Paralel çete, kendine 'Nurculuğu' kılıf olarak kullanan, kendini de ABD ve İsrail'e kullandırtan bir siyasi çetedir. Derdi din iman değil, iktidarı 'ele geçirmek'tir. Gelmek değil, geçirmek. (Seçmenleri yüzde 1 bile tutmuyor.) Bu uğurda hiçbir insaf, hiçbir ilke, hiçbir kural, hiçbir ahlak tanımadığı ortaya çıkmıştır. Nankör ve kalleştirler. Bu açıdan da bunlara 'İslam'ın cizvitleri' denilebilir... Bilindiği gibi, katolik rahiplerin 'elit' örgütü olan cizvitler, on altıncı yüzyılda, esas olarak protestanlarla mücadele etmek için kurulmuş, ama giderek 'kendi kontosuna iş tutar' hale gelmişlerdir. Kendilerine özgü bir de ahlak geliştirdiler. Cizvit ahlakına göre, Hazret-İsa'nın (aslında Katolik Kilisesi'nin, daha da aslında, bizzat örgütün) işine yarayacak her yol mubahtır. Bir cizvit, eğer son tahlilde kiliseye (aslında örgüte) yarıyorsa yalan da söyleyebilir, hırsızlık da yapabilir, cinayet de işleyebilir! Bunların kurucusu, kilise tarafından ermiş ilan edilmiş olan Ignace de Loyola, acaba 'çilingir tutup devirmek istediğiniz siyasi parti başkanlarının evine girebilirsiniz' de demiş midir, bilmiyorum. Hazin olan, daha açık söyleyelim, mide bulandırıcı olan da, kendine 'liberal aydın' süsü veren birçok üniversite allamesinin ve gazetecinin, bu şeriatçı menfaat çetesine, Tayyip Erdoğan'a duyduğu nefretle ve demokrasi bahanesiyle kulluk etmesidir! Bu heriflerin eski Marksist ve 'ateist' olmaları da olaya ayrı bir kara mizah boyutu katmaktadır. Orada ayrıca 'başka türlü' çıkar ilişkileri de varsa, bunlar da günün birinde su yüzüne çıkarılacaktır, hiç şüpheleri olmasın. Bilindiği gibi, İstanbul sermayesi de hükümeti devirmek için çok uğraştı. Şimdi 'İstanbul'un ağası' Koç Holding politika değiştirip hükümetle bir süre iyi geçinmek yolunu seçtiği için, o cenahta durum sakin. (Bir süre dedik, 'ilanihaye' demedik tabii.) İstanbul sermayesinin, bırakın iktidarı, muhalefeti değiştirmeye bile gücü yetmedi. Bu nedenle de 'Turkish Kingmakers' diyebileceğimiz, yani 'CHP'ye şapkadan tavşan, pardon, başkan çıkarıcı' Aydın Doğan ile Zafer Mutlu'nun şimdi hiç sesleri çıkmıyor. 'Bu iş Kılıçdaroğlu'yla yürümez' diye ağlamaktan başka bir şey yapamıyorlar İstanbul sermayesinin basın sözcüleri... Kalıyor paralel çete (şimdi MHP'yi ele geçirmeye çalıştığı söyleniyor ama barajı geçebileceği bile şüpheli partiyi alıp tepe tepe kullansan ne farkeder?) Bunun işadamları, hâkimleri, savcıları, polisleri tırpanlandı. Fakat orduda bu büyük tasfiye henüz yapılmadı. 'İlkbaharda ortalık karışacak' lafları dolaşıyor... Sakın bunlar, can havliyle ve de son çare olarak, ordu içindeki müritlerine 'huruç' emri vermesinler? Kemalist cuntalardan illallah demişken, çeşit niyetine bir de şeriatçı cunta? Herhalde gerek askeri istihbaratın, gerekse Hakan Fidan'ın da elleri armut toplamıyordur... Engin Ardıç/Sabah Daha önce misal Gezi'nin isyana dönüşen günlerinde, yolsuzluk soruşturması gibi başlayan 17-25'in darbeye dönüştüğü zamanlarda, önemli krizlerde açığa çıkan acemi öfke, fütursuz eleştiri bir noktadan sonra herkese yönelir hale gelmişti. Gayri resmi, ahlaka ve adaba uymayan, bazen politik tahkimat bazen de birilerinin çıkarlarını, sosyal medyadaki karizmasını korumak/yükseltmek için yapılan bu profesyonel linç mekanizması zaman içinde Merkez Bankası Başkanı'ndan kırk yılını AK Parti'ye vermiş siyasetçilere kadar birçok ismi hedef aldı. Sonra daha önemli bir şey oldu: 'Aktrol sorunu' memleketin en büyük meselesi oldu. Kendi ismi ve kendi hesabıyla haklı eleştiriler yapanların sözlerinin hemen hepsini 'trolsün-troliçesin' ithamıyla paketleyen bazı yazarlarımız, kendileriyle yüzleşmemek için 'Aktrol' mazeretini kullanmaya başladı. 'Yahu arkadaş, Cumhurbaşkanı 'üst akıl' dediği günlerde yatıp kalkıp üst akıl yazıyordun. Ne oldu da şimdi 'Üst akıl safsatadır' diyorsun' diye mi sordun? Trolsün. 'Yahu arkadaş, Hizbullah milisleri döner standına adam asıp doğruyor, Esad kimyasal silah kullanıyor, ama sen hâlâ Esad'la uzlaşmamız gerektiğini iddia ediyorsun. Müslüman adaletine sığıyor mu bu?' diye mi sordun? Trolsün. 'Yahu arkadaş, YPG'nin ele geçirdiği kentleri yaza yaza bitiremiyor ama sıra Türkiye'nin terörden kurtardığı mahallelere gelince hemen 'barış, barış, barış' diye viyaklamaya başlıyorsun. Bu ne perhiz bu ne turşu?' diye mi sordun? Trolsün. Can Dündar'ın menfur gazeteciliğini öve öve bitirememiş, 'Sana bunları yaşatan zihniyet yenilecek' diye haykırmış ve doğal olarak gelen tepkiyi de alt alta dizip dökümünü çıkarmış Ahmet Sever bu meselenin son kurbanı olmuş. 'Kendisini dindar zanneden ahlaksız bir güruh' tarafından, Aktroller tarafından saldırıya uğradığını iddia etmiş. Pardon, ama burada 'Sayın Sever, siz yıllar yılı eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü trollemişsiniz, onun makamında ülkeyi trollemişsiniz; bunun hiçbir bedeli olmaz mı zannetmiştiniz?' demek gerekiyor. Ahmet Sever ya da keskin politik pozisyonlar aldığının farkında bile olmayan bazı yazarlarımız şükretsin ki, kendilerine gelen tweet'lerin korkunçluğunu sergilerken sadece birini/birkaçını hafifçe buğulamak zorunda kalıyorlar. Sadece şu kadarını söyleyeyim: Alıntılamaya kalksaydım, gazeteye hukuki müeyyide uygulanırdı. Diyeceğim o ki, son üç yılı iyi hatırlıyoruz. Trollüğün telif hakkı, Gezi eylemlerini isyan hareketine dönüştüren senaryonun müelliflerindedir. Onu bir silah olarak tasarlayanlar 'Tweet'leri ikiye katlayın' sözü gereği örgütlü linç işini geliştirenlerdir... PKK medyası etkin ve sonuç alıcı bir biçimde kullanmıştır. İktidar cephesinde de kullananlar var. Kınayacaksanız, hepsini kınayacaksınız; 'Bana dokunmayan trol bin yaşasın'cılıkla etkili bir önlem alamazsınız. Nihal Bengisu/Habertürk … Hepimiz yaptık bunu. Çünkü Türkiye'nin nasıl dört bir yandan sıkıştırıldığına bir türlü uyanamamıştık. Paralel hainlerin üzerine hızla yürüneceği ve artık kimsenin onlara destek çıkmayacağını düşünüyorduk. 6-7 Ekim'de 50 insanımızın hayatını kaybetmesinin kalıcı bir ders olacağını; basın toplantısında boncuk boncuk ter döken Demirtaş'ın bir daha siyaset sahnesinde o kadar rahat hareket edemeyeceğini hayal ediyorduk. Türkiye solunun kaybetmeyi zevk edinmiş kesimleriyle ittifak yapmanın sonu olmadığına,HDP yönetimindeki siyasi şımarıklığın ayakta kalmayacağına inanıyorduk. Hepsinden önemlisi o tarihte barış süreci yürüyordu. Barış için çırpınıyorduk ve kendini 'aydın' yerine koyanların bize azıcık bile destek çıkmayışlarındaki 'hinliği' kestiremiyorduk. Sonra gördük! Gördük ki, bir başına Erdoğan ve ona oylarıyla sahip çıkan sokaktaki insan dışında 6-7 Ekim ve sonrasında olup bitenleri anlayıp ders çıkartan olmamış. Zaten yaşadık, biliyoruz; malum medya, muhalefet ve oligarşik sermaye zihinleri daha da karıştırmak için elinden geleni ardına koymadı. Düşünebiliyor musunuz? 2015 Mayıs ve Haziran'ında Nişantaşı, Etiler ahalisine 'bütün Türkiye'nin yeni sol partisi' olarak HDP lanse ediliyordu. Böyle böyle... İtişe kakışa... Uykudan uyanmak için kendimizi duvarlara çarpa çarpa... O sözünü ettiğim 2014 Ekim'inden bugüne; 2016 Mart'ına geldik. Şimdi baktığımda... Ne yalan söyleyeyim... 1 Kasım'ı ayrı bir yana koyarsak... Milletin kendi bağrından siyaset alanına aktardığı o muazzam enerjinin büyük kısmının heba olup gittiğini görüyorum. Hâlâ paralel kötülük ve darbe kumpaslarıyla mücadele ediyoruz. Hâlâ HDP'nin berbat bir proje olduğunu Kürtlere ve CHP'lilere anlatmaya çalışıyoruz. Neden hâlâ? Herkes dönüp bu soruyu kendine sormalı. Daha fazla vakit kaybına Türkiye'nin tahammülü yok! Haşmet Babaoğlu/Sabah Bülent Arınç (Bülent abimiz yani), önceki gün, Bilkent Üniversitesi'nde 'Dünden Bugüne Türk Siyaseti' konulu bir konferansta konuştu. Konuşmasında, tutuklu gazetecilerle ilgili Anayasa Mahkemesi kararını da değerlendirdi ve şöyle dedi: 'Zühtü Arslan'ı tebrik ediyorum. Türkiye'nin ufkunu açacak bir karar verdi.' Konuşması bu tebrikle sınırlı olsaydı, böyle bir yazıya gerek kalmayacaktı. Bülent Arınç, 'trol' ve 'troliçe' gibi iki değerli kavram armağan ettiği bir önceki o çok yakışıksız konuşmasında tamamlayamadığı meselesini, belli ki, bu konuşmasıyla 'halletmek' istiyor. Herhalde Bülent Bey'in 'Erdoğan' diye bir meselesi var. Niye böyle bir 'mesele' edindiğini bilmiyorum... İkili arasındaki münasebetin derinliği ya da sığlığı konusunda 'yakin bilgi'ye sahip olmadığım için, bu konuyu geçiyorum: Şunu söyleyebilirim: Sonuçta yetişkin bir insan, meselesini halletsin! Ben daha çok, Bülent Bey'in konuşmalarının kamuoyunda oluşturduğu 'yankı'yla ilgiliyim. Her defasında aynı şey oluyor. Ne zaman Bülent Arınç konuşsa ve aykırı addedilebilecek şeyler söylese, 'vicdan patlaması' muamelesi görüyor. Başta AK Parti'yle problem yaşayan Doğan Medya Grubu ve 'paralel cenah' olmak üzere, bilumum muhalif odaklar, bu çıkışları, Bülent Bey'in 'dava arkadaşlarım' dediği Erdoğan ve çevresi için 'yargılama' fırsatına dönüştürüyor. Öyle konuşmalar, öyle çıkışlar ki, insan ister istemez şunu düşünüyor: Bir tek Bülent Arınç vicdanlı, bir tek Bülent Arınç dürüst... Bütün olumlu hususiyetler Bülent Bey'de toplanmış durumda: Zarafet, nezaket, nezahet, dürüstlük, demokratlık. Diğerlerinde bunları zerresi dahi yok. Mesele bir iktidar uygulamasıysa, bunun başat ve etkin temsilcilerinden biri de Bülent Arınç'tı. Meclis Başkanlığı yaptı, Başbakan Yardımcılığı yaptı, Başbakanlığa 'vekâlet' etti... Bugün 'vicdani yaptırım'la karşı karşıya bırakılan hükümet icraatlarının sorumluluğu onu da bir miktar bağlamaktadır. Bülent Arınç, bir önceki konuşmasında, Dolmabahçe görüşmeleriyle ilgili olarak, haksız, mesnetsiz ve 'Dolmabahçe mutabakatı yanlış olmuştur' diyen Erdoğan'ı açığa düşürecek bir açıklama yapmıştı. İşin esasını bu köşede yazdım. Tekrarlamak istemiyorum... Anayasa Mahkemesi'nin 'hak ihlali' kararıyla ilgili olarak da aynı mesnetsiz ve haksız çıkışı yapıyor. Anayasa Mahkemesi'nin görüşü, bir 'görüş'tür olsa... Bağlayıcı yargı kararı değildir. Yerel mahkemenin bu karara uymama hakkı bulunuyor. Kaldı ki, saygın bir karar da değildir. Yani, kimse saygı duymak zorunda değildir. ('Yargı kararı' başka şey, 'ombudsman görüşü' başka şeydir oysa. Yılların deneyimli hukukçusu Bülent Arınç bu farkı anlayabilecek bir insandır.) Hayır, Bülent Arınç nispet yapıyor. Daha doğrusu, 'dava arkadaşlarım' dediği Erdoğan ve çevresini yargılayacak odaklara malzeme üretiyor: 'Ben Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Zühtü Arslan'ın yanındayım, kendisini tebrik ediyorum...' Konu, Sayın Zühtü Arslan'ın kişiliği ve hukukçuluğu değil oysa... Biz de Bülent Arınç'ı tebrik ediyoruz... 'Dava arkadaşlarım' dediği insanların yanında olmayı zül addettiği ve Anayasa Mahkemesi'ne yönelik itirazları anlamaya çalışmadığı; bu itirazların büyük ölçüde 'Türkiye'nin güvenliği ve bağımsızlığı'yla ilgili olduğunu düşünmediği için. Ahmet Kekeç/Star Kandil, 7 Haziran sonrası bölgesel güçlerin baskısıyla kendi fırsatçılığını birleştirip şiddeti yeniden başlatarak, AK Parti iktidarını yıkan güç olarak tarihe geçeceği hayaline kapıldı. Ama hesaba katmadığı çok önemli birkaç nokta vardı: İlki, 15 Temmuz 2015'te başlatılan 'halk savaşı'na halkın inanmamasıydı. İkincisi devlet eski devlet değildi ve iktidarda yüzde 50 oy almış güçlü bir parti vardı. Üçüncüsü, bütün algı operasyonlarına rağmen Kürt meselesinin çözümünde risk aldığı, ihanetle suçlandığı için Kürtlerin unutmadığı, unutmayacağı Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçeği vardı ve onun döneminde böyle bir savaş tutmazdı. Temmuzdan bu yana olup bitenleri hep birlikte izliyoruz. Şehirlerin yakılıp yıkılması için içeriden ve dışarıdan her türlü destek verildi. Başta HDP olmak üzere, AK Parti nefretiyle gözleri körleşen, aydınından paralelcisine herkes bu mücadeleyi hükümetin kaybetmesi için elinden geleni esirgemedi. PKK ve şürekâsı tıpkı 2000'lerde darbe planları yapan, cumhuriyet mitingleri düzenleyen vesayetçi kesimler gibi yanlış hesap yaptılar ve yanlış hesap Sur'dan, Cizre'den, İdil'den döndü. Halk destek vermedi. İdil'in 26 bin olan şehir merkezi nüfusunun 23 bini ilçeyi terk etti. PKK, 'halksız halk savaşı' veren bir yapıya dönüştü. Bu gerçeği son bir kez daha, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın çağrısıyla gördük. Önceki gün Demirtaş'ın da aralarında bulunduğu bütün KCK unsurları, yani Demokratik Toplum Kongresi, bölgeler partisi, kadın ve gençlik örgütleri bir araya gelip halkı Sur'a gitmeye çağırdı. Ne oldu dersiniz? Kimse ilgi göstermedi. Ama buna rağmen hâlâ çağrılar devam ediyor. Zorla toplumun bir kesimi diğerine düşman yapılmak isteniyor. Peki, HDP ve bir kısım aydın daha ne kadarKürtlerin şiddete 'hayır' dediğini görmezden gelecek? Bu konuda havanın değişmeye başladığını görmek için HDP, DTK gibi PKK'nın kapsama alanında olan yapıların içine bakmak yeterli. O yapılarda 'ölmekten değil, ölürken hain ilan edilmekten korktuğu için konuşmak istemeyen' birçok siyasi aktör var. HDP yönetiminde bile marjinal solu bir yana bırakırsak yüzde 70'lere varan bir rahatsızlık olduğunu herkes biliyor. Bu çatışmanın haksız olduğunu, yapılmaması gerektiğini HDP kulislerinde herkes konuşuyor. HDP yeniden siyaset kapısını aralamak ve halkla buluşmak istiyorsa yapması gereken çok açık: Adını koyarak PKK şiddetine karşı çıkmalı ve halkları düşmanlaştıran bu yolun yol olmadığını ilan etmeli. Mahmut Övür/Sabah Biri, 'Sizi ben temsil ediyorum' diyor. Etnik kimlikle ortaya çıkıp siyaset yapıyor. Buna karşılık, onların kanları ve ölüleri üzerinden sonuç devşirmeye çalışıyor. Tepelerine yağmur gibi gözyaşı yağdırıyor. Diğeri ise, böyle bir iddia içinde değil. Etnik bir söylemi yok, ama sürekli olarak istismar edilen, kullanılan o insanlara kol kanat geriyor. 'Sizin temsilciniz biziz' diyenlerin açtıkları yaraları sarıyor. Biri, halkın refahı için kullanılması gereken kaynakları terörün hizmetine sunuyor. İş makineleri ile vatandaşın evinin önüne çukur kazanların sırtını sıvazlıyor. Hak ve hukukunu savunduğunu iddia ettiği insanlar yerine, onlara hayatı zindan edenlerin yanında saf tutuyor. Elinde bulundurduğu belediyeler aracılığıyla halka yol yapmak için üretilen kilit taşlarını, kazdıkları tünellere döşeyenlere tahsis ediyor. Diğeri, engellense de kurşunlansa da oralarda yaşayan insanlara yatırım götürüp, refahını yükseltmeye çalışıyor. Artık vatandaş da bunu görüyor. AK Parti'nin başlattığı bu kampanya halen devam ediyor… Selahattin Demirtaş, 'sokaklara dökülün' çağrılarıyla yarayı kanatmak için çırpınadursun, Anadolu insanı yarayı sarmak için el ele veriyor. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ, Kürt kökenli bir siyasetçi değil. Ancak, Kürt vatandaşlarımıza 'Ben Kürt'üm, Kürtlerin hakkını savunuyorum' diyen Demirtaş ve diğer HDP'lilerden daha çok hizmet ediyor. Onlara yardım elini uzatmak için günlerdir koşturup duruyor. Elbette bölge insanı da görüyor bunu. Bir yanda kendisini sokaklara döküp, 'öl' diyen, kime hizmet ettiği belli olan zihniyet sahipleri var! Diğer tarafta da yaralarını sarmak için elini uzatan ve onları yaşatmak için çırpınanlar! İşte bu yüzden 'özyönetim' hesabı tutmadı. Bunun için, o bölgede devlete yönelik kalkışma' planlayan güçler hüsrana uğradı. Kan üzerinden siyaset yapanların sürekli olarak kan kaybetmesi de bundan. Kamuoyu araştırmaları ortada: Bugün bir seçim olsa, HDP'nin baraj altı kalacağına kesin gözüyle bakılıyor. Dikkat ederseniz, vatandaşı sokağa dökmek, sıkışan teröristleri kurtarmak için son günlerde HDP tarafından sürekli olarak çağrılar yapılıyor. Selahattin Demirtaş, adeta kendini paralıyor. Ama olmuyor, bu çağrılara birkaç yüz kişinin dışında kimse uymuyor. Demirtaş'ın ortağı Figen Yüksekdağ'ın düzenlediği mitinglere katılanların sayısı yüzü bile bulmuyor. Vatandaş bunlardan kaçıyor. Artık 6-7 Ekim öncesi gibi değil durum. O günden bu yana köprünün altından çok sular aktı. Hani derler ya 'Bir musibet bir nasihatten iyidir' diye. Kürt vatandaşlarımız da gördü bunların gerçek yüzünü. Yaldızları iyice döküldü. Terör üzerine siyaset kurgulayanlar ve 'barış' nutukları atıp, 'savaş' hesapları yapanlar büyük darbe aldı. Halk sırtını döndü bunlara. Emin Pazarcı/Akşam Genelkurmay personelini hedef alan canlı bomba saldırının hemen ardından 'darbe' tartışmalarının gündeme gelmesi anlamsız olmasa gerek. Fetullahçı liberaller ile paralel medya, kaç gündür gidişattan memnun olmayan TSK'nın ağırlığını yeniden hissettirebileceğini, geçmişte olduğu gibi ülke yönetimine müdahale edebileceğini yazıp çiziyor. Bu görüşlerin ne kadarının bir temenniyi, umudu veya beklentiyi yansıttığı, ne kadarının somut bir gözleme dayandığı bilinmez; ama mevcut verilere bakılarak, dışarıdan ve içeriden tedavüle sokulan 'darbe' tartışmalarıyla TSK'nın bölünmeye çalışıldığı söylenebilir. Ülkenin toplumsal ve siyasal güçlerini birbirine karşı bölerek, küçülterek kavga ettirmeye zorluyorlar. Fetullahçı kalemlerin (Yeni Gladyo'nun), her gün ayrı bir '...çatlak' başlıklı yazıyla gündem yaratmak istemeleri bu yüzden; 'Hükümet içinde çatlak', 'AK Parti içinde çatlak', 'Erdoğan ile Davutoğlu arasında çatlak' vs. Muhalefet partilerinin başına getirilen isimler de geçen sürede ülkeyi kutuplaştırmak, ayrıştırmak için çalıştı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başına, Demirtaş'ın ise HDP'nin başına getirilmesi, Türkiye'yi içeriden bölme planıyla bağlantılıydı. Devletin bütünlüklü bir yapı olarak hareket etmesi karşısında bundan sonuç alamadılar. Gezi'den beri CHP, paralel yapı, HDP, PKK, PYD ve DHKP-C kullanılarak Türkiye bir kaos ortamına sürüklenmek isteniyor. Bu strateji üzerinden etki altına alınmadık kurum, hatta birey bile neredeyse kalmadı; ilişemedikleri tek kurum ise Türk Silahlı Kuvvetleri. TSK, kendini bu dayatmaların ve tartışmaların dışında tutmayı nispeten başardı. Kendisine CHP, HDP ve PKK üzerinden yapılan çağrılara kulak asmayarak, Türkiye'yi Suriye'ye çevirme planına geçit vermedi. 7 Haziran seçimlerinin ardından PKK ve HDP üzerinden kurgulanan Türkiye'yi istikrarsızlaştırma süreci, TSK'nın hükümetin emrinde durmasıyla atlatıldı. Cumhurbaşkanlığı, hükümet ve TSK'nın uyumu, devletin bütünlüğünü kaybetmemesi, Türkiye'ye karşı devreye konan uluslararası tezgâhı bozdu. Genelkurmay'a yönelik saldırının nedeni de buydu; TSK teröre geçit vermeyince yeniden hedef tahtasına alındı. Aslında terör saldırısı ve psikolojik harple ordunun hükümetle yakaladığı senkron bozulmaya çalışılıyor. Unutulmamalı ki, TSK bölünürse devletin bütünlüğü bozulur, Türkiye'nin bölünme süreci hızlanır. Büyük plan, Türkiye'nin bölünmesini öngörüyor; ancak, TSK'yı kendi içinde bölmeden, kliklere ayrıştırmadan da bu hedefe ulaşmaları imkânsız. TSK disiplini korumayı başarırsa, hiçbir güç Türkiye üzerinde ameliyat yapamaz. Kurtuluş Tayiz/Sabah 'Hukukçu Turgut Kazan, AYM'ye yapılan eleştirileri yanıtladı' diye başlıyor, haber. Sonra şöyle devam ediyor: 'AYM iddianameyi istemez.' Düşünebiliyor musunuz.. Anayasa Mahkemesi'nde bireysel başvuru davası açılıyor.. 'Hak ihlaline uğradım. Aslında ben suç işlemedim. Suç işlediğime dair somut deliller yok. Buna rağmen tutuklandım' deniyor.. Bu talebi inceleyen mahkeme, sanık hakkındaki iddianameyi istemiyor.. Ve hukukçu olarak tanıtılan bir adam, 'İddianame incelemek diye bir şey yok!' diyerek, Anayasa Mahkemesi uygulamasına destek çıkıyor.. Ne diyelim Oha yani.. Anayasa Mahkemesi, iddianameyi istemez ise.. 'Acaba neyi ister?' diye merak ediyorum.. 'İki lahmacun, bir ayran' mı? 'Pilav üstü kuru' mu? Öyle ya.. Mahkeme ne isteyecek de, 'Davacı hakkında tutuklanmayı gerektiren somut deliller var mı, yok mu?' sorusuna cevap verecek? Can Dündar'ı savunan Cumhuriyet'in 'ihtiyar hukukçu'su 'İddianameye gerek yok' diyor ama.. Ben yine de.. Anayasa Mahkemesi'ndeki yüksek hakimlerin gerekçeli kararını bekliyorum.. Bakalım, onlar bu işe ne diyecek? 'Aaa.. İddianame hazırlanmış mıydı? Biz bilmiyorduk..' mu diyecekler? Yoksa.. 'Bütün suç yerel mahkemenin. İddianameyi bize niye yollamamışlar ki.. Her şeyi biz mi isteyeceğiz.. İddianameyi yollasaydılar, ne olurdu sanki? Biz onlara gösteririz' mi diyecekler! Cumhuriyet'in hukukçusu, diyor ki: 'İddianame incelemek diye bir şey yok!' Gerekçe olarak da, 'Bireysel başvuru aşamasında bazen iddianame hazırlanmamış olabilir' diyor.. İyi de hukukçu amca.. 'Hazırlanmamış olabilir' ile niye uğraşıyorsun ki? Bu dosyada, iddianame hazırlanmış mı? Hazırlanmış.. O zaman ihtimallerle, niye kafa karıştırıyorsun? Bir dosyada, iddianame henüz hazırlanmamış ise.. Tabii ki onda iddianame istenemez.. Anayasa Mahkemesi'nin, 'Yaz ordan bir iddianame yolla.. Bol kaymaklı olsun.. İddianame olmadan, biz ne incelemesi yapacağız ki' diyecek hali yok herhalde.. Savcılık işi savsaklıyorsa.. İddianameyi henüz yazmamış ise.. Anayasa Mahkemesi de, mevcut delillerle incelemesini yapar. Sanığın tutuklu kalmasını isteyen iddia makamı da.. Sonucuna katlanır.. Ama Can Dündar olayındaki gibi.. İddianame yazılmış ise.. O iddianameyi görmeden.. 'Hak ihlali var mı, yok mu' incelemesi yapan Anayasa Mahkemesi nasıl karar verebilir ki? Hatta dahasını söyleyeyim... İddianamenin yazılmış olmasına rağmen celbedilmemesi bir yana.. Anayasa Mahkemesi'nin karar vermesinden önceki hafta içinde, Can Dündar olayı ile ilgili olarak ortaya çıkan.. Gülen sempatizanı 4 avukatın, Dündar'ın villasını satın almasındaki şaibeli para trafiği ile ilgili delilleri de, Anayasa Mahkemesi ilgili dosyadan istemeliydi.. Dört tane avukat tutuklanmış.. Anayasa Mahkemesi, 'Görmedim, duymadım, bilmiyorum' diyor.. Var mı böyle bir saçmalık? Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Anayasa'nın var ettiği bir kuruluş olan Anayasa Mahkemesi, Anayasa'yı yine ihlal etti. Mahkeme Başkanı müdafaa sadedinde açıklamalar yapıp olup biteni normal göstermeye çalışsa da, mızrak çuvala sığmıyor. Ortada, olağan hukuk yolları tüketilmeden yapıldığı halde kabul edilen bireysel bir başvuru ve dahası ilk derece mahkemeyi yönlendirme manasına gelebilecek bir karar var çünkü. Anayasa Mahkemesi'nin tekrar gündeme oturması pek de hoş bir şey değil. Geçmişte 'keyfe ma yeşa' kararları ile karşılaşıldığı için bir anlamda çekidüzen verilmiş olmasına rağmen belli ki gerektiğinde aynı durumlarla tekrar karşılaşacak ve 'kararlarımıza her kurum uymak zorunda' şarkısını dinleyeceğiz. Kararın memnun ettiği çevreler olsa da, 'tuzun kokması' hali ile karşılaşıldığı için canı sıkılanların sayısı epey fazla. Mesele sadece birilerinin tutukluluktan kurtulmasından ibaret değil ve kararın zincirleme başka etkilerinin olması da muhtemel çünkü. Hem de gayri hukuki etkiler. Mahkeme Başkan ve üyeleri pek aldırmıyor gibi gözükseler de, Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımızın söyledikleri, meselenin tam da bam teline basan değerlendirmeler. Mahkeme'nin kendisine Anayasa tarafından tanınan sınırları aştığını ve aslında bizatihi Anayasa'yı ihlal ettiğine vurgu yapıyorlar ikisi de. Ve aslında tam da cevap verilmesi gereken bu önemli eleştiriler konusunda ilgililerin gıkının bile çıkmaması manidar. Söyleyebilecek herhangi bir şeyleri yok ve sığındıkları tek liman da 'biz yaparız, olur' tavrı. En önemli ihlal konularından birisi, başkanının vaktiyle gerekçesiz açıklanan kararlar konusunda hassas olduğu bilinen mahkemenin, son kararını yine gerekçesiz açıklamış olması. Henüz yeni başlamış bir dava söz konusu iken AYM'nin buna müdahil olması, olmaması gereken bir şey. Bireysel müracaatların temel esprisi olağan hukuk yollarının tamamen tüketilmiş olması esasının ihlali, bundan sonrası için kötü bir örnek. Çünkü bundan sonra ilk derece mahkemelerde başının sıkışabileceğini hisseden başkalarının da aynı yolu demeye kalkışacağı muhakkak. Dahası, mahkemenin hızını alamayarak yine Anayasa tarafından açıkça belirtildiği halde esasla ilgili kanaat beyanında bulunması da, mahkemelerin elini kolunu bağlayabilecek bir husus. Ekrem Kızıltaş / Takvim Her ülkede 'beyaz' diye nitelenen, doğuştan bazı özellikleri ve aileleri sebebiyle, diğer kesimlere göre hayata avantajlı başlayan toplumsal gruplar vardır. Nasıl ABD'de bu gruplara Beyaz, Anglo- Sakson- Protestan'ın kısaltması olan 'WASP' deniyorsa, bizde de 'Kemalist' olarak nitelenenler uzun süre bu kategorideydi. Tabii onların da kendi içlerinde ayrılması gerekiyordu. Neticede Koç ailesinin bir ferdi ile orta sınıftan bir Kemalisti eşitlemek sadece haksızlık değil, sosyolojik analiz açısından da hatalı olurdu. Yine mesela bir Kürt veya Alevi, istediği kadar aynı söylemleri kursun, aynı yerlerde yemek yesin, aynı partilerde sosyalleşsin, bu beyaz sınıfla asla eşitlenemez. Aleviler veya Kürtler, beyazlarımızın uygun şartlarda kullanacağı ama 'son kullanma tarihi' de üzerinde olan, işlevsel manivelaları olabilir sadece. Beyazların çözüm süreci başladığında, PKK Gezi'ye 'teşrif etmeyince' Kürtleri keşfetmeleri bir tesadüf müydü sizce? Ya da birden Alevi sevgilerinin depreşmesi ve iktidarında 800'den fazla cemevi açılan Ak Parti'yi elbirliğiyle 'Alevi düşmanı' ilan etmeleri tesadüf müydü? Batılı ülkelerde beyazlık, aynı zamanda 'beyaz suçluluğu' (white guilt) diye bir kavramla da beraber anılıyor. Kabaca, ezilen sınıflara baskı uygulayıcıları 'beyaz' sınıftan olduğu için, geçmişte yapılan ve sonuçları nesiller boyu süren ayrımcılığın duygusal yükünü, o cürmü işlememiş olan beyazların da hissetmesi anlamına geliyor. Bizde bu kavrama asla yer olmaması size de garip gelmiyor mu? Farklı grupları ezmenin bir asra yakın sürdüğü bir geçmişten geliyoruz. Ezen belli bir 'beyaz' sınıfı hep olmuş. O sınıf, bugün hâlen ekonomik ve kültürel iktidarı elinde tutuyor. Ama hiç 'beyaz suçluluğu' içeren bir söylem kurulmuyor, bir kitap çıkmıyor, bir film çekilmiyor. … Mevzunun bam telini, bu ülkede, örneğin ABD'den farklı olarak, dindarların siyasetteki değişimi ve dönüşümü temsil eden ana damar olması oluşturuyor diyebiliriz. Beyazlarımız da bu yüzden çok hınçlı ve hatta yenilmeye mahkûm olduklarını hissettikleri için nefret dolu diyebiliriz. Yine de Obama seçildikten sonra ABD'de 'beyaz liberaller' tarafından, 'apartheid' rejimi sona erdikten yarım asır sonra bile siyahların hâlen sistematik olarak ayrımcılığa uğradığı tezinin savunulduğunu unutmayalım. Hatta 'Siyah hayatlar önemlidir' hareketinin son iki yılda ABD'de yükseldiğini ve en büyük desteği bu beyaz liberal gruptan aldığını da... Geçenlerde Metin Münir 'darbeci generalleri özlediğini' yazdı. Hasan Cemal bu yazıyı onaylayarak paylaştı. Cengiz Çandar da darbenin hâlen bir olasılık olduğunu ve ne de güzel bir olasılık olduğunu yazdı. Gülenciler mütemadiyen darbe çağrısı yapıyor zaten. Böyle bir ülkede, Ak Parti'ye yakın olduğunu söyleyen isimlerin de aynı beyazlıktan nasibini almış olduğunu görmek üzücü. Erdoğan'ın muhtarlarla buluşmasına burun kıvıran ama babası köy okulundan mezun olan, Gezi'den beri küfürlerle, 17-25 Aralık'tan beri iftiralarla ailesine saldırılan Erdoğan'ı yine ailesi üzerinden vuran, Erdoğan'ı savunan kimliği ve duruşu belli yazarlara hatta milletvekillerine troll diyebilen 'Ak Partili Beyaz'lar var artık. Fanon'un, 'yüzünü pudralayan zenciler' metaforunun akla gelmemesi mümkün mü? Hilal Kaplan/Sabah Keşke bunu başka siyasetçiler de yapabilse… Siyasetten emekleyerek gitmek yerine, Allah'ın izniyle en güzel, en başarılı zamanda bırakmakta, ara vermekte fayda var. Tayyip Bey'in bu düşüncesini en çok ben destekliyorum. İhtiyacım olduğunu düşünüyorum. Biraz siyasetin dışında kalayım…' Böyle diyordu Bülent Arınç… Buna siyaset biliminde 'Latif Abi Sendromu' deniyor… 'Hocalık yapacam, kayısı toplayacam, tavuk besleyecem, 'Manisa Tarzan'ı gibi dağlarda yaşayacam ..vs' gibi sebeplerle siyaseti bıraktığını ilan ettikten sonra, 'çıktığın yere çamur atmak, içinde kalanları kusmak, başka bir parti kurmak, karşı partiye geçmek, yeni tuzluk hareketi başlatmak…' şeklinde tezahür eden bir rahatsızlık bu… 'Latif Abi Sendromu' siyasetin viral enfeksiyonudur ve kalıcıdır… Anti-politikal ilaçlar çare olamaz… Ancak semptomatik tedavi uygulanır!... Bülent abi de bu hastalığa duçâr oldu anlaşılan… 'En güzel, en başarılı zamanda siyaseti bırakmakta, ara vermekte fayda var…' demiş… Anlaşılan o ki, yeteri kadar ara vermiş!... Bu zât, içinde kalanı, söylemediği ne varsa siyasete ara verdiği dönemde söylüyor!… Önce Dolmabahçe görüşmesinden dem vurup Erdoğan'a gönderme yaptı… Neden böyle bir şey yaptığını anlayamadık… Paralel çetenin davaları için; 'Öyle davalar açılıyor ki, üzerime cübbeyi tekrar geçirmek istiyorum…' dedi… Millete devlete operasyon çeken ve öncelikli hedefi Erdoğan ve AK Parti olan milli irade hırsızı hain FETÖ için cübbesini tekrar geçirmek istiyormuş… Siyasetteyken '30 yıllık dava arkadaşım' diyordu bu zât… Şimdi ise paralel çeteyi savunmak için hazırmış bu avukat… Bununla da yetinmedi… Devam etmekte olan ve henüz ilk duruşması dahi yapılmamış bir davaya 'yetki gaspıyla' müdahale ederek, casusluk suçlamasıyla hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenen sanıkları tahliye etti AYM… Cumhurbaşkanı da 'Bu karara saygı duymuyorum… Bu kararı tanımıyorum…' dedi… Halkın vicdanıydı bu… Topraklarımı, ülkemin güvenliğini tehdit edenlerin, ülkem hakkında kara propaganda yapanların, casusların tahliye edilmesine ben de saygı duymuyorum… Tüm dünyada casusluk olarak kabul edilen bir faaliyetin ülkemde 'gazetecilik' olarak yutturulmasını kabul etmiyorum… Peki Bülent Arınç ne dedi?... 'AYM Başkanı'nı tebrik ediyorum… Ben Zühtü Arslan'ın yanındayım… Kararından dolayı tebrik ediyorum…' 'Cübbemi tekrar geçiririm ha!...' diyen Bülent abi, casuslukla suçlananlar için 'cübbesini geçirdi'!... Üstüne bir de Cumhurbaşkanının 'AYM'nin kararını tanımıyorum' ifadesine atfen o malum fıkrayı anlattı; 'Ben de seni tanımayirum!...' 'Latif Abi Sendromu'na duçâr olmuşsun ama biz bu mazereti kabul edemayiruz!... 40 yıllık dava bilmeyuz… Seni AK Partili olarak hiç tanımayiruz!... Ama 'Manisa Tarzani'nu destekleyiruz!... Hikmet Genç/Yeni Şafak Geçen ay Emniyet Genel Müdürlüğü, PKK'nın yeni eylem planını içeren bilgilerin bulunduğu yazıyı, 81 il emniyet müdürlüğüne göndererek bu konuda duyarlı olunmasını istedi. PKK'nın bahar aylarında ve Nevruz'da halk ayaklanması başlatmak, sonrasında bazı yerlerde özyönetim ilan etmek için faaliyet yürüttüğü belirtildi. Bölücü terör örgütünün, çatışmaları büyük şehirlere taşımayı planladığı, bu noktada fedai timi (ölüm timi) olarak adlandırılan teröristleri harekete geçirdiğine de dikkat çekildi. Türkiye, Suriye gailesi ile ateş çemberinin içine düşmüşken, bölücü terör örgütü, bunu kendi hesapları için bir fırsat olarak görüyor. Diyarbakır Sur'da işte önceki gün HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın provokasyon çağrısına rağmen halk tahriklere itibar etmedi. Halk bunları yalnız bıraktıkça moralleri çöküyor. Terör, başka örgütlerin de devreye girmesiyle İstanbul Bayrampaşa'daki gibi büyük şehirlere taşınıyor. Evet, bir savaş var. Bu savaşın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı ile alakası yok. Mesele, şahıs-hükümet meselesi değil. Türkiye'nin geleceği karartılmak isteniyor. Kimileri de hırsları, beklentileri ve siyasi hesapları için asıl fotoğrafı dikkatlerden bilerek/bilmeyerek kaçırıyorlar. Dışarıdan zorlanan Türkiye'ye içeriden bir 'Turuncu devrim' dayatması var. Paralel Devlet Yapılanması'ndan tutun, KCK-PKK-YDH terörüne kadar oluşturulmaya çalışılan bir şer ittifakı var. Toplumu yanıltmaya yönelik algı operasyonu için de, 'otoriterleşmeye karşı demokratik haklar mücadelesi' bahanesi, bir defa daha devreye giriyor. Gezi ayaklanmasının bahanelerinden daha fazlası devreye sokuluyor: 1. Türkiye'nin, Kürt vatandaşlarının yaşam hakkına saldırdığı söyleniyor. 1128 akademisyen bildirisinde, 'Türk devleti kendi halkına kıyım ve katliam uyguluyor' diye boşuna demediler. Yabancı ülkeleri, gözlemci olarak boşuna davet etmediler. ABD Başkan Yardımcısı Biden, bunları boşuna alkışlamadı. Eğer ilçelerdeki operasyonlarda, silahlı kuvvetlerimiz ve polislerimiz, sivillere zarar vermeme hassasiyeti göstermese şimdi dünyayı çoktan ayağa kaldırmışlardı. Meseleyi çoktan BM'ye taşımışlardı. 2. MİT TIR'ları meselesini, Gülen medyası ile Cumhuriyet gazetesi, sürekli gündemde tutup, Türkiye'yi 'İslamcı terör örgütlerine silah yardımı yapıyor' suçlaması ile ABD politikalarına mahkûm ettirmeye çalışıyorlar. (Yoksa MİT TIR'larını durdurma talimatı, Pensilvanya üzerinden ABD'den mi geldi?) Anayasa Mahkemesi'nin yetki gaspı ile 'Can Dündar'ın yaptığı gazeteciliktir, casusluk değildir' kararı, büyük resmin içinde pek hukuki bir karar gibi durmuyor. Hele Biden'ın, Can Dündar'ın oğluna, 'baban da cesur adammış...' demesini hatırlayınca, hukuki bir karara hiç benzemiyor. Ne denk geldi ama AYM'nin kararına en fazla Pensilvanya, Washington ve Brüksel sevindi. 3. Gezi olayları, Türkiye'nin iyi yönetilemediği algısı için tertiplenmişti. Bir hafta daha hükümet inisiyatif alamasaydı devrilip gitmişti. Hatırlayınız, Ermenistan üzerinden Almanya'ya kaçan Paralel Yapı'nın kozmik adamlarından Savcı Zekeriya Öz, kaçmadan önce şu tweeti atmıştı: 'Gezi olaylarına PKK müdahil olsaydı şu an hükümet edenlerin bu makamda oturma imkânları olmayacaktı, PKK kimden emir aldıysa katılmadı...' Şimdi PKK da müdahil. Rusya da müdahil... Suriye de müdahil... Yedi düvel bir araya geldi. Zekeriya Öz ve Pensilvanya memnun oldu mu? Ve artık kim hangi safta yer alıyor bu da netleşti. Esprinin sırası olsaydı, Bülent Arınç ile Deniz Baykal'ı takas etmek lazım, derdim... Hüseyin Gülerce/Star