Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HİLAL KAPLAN

“Üst akıl kolaycılığı”ymış!

Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ), merkezi Panama'da bulunan offshore hukuk ve danışmanlık şirketi Mossack Fonseca'nın 40 yıllık belge arşivine ulaştı.
Belgeler, ilk Alman Süddeutsche Zeitung gazetesine ulaştırıldı. Alman gazetesi de, 11.5 milyon belgelik bu arşivi, Washington merkezli olan ve dünya çapında yüzlerce gazeteci ve kurumla birlikte çalışan ICIJ ile paylaştı.
Off-shore finans şirketinin belgelerinin sızması ile ülkelerinden vergi ve para kaçıranların listesinin ortaya döküldüğü söyleniyor. Buna ek olarak Esed rejimine kendi halkını bombalaması için yakıt tedarik eden şirketlerin ifşa olması gibi önemli veriler de duyurulmuş oldu. Türkiyeli herhangi bir siyasî liderin ya da hükümet yetkilisinin isminin listede de olmaması ise Erdoğan karşıtı cepheyi yine yasa sürükledi.
Peki, Wikileaks'le başlayan, NSAleaks'le devam eden ve Panamaleaks ile zirveye taşınan bu büyük çaplı sızıntılara dair soru işaretlerimizin olmaması mümkün mü? Bazılarına göre olmamalı. Mesela belgelerin bir Alman gazetesine geldiğine, neden Washington merkezli bir STK ile işbirliğine gidildiğine, Washington merkezli bu STK'nın fonlayıcılarından birinin Rockefeller Aile Fonu, bir diğerinin George Soros'un kurucusu olduğu Açık Toplum Vakıfları olmasına değinmeye hiç gerek yok.
Sızdıran kişinin niyetlerinden bağımsız olarak, sızıntının bu 'ellere' düşmesi, belli bir filtreleme sisteminden geçirilerek bazı bilgilerin seçici muhabirlikle (selective reporting) dolaşıma sokulacağının göstergesi olarak okunmamalı mı? İngiliz Guardian'ın, belgelere göre babası yıllardır vergi kaçakçılığı yapan David Cameron'ı değil de, yakın arkadaşının vergi kaçakçılığı yaptığını manşete taşıması manidar değil mi?
Neyse bu 'üst akıl' kolaycılığına hiç girmeyip, zor olanı seçelim ve bu belgelerin tamamen siyasî angajmanlardan bağımsız biçimde, siyaseti ve toplumu arındırmaya yönelik steril ve hayırsever bir kamu hizmeti olduğunu düşünelim. Bakın hiç kolaycı olmadı değil mi?

Tekbir, Cenaze Marşı'na karşı

Protokol cenazelerinde, Frederic Chopin'in Opus 35, iki numaralı Sibemol Minör Piyano Sonatı'nın üçüncü bölümü olan ve George Sand'in adını 'Cenaze Marşı' olarak koyduğu kısım çalınır. 1932'de başladığı söylenen ama geleneklerimize ve kültürümüze tamamen yabancı olan bu uygulamaya geçtiğimiz günlerde tüyler ürperten bir itiraz gerçekleşti.
Şehit özel harekât polisinin naaşı memleketine gönderilmek üzere 6 kişinin omzunda uçağa taşınırken, protokol gereği cenaze marşı çalmaktaydı. Şehidin vazife arkadaşları, anlaşılan bu muameleden rahatsız olup, tabutun yanına koştular ve birden 30 kişinin omuzladığı tabut taşınırken, diğer yandan tekbir sesleriyle de orkestranın çaldığı cenaze marşını susturdular. Şehit, tekbirlerle memleketine uğurlandı. İşte o spontane gelişen on saniyenin kendisi bize dair çok şey anlatmaktadır.
Kendini Atatürkçü olarak tanımlayan Uğur Mumcu, bu yabancılaşmayı Türk vatandaşını tarif ettiği şu sözleriyle bence en berrak biçimde ortaya koymuştu: "Türk vatandaşı, İsviçre Medeni Kanunu'na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası'na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemesi Kanunu'na göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku'na göre idare edilen ve İslâm Hukuku'na göre gömülen kişidir."
Kendi kendini kültürel sömürge haline getirme arzusuna karşı, halk kitleleri her zaman değişik biçimlerde tepki göstermiştir. Son dönemi farklı kılan, bunun artık daha sık ve daha cesur biçimlerde karşımıza çıkıyor olmasıdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA