Bundan 30 sene önce, tam da Orwell yılı olarak bilinen 1984'te iki polis, Almanya'ya gidip neredeyse bir odanın yarısı büyüklüğündeki devasa dinleme aletlerini inceledi. Her ikisi de Emniyet İstihbarat'ta üst düzey makamlara gelecek olan polislerden birinin adı Hanefi Avcı, diğerininki ise Kâzım Abanoz'du. Avcı, daha o zamandan beri elektroniğe düşkün biriydi ve kimi dinleme aletlerini fazla kurcaladığı için bozardı. Avcı'nın elektroniğe ilgisi ve bu konudaki birikimi, 27 Mayıs 1999 tarihli bir Emniyet belgesinde şu cümleyle anlatılıyor: "Hanefi Avcı'nın elektronik ve bilgisayar konusunda yetişmişliği tartışılamaz."
Abanoz, bu olayı bana, 2000'li yılların başında Emniyet İstihbarat Dairesi üzerine yazdığım, ancak sonra yayınlanmaktan vazgeçtiğim (Özel bir sebebi yok, sadece roman türü dışında yazmak istemiyordum) kitapla ilgili araştırmalarım sırasında anlatmıştı.
'Orwell yılı'ndan 15 sene sonra, 26 Şubat 1999'da bir Emniyet İstihbarat Şube Müdürü ve başkomiser, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nın talimatıyla İmralı Adası'na gitti ve Abdullah Öcalan'ı sorguladı. Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinden yalnızca iki hafta sonra gerçekleştirilen bu kozmik sorgu, hemen gazetelere sızdırıldı. Yine aynı dönemde patlak veren bir telekulak skandalı -geçtiğimiz hafta ortaya çıkan skandalın yanında 'devede kulak' olsa da- Türkiye gündemini sarstı.
Hanefi Avcı, 1999'da patlak veren telekulak olayında dinlenmiş bir polis şefi. Bu skandal da, yine Emniyet içindeki cemaatçi kadro ile ona karşı olan kadro arasındaki mücadele nedeniyle patlak vermişti. Skandalı sızdıran da Ankara ekibini (Cevdet Saral ve Osman Ak) tasfiye etmek isteyen cemaatçilerdi. Çünkü Ankara ekibi, Emniyet'teki Fethullahçı polislerle ilgili bir araştırma yapıyordu. Ama araştırma ekibinin içine cemaatten bir istihbaratçı polis (Z. G.) implant edilmiş, yani yerleştirilmişti.
Devlet kurumlarının o tarihlerde hazırladığı belgeleri incelediğimizde Öcalan sorgusunu sızdıran güçle telekulak olayını ifşa ederek Hanefi Avcı-Cevdet Saral ekibini karşı karşıya getiren gücün aynı olduğunu görüyoruz. Bugün 'paralel devlet' adı verilen güçten söz ediyorum.
1999'da patlak veren telekulak skandalı, binlerce kişinin dinlendiğini gösteren (Dinlenenler arasında ben de varım) son telekulak skandalıyla mukayese edilemeyecek kadar küçük çaplı idi. Orada belirli devlet kurumlarına ve bürokratlara yönelmiş, devlet içi sınırlı bir dinleme söz konusuydu. Burada ise devletten, daha doğrusu paralel devletten topluma yönelmiş bir tehdit söz konusu. Dinlenenlerin sayısının ilk partide ismi çıkanlarla sınırlı olmadığını da söyleyelim.
'BAY X' OLARAK DİNLENDİ
Şimdi çözüm sürecinin önemli bir aktörü olan Abdullah Öcalan'ın ilk ifadelerinin 1999'da sızdırılması, 2009'da Oslo görüşmelerinin sızdırılmasını andırıyor. Yani adı henüz o zamanlar konulmamış olsa da 'paralel devlet', Kürt sorununun çözümünü algoritmayla kilitlemeyi daha o zamandan kafaya koymuş.
Paralel devlet, 2010 yılında ise kendi örgütlenmesinin önünde engel olarak gördüğü polis şeflerinden biri olan Hanefi Avcı'yı bertaraf etmek için Avcı'nın telefonlarını dinlemeye aldı. Avcı, elbette ismi veya numarasıyla değil, EMEI numarası üzerinden dinleniyordu. Çünkü hâkimler, EMEI üzerinden dinlenen şahsı 'Bay X' olarak biliyor. Yani EMEI ile dinlemenin maksadı, dinlenenin kim olduğunu gizlemek.
Haliç'te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet/Bugün Cemaat adlı kitabının yayınlanmasından sonra Avcı'nın kitapta ifşa ettiği bilgileri soruşturan bir Allah'ın kulu çıkmadı. Ama gizli bilgileri ifşa ettiği ve devlet görevlilerine haksız suçlamalar yönelttiği gerekçesiyle Avcı hakkında soruşturma yürütmek için müfettiş üzerine müfettiş görevlendirildi. Avcı meslekten atıldı ve terör örgütüne yardım etmek başta olmak üzere absürt gerekçelerle tutuklandı.
Paralel telekulakçıların devlet gücüyle kanunsuz dinleme yaptığını ve elde ettiği materyali şantaj malzemesi olarak kullandığını Hanefi Avcı da tutuklandıktan sonra yazdığı dilekçelerde dile getirmişti.
Avcı, bu dilekçeleri, cemaati eleştiren bir kitap yazdı diye hakkında açılan soruşturmalar üzerine kaleme aldı. Avcı'yla ilgili asılsız iddiaları soruşturan müfettişler arasında Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Üçkuyu özellikle not düşülmesi gereken bir isim. Çünkü Mustafa Üçkuyu, 26 Haziran 2012'de bu köşede yazdığım 'Bir suikastın 'faili meçhul maktul' evrakı' başlıklı yazıda detaylarıyla anlattığım üzere Dink suikastında Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer'in sorumluluğunu örtbas etmeye çalışmış bir müfettiş.
'CEMAAT HER TAŞIN ÜSTÜNDE'
Paralel devleti sadece bugün değil, başından beri eleştiren bir gazeteci olarak Hanefi Avcı'ya yapılan haksızlığı hem bu köşede hem de Twitter'da defalarca dile getirdim. Hatta Avcı'nın hapsedilmesi başta olmak üzere pek çok vakada hükümetin kusurlu olduğunu da yazdım.
Avcı da açıkçası, cemaatin devlet içindeki örgütlenmesinin yapabileceklerini daha erken anlayabilecek kadar bilgi ve tecrübe sahibi biriydi ama olayın dehşetengiz boyutlarını o da biraz geç fark etti. Ama fark eder etmez de hiç kimsenin yapmadığını yapıp, hayatının kararması pahasına cemaat bürokrasisinin devletteki gizli, usulsüz faaliyetlerini deşifre etti.
Avcı, Mart 1997 ile Temmuz 2010 arasındaki her görüşmemizde -onca ısrarlı soruma rağmen- devletin illegal bir şekilde telefon dinlemesi yapmadığını söylerdi. Bilakis dinlemeyle ilgili kuşkulara hep paranoya olarak bakar, "Olmaz öyle şey gardaş," derdi. Ama olmaz dediği şey oldu. Cemaat bürokrasisi onu, kendisine en çok güvendiği alandan, telekulaktan vurdu.
Avcı, bunun yarattığı hissi kitabında şu cümleyle özetledi:
"Bir anda polislikten, devletin gücü olmaktan yani avcılıktan, sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av konumuna düştüm."
Avcı, Temmuz 2010'da kitabını matbaaya teslim ettikten sonra devletin içindeki cemaat örgütlenmesinin nasıl illegal telefon dinlemesi yaptığını bana detaylarıyla anlatmıştı. Avcı, o günlerde artık şunu söyleyecek noktaya gelmişti: "Her taşın altında cemaat arama diyorlar. Hayır, taşın altında değil, artık her taşın üstündeler."
'Taşın üstündeki cemaat', dört yıla yakın süredir Avcı'yı cezaevinde tutuyor. Devrimci Karargâh davasında örgütün üyeleri salıverildi, ama Avcı içeride. Böyle bir hukuk garabeti Kafka'nın Dava'sında bile görülmemiştir.
Hanefi Avcı, 28 Şubat'ta askerin hoşuna gitmeyen şeyler söylediği için sadece 10 gün hapis yattı. 2010'da cemaatin hoşuna gitmeyen şeyler yazdığı için dört yıla yakın bir süredir cezaevinde. Şimdi artık herkesin dürüstçe cevaplandırması gereken soruyu soralım: Eski Türkiye'nin vesayeti mi daha tehlikeli, yoksa yeni Türkiye'nin mi?
Başka sorum yok.
İLK ÜNİTE 1984'TE KURULDU
1956 yılında Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde doğan Hanefi Avcı Ankara Polis Koleji'ni, Polis Enstitüsü'nü ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Mersin'in Merkez ve Gülnar ilçelerinde görev yaptı. Yine Orwell yılında, 1984'te (Anlamlı bir rastlantı) Diyarbakır İstihbarat Şube Müdürlüğü'nde Türkiye'nin ilk teknik takip ünitesini, telefon dinleme sistemini kurdu. Aynı yıl, PKK'nın ilk silahlı eylemlerine giriştiği hatırlandığında bu elektronik istihbarat yatırımının sebebi daha iyi anlaşılır.
Avcı, Kasım 1996'daki Susurluk kazasından sonra devlet içindeki illegal yapılanmaları yine telefon dinlemeler sayesinde edindiği bilgilerle deşifre etti. Bunu yaptığı dönemde Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı'ydı.
AK Parti döneminde Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı, Edirne Emniyet Müdürlüğü ve Eskişehir Emniyet Müdürlüğü görevlerini yürüttü. Haliç'te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet/Bugün Cemaat adlı kitabı yazdığı için Eylül 2010'da cezaevinde konuldu. Dört yıla yakındır dört duvar arasında yaşıyor.