Bir sokağın değiştiğini görüyorum. "Geceleri taksiye binmeden sakın eve gelme, Tünel'den aşağı yürüyeceksen, arkadaşların bıraksın," diye tembihlendiğim yollar, şimdilerde ellerinde bavullarıyla seyreden turistlerin, yeşil plakalı arabalarıyla 8 bin lira kira verdikleri evlerine dönen bürokratların, 180 dakikaya uzatılmış biz dizi için elbise arayan stilistlerin, ellerinde kamera Doğan Apartmanı avlusunu mesken edinmiş fotoğrafçıların, 16 yaşında Gossip Girl etkisiyle 26 gibi davranan genç kızların, buğulama balıkçıların, ananası sopaya takan büfelerin, saati 5 TL'lik otoparkların, patileri yere basmasın diye özen gösterilen köpeklerin meskeni oluyor. Ama işte, bir gün, bütün bu karmaşanın içinde, aynı zamanda restoran da olan lobisinde Nina Simone'dan, Ray Charles'dan, Serge Gainsbourg'dan nameler çalan bir otel açılıyor. Işıklarını kısıyor, çatalbıçak sesleri duyulmuyor, insanlar fısıldayarak, birbirine akıp giden bir günün yorgunluklarını anlatıyor. Julie & Julia filmi sayesinde ne kadar zor bir yemek olduğunu öğrendiğimiz boeuf bourguignon'u, 300 gram olarak düşünülmüş antrikotu, üzerinde gravyer eritilerek gelen soğan çorbasını çok da iyi yapıyor, kırmızı şarap listesinde 120-450 TL arasında değişen yedi sekiz seçenek sunuluyor. Her şey kıvamında, her şey romantik, her şey adam başı 170 TL. İsmi Le Fumoir (Sigara içme yeri) olan, ama içeride duman tüttürülemeyen, Georges Hotel'in bu 30'dan fazla kişinin giremeyeceği restoranında, bir perşembe akşamı, arkadaşlar yanında olunca, her şey tıkırında.
Haza l'ın gurme notu