Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Bu filmi görmezseniz yazık!..

Ülkemizde ne yazık ki, "Asfaltın Kralları" gibi aptal bir isimle vizyona giren, "Ford, Ferrari'ye Karşı" filminden söz ediyorum. Son yıllarda beni bu kadar etkileyen bir film izlemediğimi rahatça söyleyebilirim. Sadece ben olsam iyi..
Sinemanın en büyük internet sitesi, İMDB'de, seyircilerden aldığı not ortalaması, yılın zirvesi. 8.3.. Film Amerikan gişelerinde "Açılış Rekoru" kırdı.
Dahası.. Zevkleri, genel seyirci ile pek uyuşmayan eleştirmenler de övgü yarışına giriştiler.
Yani beğeni her tarafta..
Neden beğeniliyor?.
Bir defa öykü başından sonuna gerçek.. James Mangold, Oscarlık film değil, belgesel çekmiş sanki.. Oscar dedim de.. Filmleriyle pek çok sanatçıya Oscar kazandıran ama kendisi hâlâ alamayan Yönetmen için "Bu yarış filmiyle o da sonunda ipi göğüsleyecek" deniyor..
Yarış sahneleri öyle nefes kesici.. Christian Bale'in harika oyunculuğu ile, aksiyonu öylesine oturtmuş ki, Mangold, izlerken sizin de nefesiniz kesiliyor..
Otomobil motoru 7 bin devire ulaşınca, bir ara sürücünün metabolizması adeta durur, nefesi kesilirmiş.. Aynen öyle oluyorsunuz, yarış sahnelerinde siz de..
Efendim, film, 1966 Le Mans üzerine kurulu.. Dünyanın en ünlü, en zor otomobil yarışıdır Le Mans!. 13.5 kilometrelik pist bile değil, adeta bir kır yolunda, 24 saat direksiyon sallamaktır.. Yani sadece hız ve ustalık değil, ayni zamanda insanüstü bir fiziksel ve ruhsal dayanıklılık gerektirir..
Babasının kurduğu otomobil imparatorluğunun başına geçen torun Henry Ford II, yarışlar kralı İtalyan Ferrari'yi satın almak ister. Enzo Ferrari satmak bir yana, Ford'a hakaret edince, tepesi atan Amerikalı İmparator, Ferrari'yi işte o dünya yarışı Le Mans'ta geçecek bir araba yapmak için harekete geçer.
Daha önce Le Mans'ı kazanan eski oto yarışçısı, yeni otomobil tasarımcısı Carrol Shelby ile anlaşır. Shelby de kendisi gibi yarışmayı bırakmış ve oto tamir atölyesi açmış, müthiş sürücü ve mekanisyen Ken Miles'ı yanına alır..
İkilinin rakipleri, sadece Ferrari değil, Ford yönetimindeki yerlerini tehlikede gören ve bu ikiliyi fena halde kıskanan, içten vurmak için ellerinden geleni yapanlardır ayni zamanda..
..Ve bunların hepsi gerçek, hepsi bire bir yaşanmış, düşünebiliyor musunuz?.
Yetmedi.. Ken Miles ve Shelby'nin kişisel dramları.. Shelby, eşi ve hele 10 yaşındaki oğlunun aile ilişkileri..
Heyecan.. Dostluk.. Duygusallık.. İçten vurma.. İhanet..
Bir filmde daha ne olabilir ki?.
..Ve de oyunculuk tabii..
Christian Bale, bu Ken Miles rolüyle Oscar adayı olmazsa, kim olur bilmem..
Matt Damon da harika Shelby'de.. Ama bir harika daha var, akıl almaz oynuyor. Ken'in 10 yaşındaki oğlunu oynayan Noah Lupe..
Mangold'un oyuncu yönetimi de zirvede.. Filmde, çok çok iyi, harika oynamayan tek kişi yok.. Her rolü oya gibi işlemiş adam.
Havalar hâlâ "Yaz" gibi.. Kimse kapalı yerlere girmek istemiyor. Doğru.. Ama, zorlayın kendinizi..
"Ford Ferrari'ye Karşı"yı izleyin mutlak.. Tam 2.5 saatin nasıl geçtiğini anlarsanız, "Ben beğenmedim" derseniz, beni arayın!.
Çünkü nesini beğenmediğinizi çok merak ederim, o zaman!.

*

Bu da Cengiz'e not!..

Ford, Ferrari'ye Karşı (Ya da bizdeki Asfalt'ın Kralları aptal ismi) filmine gittiğim gün, Cengiz Semercioğlu dostumu okumuştum, Hürriyet'te.
Çağatay Ulusoy, Koca Yusuf rolü için 30 kilo alacakmış ya. Onu hem de nasıl yerden yere vuruyordu Cengiz.. Diyor ki, mesela..
"Bir kere daha soruyorum; hangi rol insanın sağlığından kıymetlidir?
Koca Yusuf'la Oscar alsa ne olur Çağatay?
Bundan sonraki hayatını şeker ya da kalp hastası olarak sürdürme ihtimali ortada dururken...
Koca Yusuf'la Oscar alarak değil ama belki de tarihe 'Rolü için son kilo alan oyuncu olarak' geçebilir Çağatay..."
Ford Ferrari'ye Karşı filmiyle Oscar adayı olması, hatta alması beklenen Christian Bale, bundan evvelki filmi "Vice"da Bush döneminin Başkan Yardımcısı Dick Cheney'i oynamak için 25 kilo almıştı. Bu defa bir otomobil yarışçısı olabilmek için daha da fazlasını, 35 kilo vermesi gerekiyordu. Verdi ve oynadı. Muhteşem oynadı..
Bir sonraki filminde, ilginçtir, Le Mans 66'da yendiği Enzo Ferrari'yi canlandıracaktı. Yani tekrar ve acele kilo alması şarttı.
Bale "Yeter" dedi. Enzo Ferrari rolü de Hugh Jackman'e gitti. Kilo almayı kabul eden Jackman'a..

*

Olmak!.. Ya da olmamak!..

Dün sabah, Ömer Karahan kardeşimin, Günaydın'daki köşesinde okudum, "Afişte senin adın neden üstte, krizi!."
Efendim İzmir'in Kızları diye bir müzikal varmış. Afiş'te Gökçe Bahadır'ın ismi üstte tek başına, ötekiler altta yan yana, aralarında virgülle yazıyormuş. Afişe baktım, hepsi ayni büyüklükte, ama Gökçe Bahadır'dan sonra virgül yok. Çünkü o satırda başka isim yok.
Efendim "Niye onun adı tek başına da ben virgüllüler arasındayım" demiş, Derya Alabora.. Daha eski oyuncu. Daha çok oynamış, sinemada, TV'de, sahnede. Tonla da ödül almış..
Sana cevap vereyim Derya..
"Ben Gökçe Bahadır adını görünce, başka şeye bakmadan kalkar o oyuna giderim de ondan.."
Perde, sahne ve ekranın ezeli, ebedi, her ülkedeki kavgasıdır bu ama, anlamsızdır. Neticede bunların hepsi ticari şeyler. Böyle olunca da, hepsinde "Yıldız" sistemi vardır.
Yıldız, koltuk dolduran demektir. Masası olan demektir.
Daha iyi, daha sanatçı olmakla zerre alakası yoktur.
Bir sinemada Marilyn Monroe, öbüründe Oscar abonesi Meryl Streep olsa, ben Marilyn'e giderim, önce..
Bilmem anlatabildim mi?.

*

Keşke Sıtkı Ustam da görseydi!..

15 Kasım!. Sıtkı Ustamın, dünyanın "Çininin Picasso'su" dediği, UNESCO'nun "Yaşayan Kültür Hazinesi" ilan ettiği sevgili dostum can kardeşim, Sıtkı Olçar'ın ölümünün onuncu yılıydı..
Bugün Sıtkı II imzası ile, onun kaldığı yerden devam ediyor kızı Nida.. Bir yandan, atölyesini açık tutuyor, eserlerini devam ettiriyor. Bir yandan adını yayıyor. Bugün, Amerika ve Katar dahil, 22 yerde "Sıtkı" imzası var.
15 Kasım'da Kütahya'da Anma töreni ile başlamış, "Onuncu Yıl" programları.. Nida'dan bir mail aldım. Nasıl duygulu.. Nasıl mutlu..
"Hani siz, Kütahya'ya kızardınız ya, babama sahiplenmedikleri, hatta dışladıkları için.. Keşke babam da sağ olsaydı ve görseydi, dünyaya tanıtmak için hayatını adadığı Kütahya'sı onu şimdi nasıl bağrına basıyor" diyor.
"Babamın öldüğü gün, o zaman Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aramış, baş sağlığı dilemişti bize, ama zamanın Kütahya Valisi ve Belediye Başkanı aramamıştı.
Bu defa anma törenine Valimiz Ömer Toraman hasta olduğu halde geldi. Belediye Başkanı Dr. Alim Işık şehir dışındaydı. Haber verince işini bırakıp koştu. Günün en anlamlı konuşmalarından birini de yaptı. Kütahya Milletvekili İshak Gazel Bey, katıldı törene.. 'Sıtkı Usta ile tanışmadım ama burdaki dostları onun kim olduğunu hissettirdiler bana' dedi.
Nida, katılanları coşkuyla isim isim saymış.. Hepsi önemli.. Hepsi değerli..
Gerçekten Sıtkı Ustam, bu ilginin, bu sevginin onda birini görüp de öyle gitseydi.
Ama görmüştür be, Sevgili Nida!. Deliler gibi sevdiği Kütahya'sının nihayet onun kıymetini bilenlerin elinde olduğunu görmüştür.
Başta Anma Günü'nü salonlarında düzenleyen Kütahya Hilton Genel Müdürü, Kazım Bey, hepsine ayrı ayrı teşekkürler..
Kütahya'sı için yaşayan Kütahyası için ölen Sıtkı Ustamı nihayet bağırlarına basan Kütahyalılara da, tabii..

*

60'lık delikanlı İstanbul'u coşturdu!..

Bryan Adams konserini, köşemizin Pop Müzik Yardımcısı Can Sayın, izledi ve yazdı.

***

Kişisel Listemdeki "Ölmeden önce yapılacak 100 şey"den birinin daha üstünü çizdim.
Grammy ve Mtv gibi sayısız ödül sahibi olan, albümleri 100 milyonun üstünde satan, klipleri milyarla tıklanan, Billboard tarafından "Dünya müzik tarihinde tüm zamanların en iyi 30. Sanatçısı" arasına konan Bryan Adams..
Gençlik yıllarımın efsanesi.. Ki bence hâlâ efsane olduğunu Ülker Arena'da binlerce müziksevere gösterdi.
60 yaşında 2 saat hiç kesintisiz sahnede kalarak su bile içmeden, hiç oturmadan dans ederek gitar çalarak onlarca şarkı söyledi.
10 TIR ve 60 kişilik ekibiyle gelmesi, sahne, müzik ve ışık sistemlerini gördükten sonra sürpriz olmadı.
Arenada tribünlerde bir tek boş koltuk yoktu ve sahne önünde ayakta duracak tek kişilik yer kalmamıştı. Bu büyük kalabalıktan çıkabilecek tezahüratı düşünün.
İşte konser bu coşkuyla başladı. Bryan, 27 yıl önce1992'de, ilk İstanbul konserinde videosunu çektiği "Do I have to say the words" şarkısını söylerken arkada büyük ekrandaki siyah beyaz İstanbul görüntüleri salondakileri nostalji rüzgarına kaptırdı.
Tura da adını veren 'Shine a light' başladığında salondaki bütün cep telefon ışıkları yandı.. Görülmeye ve yaşanmaya değer anlardı onlar!
Ve 'Heaven' yani cennet yani sonsuz mutluluk veren bu şarkı benim 2 numaralı Bryan hitim. Devamında İspanyol gitarıyla çaldığı 'Have you ever really a loved woman' ile ne aşklar yaşanmıştır ve yaşanacaktır.
Sadece piyano eşliğinde söylediği 'Here I am' de de müthişti.
Burada bir parantez de elektro gitardaki Keith Scott'a açmam gerekiyor. Hem konser boyunca sahnede Bryan'ın sağ kolu olarak gösterdiği performans hem de ağzıyla çaldığı gitar sololarıyla inanılmazdı.
Benim ve eminim, tüm dünyanın 1 nolu Bryan hiti olan 'Éverything I do' başladığında hiç duymadığım bir kıyamet, bir coşku oluştu..
Klasikleşen bu şarkıyı tüm salon hep bir ağızdan söyledik.
Sonra Bryan müzikseverlere istek şarkılarını sordu, 'Please forgive me ve 'Summer 69' en çok istek alanlar oldular.
Bryan konseri bitirip içeri girdiğinde bir buçuk saat geçmişti ama seyirci bırakmadı. Bis tam yarım saat sürdü!
Ve 'All for love' ile final yapan Bryan Adams'in son cümlesi tam bir hayat dersi niteliğindeydi :
"Never give up on your dreams"
Yani..
"Hayallerinizden asla vazgeçmeyin"!
cansayintr@yahoo.com

*

Tebessüm

Gurup fotoğrafı çekilirken kamerayı sizin elinize verdiklerinde, çirkin olduğunuzu anlarsınız!.

*

Sevdiğim Laflar

"Hayat o kadar acımasız ki, bazen doğru olanı yapmak için, en çok istediklerimizden vazgeçmemiz gerekir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA