Seçimlerden her iki Türkiye vatandaşından birinin oyunu alarak büyük bir zaferle çıkan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önümüzdeki yıllarda reisicumhur olacak mı, onu zaman gösterecek. Ama şimdiden Erdoğan’ın ‘yeni Türkiye’nin lideri’, ‘yeni Cumhuriyet’in reisi’ olduğu söylenebilir Bir milenyum süreceği söylenen 28 Şubat’ın birinci yılının son günlerinde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Siirt’te bir kürsüye çıkmış, kalabalığın önünde şiir okuyor: “Minareler süngü/Kubbeler miğfer/Camiler kışlamız/Müminler asker...” Şiir, Türk düşünürü Ziya Gökalp’in. Fiyasko laflar tarihine geçen “28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek,” sözünün sahibi ise bir Türk düşünürü değil, yeni binyılın ilk Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu. Tarih, Karl Marx gibi kehanetten hoşlanan büyük filozofların bile söylemekten imtina edeceği cinsten bu sözün intikamını çabuk aldı. 28 Şubat’ta ana rahmine düşen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yeni bin yılın ilk yılında doğdu, ikinci yılında da iktidar oldu. Partisi iktidara geldiğinde siyasi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan da mahkûmiyetine sebebiyet veren şiiri okuduğu Siirt’ten milletvekili seçildi ve 15 Mart 2003’te başbakanlık koltuğuna oturdu. Oysa Hürriyet Gazetesi, 1998’de 10 aylık mahkûmiyet kararından sonra “Artık muhtar bile olamaz” diye manşet atmıştı. Bu manşetin mucidi, Türkiye’nin, demiryolu kenarındaki bir mahallede doğmuş tek ‘Beyaz Türk’ü olan Ertuğrul Özkök’tü. MENDERES VE ÖZAL’DAN FARKLI Baba Ahmet Erdoğan, sıkı bir Menderes hayranıydı. Erdoğan henüz iki aylık bebekken, ‘siyasi atası’ Başvekil Menderes’in partisi Demokrat Parti, rekor bir oy oranı ile (yüzde 57,6) iktidara gelmişti. Menderes-Özal çizgisinin günümüzdeki temsilcisi olarak kabul edilen Erdoğan, sınıfsal kökeni itibariyle öncüllerinden çok farklıydı. Menderes, toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu olarak doğmuş ve kolejlerde okumuştu. Özal, memur bir babadan olma, öğretmen bir anneden doğmaydı ve memlekete epey siyasetçi yetiştiren Devlet Planlama Teşkilatı’ndan (DPT) başlayarak devletin rahle-i tedrisinden geçmiş bir bürokrattı. Erdoğan ise milletin ‘öteki’ sayılmış kesimlerinden, ‘çevre’den geliyordu ve çevrenin, âdeta hilal taktiğiyle merkezi kuşatıp, fethettiği yere yerleştiği bir ekonomik, sosyolojik ve politik savaşın öncüsü oldu. Yoksul bir ailede büyüyen Erdoğan’ın babası Ahmet Bey, deniz hatlarında kıyı kaptanı olarak çalışırdı ve muhitinde ‘Reis Kaptan’ namıyla bilinirdi. (Erdoğan da siyasete girdikten sonra yakın çevresinde ‘Reis’ diye anılacaktır.) İKTİDARA ÖTEDEN BERİ HAZIRDI Erdoğan, 1977 yılında tanıştığı Emine Gülbaran ile 4 Temmuz 1978’de evlendi. O yıllarda henüz muhtemel bir nüfus azalması tehdidi olmadığı için, “Allah nasip ederse çiftlerden en az üç çocuk bekliyoruz,” diyen bir başbakan yoktu. Ama Erdoğan yıllar sonra kendisinin tavsiyesine dönüşecek olan söze uydu ve dört evlat sahibi oldu: Ahmet Burak, Necmettin Bilal, Esra ve Sümeyye Erdoğan. Recep Tayyip Erdoğan, 1983 yılında girdiği Refah Partisi’nde (RP) Beyoğlu İlçe ve İstanbul İl Başkanlığı gibi önemli görevlerde bulundu. 1994’te İlhan Kesici’yi bir puan geride bırakarak yüzde 25,5 oyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Yerel yönetimlerde iktidarı ele geçirmek, ‘çevre’yi temsil eden RP’yi güçlendirdi. 1990’lı yıllar, bu anlamda 28 Şubat’tan sonra Milli Görüş gömleğini çıkarıp merkez sağı biraz muhafazakârlaştırarak merkeze oturacak olan AK Parti’nin siyasi babalarının ‘iktidar tatbikatı’ydı. Ayrıca yerel yönetimleri kullanarak elde edilen ekonomik kalkınma, ulusal iktidara sıçrayışın da payandası oldu. Ancak bu arada RP, 28 Şubat’ın yarattığı siyasal etkiyle ikiye bölünme sinyalleri de vermeye başlamıştı. Bu süreçte ne ordu/bürokrasi/medya ve diğer iktidar sahipleri ne de bazı Milli Görüşçüler Türkiye muhafazakârlığının AK Parti üzerinden nasıl kabuk değiştirip merkeze oturduğunu kavrayamadı. Milli Görüş’ün gelenekçileri, Erdoğan’ı hareketi bölmekle, Kemalistler ise takiye yapmakla suçladı. TÜRKİYE’Yİ PATRON GİBİ YÖNETİYOR Erdoğan geçtiğimiz hafta, 12 Haziran’da Türkiye’yi bir dört yıl daha yönetmek için milletten vize aldı. Ve üçüncü kez -son dokuz yılda sürekli büyüyen, holdingleşen bir şirketi andıran- Türkiye’nin patronu, CEO’su oldu. Toplumun geniş bir kesimi Erdoğan’ın kökleşmiş bazı sorunları çözebileceğine inanıyor. Peki, bu güçlü inanışın sebebi ne. Bu konuda AK Parti’nin dayandığı sosyoekonomik zemin ve orta sınıf analizleri bir yere kadar geçerli. Zira oyların çoğu, Erdoğan’ın kişisel karizmasına veriliyor. Bunun karşılığında orta sınıf güçleniyor evet ama AK Parti’nin başarısını Weberian sınıf analizlerinden ziyade Erdoğan’ın kişisel özellikleriyle açıklamak daha yerinde olur. SİSTEMİ YETENEKLERİYLE EZENLER... Genelde AK Parti karşıtlarınca sorulan “Erdoğan, iktidardayken neden halen mağduriyete yaslanıyor?” sorusunun cevabına gelince... Sistem, ‘çevre’den merkeze yönelen güçlü siyasi şahsiyetleri, sanatçıları, popüler simaları kabullenmekte zorlanıyor. Bu yüzden Yılmaz Güney Altın Palmiye’yi, Fatih Terim UEFA kupasını havaya kaldırdığında ve Orhan Gencebay halkın belirli bir kesiminin gönlünde taht kurduğunda dahi sistem tarafından kabul edilmediler. Sistem, onların başarılarını konuşmak, bunlarla övünmek bir yana ülkeye katkılarını veya varsa yanlışlıklarını bile tartışmaya tenezzül etmedi. Bu yüzden sistem tarafından bir kez daha mağdur edildiklerine inanan bu güçlü şahsiyetler, Nurdan Gürbilek’in ‘Mağdurun Dili’ dediği şeyi ustaca kullanmaya devam ettiler. Böylece şölenin dışında bırakılmışlığın haklı öfkesiyle sistem tarafından dışlanmanın acısını, tıpkı Dostoyevski, Cemil Meriç, Oğuz Atay ve Necip Fazıl gibi görkemli bir üslup yaratarak çıkardılar. Sistemi, yetenekleriyle ezdiler. Özgüveni yüksek bir lider olan Erdoğan da imam hatip yıllarından bu yana ötekileştirilmiş olmayı, gerektiğinde ‘mağduriyet’e tahvil ediyor ve onca icraatına ve siyasi yeteneğine rağmen halen kendisini kabullenemeyenlere ders veriyor. Erdoğan en çok da böyle zamanlarda toplumun ortak bilinçdışındaki arketipsel sembole, ‘güçlü baba’ya karşılık geliyor. Erdoğan’ın siyaset sahnesine çıkışı da, ona oy veren kitlenin büyük bölümü için geçmişte elde olmayan bir sebeple tarih sahnesinden çekilmiş eski bir atanın geri dönüşünü simgeliyor. Erdoğan’ın öncülüğünü yaptığı muhafazakâr demokratlar, dünyayı hem bir imtihan hem de eser bırakma yeri olarak görüyorlar. Tayyip Erdoğan da siyaseti, hitabeti, icraatçılığı bir sanat olarak kabul ediyor, icraatlarına da eser muamelesi yapılmasını istiyor. Bu muameleyi görmeyince sanatçılar gibi kızıyor ve tekrar ‘mağdurun dili’ne dönüyor. Elitlerdeki bu hazımsızlık sürdükçe Erdoğan, Köşk’e çıksa da Cumhuriyet’in reisi olsa da, hatta sistemde köklü değişiklik yaptıktan sonra Türkiye’nin ilk başkanı olarak tarihe geçse de ‘mağdurun dili’ni kullanmaya ve o damardan kuvvet almaya devam edecektir. Ve rakipleri, sevmeyenleri bu gerçeği görmediği sürece halkın zihnindeki Erdoğan imgesi giderek daha da büyüyecektir. Gençliğinden beri hedefleri büyüktü Aynı yıl İstanbul İmam Hatip Lisesi’ne girdi. Erdoğan istese iyi bir imam olabilirdi. Ama daha büyük hedefleri vardı. Ülkeyi dönüştürmek, güçlendirmek ve muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak gibi mütevazı sayılmayacak ideallere sahipti. İdeallerini gerçekleştirmenin tek yolunun siyaset olduğunu da biliyordu. Bu yüzden üniversite okumak istedi ve fark dersleri sınavlarını vererek imamhatibin yanı sıra düz liseden de (Eyüp Lisesi) diploma aldı. Daha sonra Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Erdoğan’ın ilk gençlik dönemlerinde futbola da ilgisi vardı. 1969 yılından itibaren Camialtı, İETT, Erokspor gibi kulüplerde amatör futbolcu olarak top koşturdu. Bütün partileri değiştirdi AB ile ilişkiler pek iyi gitmeyince Türkiye, dış politik vizyonunu kısmen değiştirdi, yüzünü Doğu’ya da döndü. Ve kısa sürede bölgesinde model ülke olarak anılmaya başlandı. AK Parti’nin iktidarında askerin, siyaset kurumu üzerindeki vesayeti büyük ölçüde kalktı. Sağlık ve yargı reformları gerçekleştirildi. Türk Lirası’ndan altı sıfır atıldı. Son dokuz yılda Türkiye’nin kalkınma lokomotifi inşaat sektörü oldu. Konut, okul, hastane, yol ve baraj inşaatları yapıldı. Türk ekonomisi dünyanın en büyük 17. ekonomisi oldu. AK Parti 9 yılda kendini ve Türkiye’yi dönüştürürken diğer partileri de değiştirdi. CHP, lider yeniledi. Hatta seçimden sonra ‘içimizdeki İrlandalılar’ söylemiyle ikinci bir lider arayışına bile girdiler. MHP, lider değişimini önümüzdeki günlerde tartışacağa benziyor. AK Parti’nin siyasi öncülüğü sayesinde Kürt siyaseti de kendini geliştirdi. Terör örgütü PKK’nın gücü azaldı, ama BDP’nin siyasal gücü arttı. SUBAY HATİBE YENİLDİ Erdoğan’ın, hitabet konusunda, askeri birliklerde erleri bir araya toplayarak onlara memleket meselelerini anlatan ‘hatip subay’lardan çok daha yetenekli olduğu aşikâr. Şerif Mardin, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin yapıtaşı olan tahakkümcü modernleşmenin görece başarısızlığını anlatırken “Öğretmen imama yenildi,” demişti. Bu sözü “Subay hatibe yenildi,” diye yeniden yorumlamak mümkün. Bunu şöyle açabiliriz: Subay kadronun fikri, ‘Cumhuriyet şöleni’nden ısrarla ve inatla uzak tutulan ‘çevre’nin ‘sosyal, politik ve ekonomik cihat’ söylemine yenildi. Fakat bu, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin ve modernleşmenin yenildiği anlamına gelmiyor. Aksine Erdoğan, Türkiye’nin İslam ülkelerine de model olmasını sağlayan büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün modernleşme projesini devam ettiren lider olduğu için onun mirasçısı. Ancak bu başarıyı sürekli kılabilmek için ustalık döneminde ekonomik kalkınmayı daha geniş bir tabana yaymak ve sosyal yapıyı dönüştürerek kök salmak gerekiyor.