Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Ne Ukrayna, ne Rusya!.. Esas olan Türkiye!..

Bizim olmayan bir savaşın tam da içindeyiz.. Bir defa, savaş bize Karadeniz mesafesinde. Burnumuzun dibinde desek yeridir. İki.. O Karadeniz'e denizden ulaşmanın yolu bizden, Boğazlar'dan geçiyor. O Boğazlar'ın savaş gemileri açısından kontrolü Montrö Antlaşması ile bize ait..
..Ve asıl önemli sebep!. Türk ekonomisinin savaşan taraflarla ilişkisi çok ama çok büyük..
O zaman siz söyleyin..
Önce Ukrayna ya da Rusya mı?. Yoksa önce, her şeyden önce Türkiye mi?. Önce hangisini düşünmemiz gerek?.
Son Gözlem gazetesinde kuzen, hem de M. Ali Kışlalı okulundan mezun oğlu Murat Kışlalı'nın ki, çok iyi gazetecilik yapıyor, araştırmaları sonucu anlattıklarını okudum. Fikir kısmı ona ait. Herkesin fikri kendine.. Ama "Doğru fikir sahibi olmak için bilgi, hem de doğru bilgi sahibi olmak gerek"..
İşte Murat, o bilgileri, hepimize kısa yoldan veriyor. Şimdi bu bilgileri, ara ara benim eklemelerimle okuyalım.

*

Olay, Rusya'nın, Ukrayna'nın Donbas bölgesindeki iki eyaletinin bağımsızlığını tanıması ile başladı. Donbas halkının yüzde 90'ı Rus ve Rusça konuşuyor. Ayrıca Ukrayna, Minsk Anlaşması gereği Donbas'ta söz verdiği referandumları yapmadı.. Şimdi muhtemelen bu bölgedeki referandumlarla Donbas da, Kırım gibi Rusya'ya ilhak ettirilecek. (Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını hatırlayın. Önce bağımsız devlet oldu. Sonra halkın tercihiyle Türkiye'ye katılma sonucu veren referandum..)



Yani, Rus operasyonunun amacı Donbas'ı Rusya'ya ilhak etmek ve Ukrayna'ya Rus yanlısı bir iktidar yerleştirmek olarak görünüyor.
Ukrayna'yı tamamen işgal etmek ve burada kalıcı olarak kalmak için Rusya'nın yeterli askeri ve kaynağı yok. Ukrayna'nın hava üslerini ve hava savunma sistemlerini hedef alması ve kuzeyden giriş yapması, bir karşı saldırının önünü kesmek ve Ukrayna'daki yönetimi dize getirmek için.
İki Almanya'nın birleşmesi döneminde, Amerika ve Rusya, NATO'nun yayılmaması konusunda anlaşmışlardı.
Ukrayna'nın NATO'ya alınması temasları bu söze uymuyordu.
Ayrıca, durumu Amerika kışkırttı. NATO'yu maşa olarak kullanarak yıllardır sürdürdüğü şahin yayılmacı politikalarla Rusya'yı ve şimdi de Çin'i köşeye sıkıştırmak istiyor.
Putin'in "Saldırıyı başlatan biz olmayacağız" açıklamasına karşın, ABD'nin Rusya'nın saldıracağına dair iddiaları da gerçek çıktı, bu arada..
Putin, ABD'nin restini gördü ve reste restle karşılık verdi.
Eğer Putin, asılsız "Farklı milletler değiliz" iddiasıyla tüm Ukrayna'yı ilhak etmeye kalkmazsa senaryonun kötü tarafı bitti demektir.
Olan ABD'nin yayılmacı politikalarına çanak tutan Ukrayna yönetimine ve dolayısıyla Ukrayna'ya oldu.
Peki ya Türkiye?.
Türkiye buğday ithalatının üçte ikisini Rusya'dan, neredeyse yedide birini de Ukrayna'dan yapıyor.
Toplam buğday ithalatımızın dörtte üçü bu iki ülkeden.
Sadece Rusya'dan yapılan tarım ürünleri ithalatı 2021 yılında 4.3 milyar dolar oldu. Bu iki ülkeye büyük sebze ve meyve ihracatımız da var.
Sıcak gelişmeler sonrası Brent petrolün dünyadaki fiyatı yılbaşında 77 dolarken şimdi 100 doları geçti. Ancak sıkıntı bir süre daha devam ederse hem Ukrayna'da ve Rusya'da iş yapan Türk firmaları, hem bu ülkelerden Türkiye'ye gelen turistler açısından Türkiye ciddi gelir kaybına uğrar.
Türkiye'ye 2021 yılında gelen yaklaşık 25 milyon turistin 7 milyonu Rusya ve Ukrayna'dan. Ayrıca, Türkiye doğalgaz tüketiminin yarıya yakınını Rusya'dan karşılıyor. Bir de Ruslarla nükleer santral kurma anlaşmamız var.
Türkiye, adeta "NATO üyesi olduğunu" unutmalı.
Uzlaştırıcı, birleştirici olmalı. Hiçbir şekilde bu ülkeye asker göndermeye veya NATO ile beraber ortak bir hareket tarzına girmeye "hevesli" gözükmemeli.
Montrö Antlaşması'nı gevşetecek isteklere karşı durmalı.
Bunun nedeni, sadece böyle bir savaşın sonuçlarının kendi başına büyüklüğü ve yıkıcılığı değil, aynı zamanda savaştan en fazla etkilenecek üçüncü ülkelerin başında Türkiye'nin gelecek olmasıdır.
Montrö Antlaşması, Türkiye'nin kırmızı çizgisi olmalıdır.
Rusya eğer bir maceraya kapılıp da tüm Ukrayna'yı ilhak etmeye kalkmazsa gelecek ay başka konuları konuşuyor olabiliriz.

*

Geçen gece Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ı bir gazetecinin sorusuna yanıt verirken izledim..
"1959-1963, Türkiye'nin maalesef Avrupa Birliği'ne üyelik sürecindeki oyalama taktiklerinin olduğu dönemlerdir. O günden bugüne maalesef Türkiye, Avrupa Birliği'ne kabul edilmedi. Şu anda Ukrayna ile ilgili bir gündem oluştu ve Ukrayna'yı Avrupa Birliği'ne alma süreci. Biz kimseyi, 'Avrupa Birliği'ne alın, almayın' böyle bir gayretin içerisine girmeyiz. Biz kendimizden sorumluyuz. Fakat şu anda Ukrayna'yı Avrupa Birliği'ne alma gayretlerini de doğrusu takdirle karşılıyoruz. Bu güzel bir gelişme ama Avrupa Birliği üyelerine de diyorum ki 'Acaba Türkiye'yi niçin Avrupa Birliği'ne hâlâ almakta endişe ediyorsunuz, tereddüt ediyorsunuz veya almıyorsunuz?"
Çok doğru, çok haklı ve de çok akıllı konuştu Başkan.. Hem de anında ve kimseye bir şey danışmadan.. Doğaçlama..
Bu, Ukrayna ve Rusya arasında, tamamen dengeli ve mutedil kalacağımızın, Amerika'nın ve Avrupa'nın tahrik ve oyunlarına gelmeyeceğimizin işareti, bence.. Hele NATO hiç!.

***


MİDEMİ BULANDIRAN SPORCU(!)LAR!..
Gencecik Arda'yı da bu çirkin, illet, rezil tuzağa tepetaklak düşerken görünce resmen midem bulandı Sevgili Okurlar.. Onu ilk defa Fener forması altında izlerken, gençlerimiz adına nasıl coşmuş, nasıl umutlanmış ve gururlanmıştım..
Ama bu haftaki maçta, onu daha futbolu öğrenmeden pisliklerini ezberlediğini görünce yıkıldım..
Yapma Arda.. Uyma o rezil ağabeylerine..
Sen bu ülkenin geleceği, "Ben sporcunun zeki, çevik ve AHLAKLISI'nı severim" diyen Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i emanet ettiği Türk gencisin?.
Nedir o yüzüne en ufak temas yokken, yere uçup iki elinle yüzünü kapaman?.
Futbolu, sportmence kazanmak, tribün ve ekran başındakilere iyi şeyler göstermek için mi oynayacaksın, yoksa hakemi kandırmak dahil her türlü ayıbı yapıp, bir meslektaşının ceza alması pahasını da ekleyerek, ne olursa olsun kazanmak için mi?.
Bu mudur Z, Y gençliği denen, sadece bizim değil, dünyanın gelecek umutları.
Düşmek için bahane arama. Tam tersine ayakta kalmak için diren, alnından öpeyim.

*

Futbol.. Foot, ayak demek.. Ball da top. Ayakla oynanan top. O zaman hemen her mücadelede ayak ayağa değer, değebilir.
Normal mi, faul mü, kararı hakem verir.
Ama son yıllarda bakın, rastgele bir maç seçin bakın..
Hemen her ikili mücadelede gördüğümüz ve yavaş çekimde tekrar tekrar izlediğimiz, başından sonuna ezberlediğimiz görüntü şu..
Topu kaybeden, stadın dışında köfte ekmek satanın dahi duyacağı korkunç bir çığlıkla kendini havaya fırlatıyor, sonra çimlerin üzerine denize dalar gibi uçuyor.
Yere düşünce iki üç tur dönüyor. Sonra yüzükoyun uzanıp bir eli ile ayak bileğini ya da yüzünü tutuyor. Ve boş eliyle çimleri dövmeye başlıyor..
Bunun anlamı şu?.
"Hakem hakem.. Sesimi duy, maçı bırak bana bak, nasıl kıvranıyorum.. Çünkü adam aşil tendonuma tekme ya da yüzüme, yani gözüme vurdu. Yani futbolumu sona erdirebilirdi.."
Aşil tendonu ve göz, gerçekten insanın futbol hayatını bitirecek sakatlıklara sebep olabilir. Bu yüzden FIFA bu iki yere müdahaleye hassas..
Sarı, hatta kırmızı kart istiyor, hakemlerden..
Bu yüzden, 100 düşüşten doksanı, ezberlenmiş ve tıpkısının aynisi.. Yani SAHTE!..
Ve bizde bu sahtekârlık bir kişi ile başladı.
O yutturdukça, ötekiler "Biz enayi miyiz" dediler. Onlar da başladılar. En sportmen, en gururlu, en mağrur hocalarımız da onlara uydular ve bu rezil oyuncularına ceza vermek şöyle dursun, belki de antrenmanını yaptırdılar. Hatta hakeme yutturan oyuncularını kenardan keyifle izlediler. Hatta maç sonunda, sportmen futbolcularını puan kaybından sorumlu tutanlar çıktı.
"Bizim oyuncu düşmeyi bilseydi, penaltıyı almıştık" diyen, bu ülkenin 1 numaralı hocası, namı dünyayı sarmış olanı değil mi?.
Futbol Federasyonu bu rezilliği sadece izledi.. Şimdi naklen yayınları enflasyona rağmen, eski fiyatına alacak kurum bile bulamıyor. Neden?. İzlenecek şey yok ki.. Millet bıktı usandı..
Son zamanlarda bakıyorum.. Hakemler yutmadıkları zaman oyunu devam ettiriyorlar. Ama adam yerde yatıp çırpınmaya devam ediyor ya, hadi tribünlerden ıslıklar.. Hakem "devam"da ısrarlı, ama bu defa da topa sahip olan rakip takım, hakem "devam" dediği halde, topu taca atıyor. "Kör müsün, insan değil misin" diyor hakeme yani..
Ona da ses yok.. Hakem doktorları sahaya çağırmıyor bile. Oyun durunca, anında ayağa kalkıyor. Utanmadan hakemin verdiği frikiği atıyor, saniyeler önce ambulans çağıran sahtekâr.. Doktor gelmişse, kenara alınır alınmaz iyileşiyor. Hakem hemen içeri alıyor, az öncenin çırpınan adamı bakıyorsunuz it gibi koşuyor. Hakem gene sessiz!.
Nerde Federasyon?. Nerde Merkez Hakem Kurulu?..
Hakem, adam yerde kıvranırken oyunu durdurmuyorsa bu "Yutmadım" demek. Yutmadıysan, hakemi aldatmaya teşebbüsten sarı kartı alnına dayasana iki tanesinin, bakalım bir daha, dakka başı oyunu durdurup futbolu katlediyorlar mı?.
Hakem "devam" dediği halde topu taca atana da çaksana bir sarı..
İngiltere Federasyonu bu sorunu kökünden çözmüş..
"Oyunu sadece hakem durdurur" demiş.. Yani tribündeki ıslıktan çekinip, hakemin devam kararına rağmen topu taca atmayı yasaklamış. Bu uygulamayı herkes, ama herkes bilince, oyun zart zurt durmuyor..
İki basit karar, Nihat Özdemir Başkan, hani her şeyi araştırmadan sallayan Hıncal Uluç var ya, ondan..
1- Hakem yere düşene ve yerde kalana rağmen oyunu devam ettiriyorsa, o yerdekine "Hakemi aldatmaya teşebbüs" suçundan sarı kart. Kesin.
2- Biri yerde yatarken, oyunu sadece hakem durdurur. Oyuncuların topu taca atarak maçı durdurma hakları yoktur. Atarlarsa o taç rakip tarafından normal taç atışı gibi kullanılır. Yani taca atmak ve geri almak olayı, vakitten kazanmak için de uygulanamaz..
Çok mu zor bu kararları ilk toplantıda alıp, hemen o hafta yürürlüğe koymak; size futbolu öğretmeye hazır, bilmeden ve hiç araştırmadan sallama yazan, yazılı ve imzalı ifadenizle "Sıfır" olan bir palavracının sözünü dinlemek?. Kendiniz bulmak ve uygulatmaktan acizsiniz de ne zamandır. Bir söyleyelim dedik..
Hadi bir ıslak imzalı cevap da buna yazsanıza..

***


Zeynep Özyılmazel
BAŞARI!..
Bundan birkaç hafta önceydi. Büyük bir heyecanla başladığım ilişkimin bana iyi gelmeyecek, beni mutlu etmeyecek bir yöne doğru gittiğini görmüş ve hayatını kendi kazanan, kendi şekillendirebilen, kendine iyi gelen şeylerin peşinden gitmeyi öğrenmiş genç bir kadın olarak beni çok üzse de ilişkimi bitirmeyi tercih etmiştim.
Zor bir süreçti. Bir insanı sevmeye başladıktan sonra bu kararı alabilmek oldukça ızdırap veriyordu. Güçlü durmam gerekiyordu...
Tam da o günlerde benimle ilgili yapılmış bir yorum geldi kulağıma. Zeynep nasıl oluyordu da böyle kararlar verebiliyordu?
Kendine yazık ediyordu. Bir türlü başarılı olamıyordu. Artık doğru kişiyi bulmalı ve düzenini kurmalıydı.
Ayrılık acısı çektiğime mi yanacaktım, yine bütün hatanın bana yüklenmiş olmasına mı, yoksa büyük emeklerle kurduğum düzenimin düzenden sayılmamasına mı?
İtiraf ediyorum, önce sinirlendim.
Bunun bana yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm.
Ama sakinleştikçe başka bir açıdan görmeye başladım her şeyi ve bana hem bugün hem de geçmişte bu tip eleştirileri yönelten insanların hayatlarını düşündüm.



Güvenli alanlarından hiç çıkmadan, hiçbir tercih
yapmadan, risk almadan, razı olunan, yaşandığı zannedilen hayatlardan büyük hayat dersleri çıkarılacak yorumlardı bunlar gerçekten!
Peki onlar beni oturdukları yerden başarısız buluyorlardı da, neydi sahi bu başarı?
Elbette bu devirde ilişki yürütebilmek bir başarı sayılabilir.
Ama, böyle bir başarı varsa, bu başarı her iki tarafa da ait değil midir? Neden bir ilişki devam ettiğinde kadının başarısı ya da etmediğinde kadının başarısızlığıdır?
Ayrıca ben bu dünyaya bir erkeği mutlu etmek için mi geldim?
Hayat amacım bu mudur benim?
Sahip olduğum yetenekler bana bunun için mi verildiler?
Yani şimdi eğer uzun süreli bir ilişki kuramazsam, yaptığım bunca şey çöpe mi gider?
Peki başarıyı ben nasıl tanımlıyorum?
Kendimi gerçekten başarılı hissediyor muyum?
Yeteneklerimi keşfetmek, onları kullanabilmeyi öğrenmek, sevdiğim işi yapabilmek, tüm zorluklara rağmen pes etmemek...
Evet bunlar başarı ama, neden kesmiyor beni?
Ben bana verilen bu yetenekleri kullanarak birilerine iyi gelebiliyor muyum? Tek bir insan bile olsa, benden ilham alabiliyor mu? Benim yaşama katkım oluyor mu? Bir fark yaratabiliyor muyum? Ah keşke emin olabilsem...
Ve kafamda bu sorularla geçirdiğim birkaç günün ardından, mesaj kutuma 23 yaşında bir genç kızdan şu mesaj düşüyor ve ben gözümden akan yaşlarla okuyorum:
"Zeynep Hanım, Sizi şans eseri Zaman Olur şarkınızla keşfettim ve Instagram hesabınızdaki paylaşımlarınızdan da etkilendim. Her yazınızı büyük bir dikkat ve zevkle okudum. Çok çok teşekkür ediyorum.
23 yaşındayım ama bugün ikinci bir doğum günü yarattım kendime, hem yapmak istediklerimden hem de detaylıca kariyerimden. Bunda sizin ilhamınız çok büyük.
Bugünü not alıyorum. Hiç unutmamak, daima yeniden doğmak ile özdeşleştirdiğim bir gün bu...
İyi ki varsınız..."
.......
Müzik önerisi: "Zaman Olur / Zeynep Özyılmazel"

***


TEBESSÜM
Arka koltukta oturan Küçük Temel, öndeki babasına seslendi.. - Baba, camı açamıyorum!. - Açamazsın.. Çünkü çocuk kilidi var. - Peki benim çocuk olduğumu nerden biliyor?.

***


SEVDİĞİM LAFLAR
Mutluluk en karanlık zamanlarda bile bulunabilir. Birisi elektrik düğmesine dokunmayı hatırlarsa.. Albus Dumbledore (J.K. Rowling'in Harry Potter serisindeki kurgusal kahraman.)

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA