Çocukluğumda kara trene biner Erzurum'daki köyümüze giderdim. Bizim köy Sarıkamış'ın sınırında. O meşhur Sarıkamış Muharebeleri'nin geçtiği topraklar. Yaylaya çıktığımız zaman yol boyunca toprağa bir çomak soktuğunda mermi kovanları çıkardı ortaya, sonra asker palaskaları, ardından da binlerce insan kemiği. Tüylerim diken diken olurdu. Enver Paşa'nın emriyle yerinden kıpırdamayıp oldukları yerde donan 90 bin askerin tozlara, topraklara, rüzgarlara karışmış bedenleriydi bunlar. 1970'lerdi ve olayın tanıkları hâlâ yaşıyordu. Ne olup bittiğini durmadan anlatıyorlardı. Korkunç hikayeler dinlemiştim. Tatil biter İstanbul'a gelirdim ve kış gelip de kar yağınca geceleri kabuslar görürdüm. Aradan yıllar geçti. Büyürken tarihe merak sardım. Bir aralar Ermeni katliamına dair bir şeyler okumaya başladım. 1915'in tanıkları da yaşıyordu henüz. Ermeni arkadaşlarıma sorular yönelttiğimde, alıp beni dedeleriyle, nineleriyle tanıştırdılar. Onların hikayelerini dinlediğimde yüreğimin yırtıldığını hissetmeye başladım. Bu halim yaşlılardan birinin dikkatini çekmiş. "Niye şaşırmazsın çocuk?" diye sordu. Ben de "Sarıkamış'ta 90 bin öz evladına donarak ölmeyi emreden bir zihniyet, elbette ki üvey çocukları olan Ermenilere her türlü zulmü reva görür" demiştim. Aradan yıllar geçti ve Hrant Dink'le tanıştım. O bana anlattı hikayelerini, ben ona. Aslında Hrant'la tanışana kadar olayın bu kadar vahim ve derin olduğundan haberim yoktu. O anlattıkça fotoğrafın tamamını görmeye başladım. Sonunda bir gün Erzurum'la ilgili bir hikaye anlattı ve bütün parçalar birleşti. Yıl 1973. Hrant o sırada 19 yaşında. Üniversite'de zooloji okuyormuş. Patrikhane'den çağırmışlar. Kalkmış gitmiş. Patrik Şnorhk Kalustyan, "Kanada'dan bir profesör geldi, Erzurumluymuş. Yaşlanmış. Ölmeden önce memleketini görmek istiyormuş. Buraları pek bilmiyor. Sen de onunla beraber gideceksin. Köyünü gösterecek ve hemen İstanbul'a döneceksiniz" demiş. Okullar yeni tatil olmuş. Haydarpaşa'dan trene binip yola çıkmışlar. Hrant bir ara öyküsünü sormuş adama. "Uzundur bizim hikayemiz ve acıdır. Bu güzel yolculuğun tadını bozar. Boşver" demiş. Sadece 1915'te henüz sekiz yaşındayken köyden çıktığını, tüm ailesinin öldürüldüğünü, bir tek kendisinin kurtulduğunu anlatmış. Kaçıp kurtulan başkalarıyla birlikte tehcir kafilelerine katılmış ve aylar süren yolculuktan sonra Beyrut'a varmışlar. Bir gemiye binip Kanada'ya gitmişler. Orada felsefe okumuş ve teolog olmuş. Hepsi bu kadar. Erzurum'a varmışlar. Ama tren rötar yaptığı için köylere giden yolcu minibüslerini kaçırmışlar. Yaşlı adam sabırsızlanmış. Oltu'ya doğru giden bir kamyon bulmuşlar. Şoföre para verip binmişler kamyona. Yola koyulmuşlar. Altı saat sonra köye varmışlar. Elleri titremeye başlamış profesörün. Köye giden kavşağa gelince, "Bizi burada bırak" demiş. Taş bir yola girmişler. "Biraz ileride kabristanımız vardır. Mezarlığın girişinde bir göze bulunur. Dünyadaki en güzel su oradan çıkar" demiş. Mezarlığa varmışlar.
GÖZENİN SUYU GÖZYAŞLARINA KARIŞTI
O ana kadar dimdik duran bu iri yarı yaşlı adam ansızın devrilmiş suyun başına ve bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Bir ara soluklanıp su içmeye başlamış. Su yüzüne, gözyaşları suya karışmış. Sonra hıçkırıkları dinmiş. Mezarlığın kalbine doğru yürümüşler. Artık bir Müslüman mezarlığıymış burası. Ama yer yer devrilip yan yatmış Ermeni mezarları da bulunuyormuş aralarda. Bir kabrin başında durmuşlar. Üstündeki yazıyı okumuş. Ve taşa sarılıp yeniden ağlamaya başlamış. "Bu benim dedemdir. Yanındaki de ninem. Birbirlerini çok severlerdi. Ben altı yaşındayken önce ninem öldü, dedemin kalbi üç gün dayandı bu acıya. Sonra o da vefat etti bu kabrin başında. İyi ki de öldüler. Tehciri görmediler. Hiç olmazsa kendi vatan topraklarına gömüldüler" diye anlatmaya başlamış. Sonra köye doğru yol almışlar. Tipik bir Anadolu Ermeni köyüymüş burası. Muntazam döşeli taş yollar, kesme taştan yapılmış evler, oymalı, işlemeli kapılar, köyün ortasında ulu çınar ağaçları falan. Köy kahvesinde 25-30 adam oturmuş sohbet ediyormuş. Selam verip bir masaya kurulmuşlar. Köylüler tek tek dönüp onlara hoş geldin deyip hal hatır sormuşlar.
KÖYLÜLER KALKIP SARILDILAR
Sonra da kimsiniz, kimlerdensiniz faslı başlamış. Hrant, "Yervant Bey bu köylüymüş. Çocukken gitmiş buralardan. Kanada'da yaşıyor. Ölmeden önce vatan toprağını bir kere olsun görmek için kalkıp gelmiş oralardan. Birkaç saat kalıp döneceğiz" diye vaziyeti anlatmış. Gerginmiş. Ne yapacaklarını, tepkilerinin ne olacağını bilmiyormuş. Hrant lafını bitirir bitirmez hepsi birden ayağa kalkıp tek tek tokalaşmış profesörle. Yaşlılardan bazıları sarılmış. İhtiyarlardan biri, "Memleketine hoş, sefa geldin" demiş. Profesörün yeniden gözleri nemlenmiş. O sırada ikindi ezanı okunmuş. En çok soru soran sakallı yaşlı adam kalkmış topluluğun içinden, "Ben namazı kıldırıp geliyorum. Siz de bırakın adama soru sormayı da rahat rahat köyünü gezsin" demiş. Kalkmışlar. Köyü dolaşmaya başlamışlar. Bir evin önünde durmuş Yervant Bey ve "İşte burası bizim ev, karşıdaki de halamınki. Çocuğu yoktu halamın. Beni yanından ayırmazdı. Tehcir sırasında yaralanmıştı. Bize yük olmamak için Diyarbakır tarafında bir köprüden atlayıp canına kıydı" demiş. Hrant'ın dizlerinin bağı çözülmüş. Yarım saat falan sonra dönmüşler köy meydanına. Köylüler ağız birliği etmişçesine "Gidemezsiniz, misafirimiz olun, sizi yaylaya da çıkarırız" falan demişler. Profesör dünden razıymış. Kalmışlar.
MİSAFİR KİMDE KALACAK KAVGASI
Akşam ezanı okunmadan önce kahvede "Kimde misafir kalacak" diye bir tartışma başlamış. Herkes misafirleri ağırlamak için birbiriyle yarışıyormuş. Çok soru soran yaşlı köy imamı "Ben din adamıyım, o da din adamı sayılır, bende kalacak" diyerek son sözü söylemiş. Gittikleri yer Yervant Bey'in halasının eviymiş. Kapının karşısında kocaman bir ocak olan büyükçe bir salon ve salondan odalara açılan işlemeli ahşap kapılar. Yatma vakti gelmiş. Yaşlı imam, gelinine "Ocağı yak kızım, geceler serin olur, misafirler alışık değildir. Yatakları salona ser. Hatta sen bana da bir yatak indir. Biraz daha laflayalım" demiş. Hrant yatmış. İki ihtiyar aralarında mır mır konuşuyorlarmış. Gece bir ara gözlerini açmış. Yaşlılar konuşmaya devam ediyorlarmış. Yine uyumuş. Sonra bir gürültüye uyanmış. İdare lambasının ve ocağın ışığındaki iki yaşlı gölgenin birbirine sarılıp ağladığını görmüş. Üstelik Ermenice konuşuyorlarmış. Konuştukça, konuştukça gecenin ve anıların içinde önce kaybolup sonra birbirlerini bulmuşlar. Bu iki yaşlı adam kardeş çıkmış...
MUSTAFA EFENDİ Mİ SARKİS Mİ?
Mustafa Efendi, Yervant Bey'in iki yaş küçük kardeşi Sarkis'miş. Çeteler köyü bastıkları gün Sarkis bir akrabalarının yayladaki evindeymiş. Yayladakileri bölgenin beyi kıyımdan kurtarmış. Bu bey, Sarkis'i alıp yanında büyütmüş. Sünnet etmiş, bir medreseye gönderip eğitimini sağlamış. Büyütmüş. Evlendirmiş ve kendisine verilen bu köydeki evlerden birine yerleştirmiş. Ermeni olduğunu kimsecikler bilmemiş. Hrant bu hikayeyi de dinleyince durup durup birbirine sarılan bu iki gölgeye katılmış, sabah ezanına kadar anlatmış anlatmış ağlamışlar. Sarkis Bey gözlerini silmiş, yüzünü yıkamış ve "Ben Mustafa Efendi'yim. Şimdi gidip namazı kıldırayım. Bu sır gün yüzü görmesin, gecenin içinde kalsın" demiş. Öyle de yapmışlar. Üçüncü günün gecesi Yervant Bey kardeşine dönüp "İstersen seni ve aileni Kanada'ya aldırabilirim" diye bir teklifte bulunmuş. "Yok" demiş Mustafa Efendi, "Burası benim memleketim. Çok can kaybettik biliyorum ama ben buraya tek bir can ve bir hayat borçluyum. Siz gelmeden önce bir dua yüküm vardı, şimdi ikiye çıktı. O mezarlığı da beklemiş olurum böylece ve zaman zaman gider iki dilde dua okurum" demiş. Sonraki sene, daha sonraki sene yine gelmiş Yervant Bey. Yanında bavullar dolusu hediyelerle kara trene binip köyüne gitmiş. Mustafa Efendi ondan önce ölmüş. Kardeşinin mezarından bir avuç toprak alıp Kanada'ya dönmüş. Üç ay sonra o da ölmüş ve vasiyeti üzerine Erzurum'dan getirdiği toprak gurbet eldeki mezarının üstüne serpilmiş... Yakında çıkacak olan kitabımda yer alan tehcir hikayelerinden birinin özetini okudunuz. Başta da dediğim gibi bu hikayeyi bana Hrant anlatmıştı, ben de size aktarmak istedim...