnönü'yü 'kahraman' yapan o hamledir yani.. Peki yüksek mahkemenin ne karar verdiğinin biliyor musunuz?.. 'yürütmeyi durdurma yetkim yok. Usüle baktım sadece'.. Ve o tarihi netice.. Mahkemenin bu kararından sonra idamlar onaylandı ve infaz edildi.. ** Yukarıda anlattığım, 'bakamam' dediği dosya.. Bir de yetkisi olmadığı halde 'bakarım' dediği dosyayı hatırlatayım isterseniz.. Sene 1993.. PTT'nin T'si.. Bugünkü Telekom'a tekabül ediyor.. Ama tam değil.. Ülke ekonomik bakımdan zor bir döneme girmek üzere.. Veriler onu gösteriyor.. Ama bir taraftan mobil telefon altyapıları da birer ikişer ortaya çıkmaya başlamış.. Yani telefonla iletişimde, PTT alternatifsizliğini kaybetme arifesinde.. Tam o yıllar.. Posta işletmelerinin telekom alt yapısının satışına, yani 'T' ye yönelik ihaleye gidilmesi yönünde siyaset, irade ortaya koydu.. Dönemin ulaştırma bakanı satıştan elde edilecek gelirin 20 milyar doların altında olmayacağını açıkladı.. Bu telafuz edilen en düşük rakamdı.. 35-40 milyar doların rahatlıkla görülebileceği yazılıyordu.. Tansu Çiller yıllar sonra aynen şöyle diyecekti; '..... Telekom'un özelleştirilmesini öngören yasayı biz Meclis'e sunduk. O zaman İngiltere dışında kimse özelleştirme yapmamıştı. Morgan Stanley, Telekom'a 40 milyar dolar değer biçti. Yasa Meclis'ten geçti. Fakat Sayın Ecevit, Yılmaz ve Özkan, 'Bu yasa Türkiye'nin bağımsızlığını zedeler' deyip yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürdüler ve iptal ettirdiler... ....... O tarihteki borcumuz 17 milyar dolardı. Şimdiye enflasyon bitmiş olacaktı.....' Yani bu defa da Anayasa Mahkemesi, usül incelemesini bırakmış, içerik incelemesini bile geçmiş doğrudan ulusal güvenlik incelemesi yapmıştı.. Bakmaması gereken bir dosyaya baktı.. Vermemesi gereken bir karar verdi.. Deniz Gezmiş dosyasında içerik incelemesi yapsaydı belki de idamları önleyecekti, Telekom dosyasında içeriğe girerek ülkenin kurtuluş reçetesi sayılabilecek bir özelleştirmeye mani oldu.. Ve aynen de Çiller'in dediği oldu.. 10 küsur sene sonra 5'te hatta 6'da biri fiyatına özelleşti 'T'.. Dünyada dahası bölgemizde alternatif telekomünikasyon çözümleri ortaya çıktı, bizim Telekom'un değeri düştü.. ** İki politik karar ve iki sonuç sizlere.. Eğer 12 Mart döneminde içerik incelemesi yapsaydı üç çocuk asılmamış olacaktı.. Eğer 90'larda içerik incelemesi yapmamış olsaydı 5 Nisan'ı da 2001 krizini de belki yaşamamış olacaktık.. Kalın sağlıcakla.. Ersoy Dede/aktüel.com.tr