'Hep aynı film'i çeken veya ortaya çok bariz bir karakter koyan yönetmenle ilişkiniz, ister istemez kişisel oluyor. Zorla güzellik olmayacağından, "İlişkimiz bir yere gitmiyor," noktasında, yolları ayırmak gerekebiliyor. Hasbelkader yeni bir filmini izleyince de, tatsız bir akraba toplantısında çay tazeletir gibi oluyorsunuz. Theo Angelopoulos'un yeni filmi
Zamanın Tozu'nu izliyor da olabilirsiniz. Sıkıntıya kapılıp kapılmamak, yönetmenin takıntılarıyla 'gönül bağı'nıza kalmış. Sislerin içinde yavaşça beliren kırk yıllık aşk, sürgün, geçmişiyle hesaplaşan sanatçı ve tüm bunların yakın politik tarihin içinden bir 'hayalet film şeridi' gibi geçişi... Seyir esnasında dördüncü çayınızı içiyor gibiyseniz, Angelopoulos hayranı sayılmazsınız. Hele de atıl kalmış Lenin heykeli ya da benzeri imgelerle gelen mana paketini tekrar tekrar idrak etmenin giderek yararsızlaştığına, en azından sinemasal etkisini yitirdiğine inanıyorsanız.
ZAMANI DURDURMA GİRİŞİMİ
Kahramanlarını en çok geçmişin yenilgileriyle tanımlayan Angelopoulos, bunun acı biçimde kuşaktan kuşağa aktarılışıyla da yakinen ilgilenmiş bir sinemacı. Ama
Zamanın Tozu'ndaki ailenin en küçük ferdi olan Eleni'ye biraz fazla yüklenmiş. Eleni'nin odasını boydan boya kaplayan posterlerin başrollerinde Che, Frank Zappa ve Lou Reed var. Yıl 1999, 10 yaşlarında bir kız çocuğu. Ortada Kurt Cobain bile yok (Varsa bile yan rolde). Eleni'yi birebir eski kuşakların yenilgisine mahkum etmek, 'zamanın tozu'nu göstermekten ziyade zamanı durdurma girişimine benziyor. Aslında çoğu 'auteur' yönetmenin yaratıcılık dünyasında, zaman bir noktada durmuş gibidir; sinemasal, felsefi ya da sosyolojik takıntılar, kendi evreni içinde tekrar edip durur. Ne kadar farklı hikayelere yansıtılsalar da, aşağı yukarı aynı hissiyata ulaşırlar. Tabii mühim olan, bunun estetik anlamda ne kadar genişletilebilir, ne kadar esnek olduğu. David Lynch der demez herkesin aklına 'rüyaların dili' geliyor.
'İLERLEYELİM BEYLER'
Her filminde bir cüce / bir palyaçolu rüya sahnesi olsa, herhalde seyirci olarak bu 'filmsel kısır döngü'nün içinden çıkma isteği kaçınılmaz olurdu. Ya da David Cronenberg'in bedensel takıntıları, eski klasiklerindeki gibi her filminde doğrudan 'teknoloji'yle çakışsa, "İlerleyelim beyler" demek isteyebilirdik. Yine de bir yönetmenden (ve tekrarlarından) ne kadar süre medet umacağınız, son kertede, 'gönül işi'. Gerçek şu ki, Angelopoulos'la bağımız her zaman biraz zayıftı. Bir festival gösterimi çıkışında, densiz liseliler olarak
Leyleğin Geciken Adımı'ndaki bir sahneyi makaraya alışımızı duyan bir eleştirmen, ertesi gün yazısıyla bizleri azarlamış ve sanat sinemasının geleceğinden endişe etmişti.
Zamanın Tozu hakkında onca 'ileri geri' konuştuktan sonra, bu kez Jean-Luc Godard'ın yakın politik tarihte gezindiği yeni filmi
Sosyalizm'in fragmanını izledim. Yine o sade 'Godard filmi' font'uyla, bildiri keskinliğiyle karşımıza çıkan yazılar. Yine kamera karşısında kitap okuyan veya beyanatlarıyla 'entelektüel dehlizler'de gezinen bir dolu insan (Kitap okuyan kızın arkasındaki benzinliğe beyaz bir eşek bağlı). 'Yine mi? demeye lüzüm kalmadan, beklenmedik imgelerle birbirlerine bağlandıklarını görüyorsunuz. Üstelik tüm o entelektüel ciddiyetin arasında, Müslüman kadının kendisine Fransızca (muhtemelen) aydınlanma dersi vermeye kalkan yaşlı beyefendiye "Yallah!" deyip sırtını dönmesi gibi 'Godardvari' çıkışlar, hala yeterince komik biçimde kışkırtıcı görünüyor. Sosyalizm, rivayete göre, son filmi. Yine 'aynı Godard'la karşılaşacağımız için memnunum. Filmlerini nicedir Avrupa'da çeken Woody Allen, yakında gösterime girecek
Whatever Works'le birlikte 'hep aynı film'inin mekanı New York'a geri döndüğü için de. 'Hep aynı filmcilik' bazen hayranlık, bazen de bıkkınlık sebebi. Tabii bıktığınız noktada dahi, akrabalık baki kalıyor. Herhalde Theo Amca'yla da birkaç film arayla, bayramlarda görüşmeyi sürdüreceğiz.