KEMİKLER VE HER ŞEY/BONES AND ALL
Camille DeAngelis'in romanından İtalyan yönetmen Luca Guadagnino'nun uyarladığı Kemikler ve Her Şey, anlam ve algı dünyamızın tek boyuta indirilmeye çalışıldığı günümüz dünyası için ilk planda aykırı gelebilecek bir fikir üzerinden ilerleyen bir film... Bu anlamda da radikal görülebilir. Ama insanlığın anlatı geleneğinin katmanlı boyutundan ve sinema tarihi içinden bakılırsa çok da aykırı yanları yok zannımca... Film en başta genç lise öğrencisiyle Maren (Taylor Russell) ile tanıştırıyor bizi. Arkadaş bulmakta zorlanan bu genç kız, yakın bir arkadaşının davetiyle onun evine gidiyor. Konuşurlarken de arkadaşının parmağını ısırıyor. Anlıyoruz ki Maren da alışılageldiğimizin dışında bir durum var. Bir nevi vampir ve zombiler gibi kan ve ete karşı büyük bir arzu duyuyor. Babasının ona bıraktığı kasetten de Maren'ın varoluşunda bir tuhaflık olduğunu öğreniyoruz. Hiç tanımadığı annesini bulma yolculuğunda kendi gibi 'et özlemi çeken'lerle tanışıp aslında toplumda yalnız olmadığını anlıyor Maren. Önce kendisinden epey büyük Sully (Mark Rylance) ile tanışıyor. Ondan kendi gibilerin nasıl yaşayabildiğini öğreniyor. Tanıştığı insanlardan biri de Lee (Timothée Chalamet). O da Maren gibi. Ve bu iki gencin birbirlerine aşık olmalarıyla biz de toplum dışına itilmiş iki gencin aşk hikayesinin ortasında buluyoruz kendimizi.
Beni Adınla Çağır'da yöneten İtalyan Luca Guadagnino sofistike, ezber bozan ama dingin filmler çekmeyi bilen bir sinemacı. Kemikler ve Her Şey'de de tarzını muhafaza ediyor yönetmen. Aşk temasına bir anlamda 'ötekilerin' cephesinden bakıyor. Lakin bunu yaparken sinema ve edebiyatın vampir ve zombi külliyatınından faydalanıyor. O külliyattan aşina olduğumuz davranışları gerçekçi bir dünyanın içine yerleştirip hani Tomas Alfredson'un Gir Kanıma filminde yaptığı açılımın devamını getiriyor.
Farklı olmanın getirdiği yükler, normallerin dünyasında anormal olmanın getirdiği seçeneksizlik, anne ve babalarımız bize bıraktığı yükler, aşk uğruna insanın kendi varoluşuna direnmesi gibi meseleler üzerine gidiyor Luca Guadagnino filminde. Bunu yaparken de yer yer sert sahnelerle, ki bazıları rahatsız edici gelebilir seyirciye, ezber bozmaya çalışıyor. Bu ezber bozmanın anlatıda bir karşılığı var. Muhtemelen yönetmen 'ötekileştirilen'lerin dünyasıyla bir empati kurmak için bunun bir gereklilik olduğu düşüncesiyle hareket ediyor. Ki bu yaklaşımı da filmde işliyor.
Venedik Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü alan yapımda, Taylor Russell, Timothée Chalamet iyi ama zannımca biraz da geç keşfedilen Mark Rylance çok iyi bir performans sergiliyor. Yönetmenin filmografisi içinde film içinse şu söylenebilir: Beni Adınla Çağır'dan bir tık geride.
Crowe'dan poker dersleri!
TEHLİKELİ OYUN/POKER FACE
Son Umut filmiyle yönetmenliğe başlayan usta aktör Russell Crove, ikinci uzun metraj filmi Tehlikeli Oyun'da bizi ölmek üzere olan bir adamın son oyununa davet ediyor! Poker ustası ve büyük servet sahibi Jake Foley (Russell Crove) kadim arkadaşlarını son bir oyun için evine çağırıyor. Amacı onların kendi hayatlarıyla yüzleşmelerini sağlamak. Fakat tam da oyun günü küçükken tanıdığı açgözlü başka bir arkadaşı onun evini soymaya geliyor.
İyi çekilmiş bir film olmasına rağmen senaryodaki odaklanamama hali filmin elini zayıflatıyor. Russell Crowe'un, anladığımız kadarıyla, amacı pokerin fena halde hayata benzemesi fikrini bize geçirmek istemesi. Lakin film tam neye odaklandığını bilemediği için bu pokerhayat benzeşmesi didaktikleşiyor. Sonuç olarak Crowe yönetmen olarak yoluna devam edecekse profesyonel senaristlerle çalışmalı. Son Umut ve Tehlikeli Oyunlar düşünüldüğünde bunu söyleyebiliriz.