"Dixi et salvavi animam meam" diyor Sabahattin Ali notlarının bir köşesinde. Latince'den karşılığı: "Konuştum ve ruhumu kurtardım." Yazdıkları yüzünden başına sürekli iş açılmış biri için, ironik bir aforizma gibi gelebilir bazılarımıza bu yaklaşım; ancak kelamı, kaleme dökülürken, hiç ölmemişçesine aramızda bir yerlerde olması, ruhunun özgürlüğünden kaynaklanıyor olmalı. Sabahattin Ali şiirleri ve hikâyeleri arasında, yazmış olmaktan utanacağı kadar kötülerinin olduğunu söylemekle kalmıyor, burnundan kıl aldırmayan söz sahipleri için de iki acibe hediye ediyor. "...bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlikle suçlamaktan tereddüt etmem" diyen Ali, bir de üstüne, iyiyi kötüden ayırt edebilme külfetini okuyucuya bıraktığı için özür diliyor. Hem de kendisine göre, bir kitabın okunurluğunun ancak 'çok okumakla' ayırt edilebilir olmasına rağmen. İyi bir okuyucu için bu bir külfet olmamalıdır oysa ve Sabahattin Ali de bu anlamda birçok okuyucu yetiştirmiştir. Sabahattin Ali'deki bu alçak gönüllülük, bir nevi içindeki arayışın da bir parçasıydı belki. En nihayetinde güzel olana varmaya çalışırken, yolumuza çıkan çakıl taşlarıyla dans etmeyen kaç kişi vardır? Zannediyorum ki Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi'nde de, kahramanını konuştururken aslında ona kendisini giydirmiştir, "Her eserime kalbimin veya dimağımın bir parçasını koyuyordum. Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş şekliydi. Hâlbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum." Dâhil olduğu her ortama kendisini 'katmayı' başaran, konuşmaları ve muhakeme yeteneğiyle de girdiği tartışmalardan genellikle zaferle çıkan yazarın bu lafazanlığı, son derece üstün zekâsı, güzel konuşma yeteneği ve kuvvetli hafızasını çocukları arasında pay ederken, Ali'ye biraz daha müsamahakar davranan annesi Hüsniye Hanım'dan geliyor olabilir.
İNSAN, KİTAP OKUYA OKUYA YAZAR TANIR
Büyük yazar için sanat, bir propagandaydı ve asla maksatsız olamazdı; çünkü insana insanı, hayatı ve bunların manasını öğretmekle görevliydi. "Sakın yazarı gözünüzde tanrılaştırmayın" demesinin altında yine bir okuyucu yetiştirme çabasını anlayabiliriz; çünkü öğretmenlik yaptığı bir dönemde evine misafir olarak gelen öğrencisinin kendisinden 'tanınmış bir yazar'a ait kitap istemesi üzerine "Tanınmış yazar arama; insan, kitap okuya okuya yazar tanır" demesi bundandır. Bu arada hangi evine mi? İçinde, gittikçe yere doğru inip, yerde biten tavanı ve yan duvarlarına sevdiği dünya yazarlarının resimlerini yapıştırdığı, yerde dikine ve yan yana duran, tozlarını aldığı kitaplarının olduğu evine. Bir adam boyundan kısa, küçük bir sandık odasının olduğu evine... Çok sevdiği Goethe, Shakespeare ve Şolohov'un duvarlarında boy gösterdiğini düşünüyorum birden. Mesela Goethe birden konuşmaya başlıyor, "İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı, ancak baba olduğu zaman duyar" diyor ve belki o an 19 yaşında kaybettiği babası için de şu mısraları tasarlıyor Ali: "Ah baba! Daha düne/kadar senin göğsüne/saklıyordum başımı." Çevirisini yaptığı kitaplarda bir sözcüğün Türkçedeki karşılığını kullanabilmek için büyük bir titizlikle çalışırken Yüzbaşı'nın Kızı'nda sarf ettiği enerjiyle Puşkin'le de dertleşiyordu belki. Peki siz, Sezen Aksu "Hissedince sana vurulduğumu/anladım ne kadar yorulduğumu/sakinleştiğimi, durulduğumu/denize dökülen bir pınar gibi" diye mırıldanırken bir işe yoğunlaşabilir misiniz? Yani Sabahattin Ali'nin Çocuklar Gibi'sini Minik Serçe'den dinlerken? Mesela Sabahattin Ali oturma odasında o güzelim eserlerini yazarken, radyonun çalmasından rahatsız olmuyor, yazdıklarının kendisindeki tesiri, kalabalık ve gürültülü yerlerden daha baskın çıkıyordu. Bırakın yazdıkları bitince başkalarıyla paylaşıp dinleyende bıraktığı etkiyi gözlemeyi sevmeyi, uzun uzun yürürken yanındaki kişiye 'yazmayı tasarladıklarını' anlatmaya bile bayılırdı. Yazarken, gündelik hayatın akışından da kopmuyordu Ali. Belgrad Ormanları'nda ata binerken kol bileğini çatlattığı halde, günlerce çadırdan çıkmayarak bir yandan çatlamış bileğini sıcak suya daldırıp, bir yandan da Kürk Mantolu Madonna'sını yazmaya çalışmasından anlıyoruz bunu.
Cansız bedeni bir ormanda bulundu. Ancak o orman, Bir Orman Hikâyesi'ndeki, sabahtan beri ancak mırıltıları duyulabilen ağaçların artık konuştuğu, bağırdığı, sallanarak ellerini birbirlerine uzattığı o orman değildi
BEN BİR KAFA TAŞIYORUM!
Sabahattin Ali'nin kitaplarından dolayı çok canı yandı. Biz, fikirlerin ancak lisana inkılap ettikleri zaman fikir olduklarını, lisansız fikrin tasavvur edilemeyeceğini biliyoruz aslında Sabahattin abi. Sen bir kafa taşıyordun ve bu kafa yalnızca karnını doyurmak, üstünü giymek, imkânlarını kullanacak bir makine, bir uşak değildi ve bir fikre sahip olmak cürüm değilse, ona lisan vermek de cürüm değildi. "Ben haksız olduğum zaman başımı eğmesini ve susmasını bilen, fakat haklı olduğum zaman alnı yukarda bağıran ve hakkını teslim etmeyenlere, her ne pahasına olursa olsun onu teslim ettirmek isteyen bir adamım" derken, adalet ile hakikatin tamamen tecelli etmesi için esaslı bir tahkikata muhtaç olduğunu biliyordun çünkü ve her defasında taze günlere kucak açıyordu umudun... Kuyucaklı Yusuf'un kalbini ve kaderini ifşa ettiğin gibi: "İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan, tek başına yüklenerek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti." Yazdıklarından ötürü sürekli olarak soruşturmaya, kovuşturmaya tabi olan, üstüne üstlük hüküm de giyen Sabahattin Ali, bir yandan da ajanlarca takibe alındığının farkına vararak onları her defasında şaşırtıyordu. Bu fişlemeden ötürü eşi Aliye Hanım'ın babasından ilkinde veto yiyen, sonra mektuplaşarak nişanlanan Sabahattin... Ya Sabahattin Ali, Theodor'dan daha uyanıktı, ya da Luka, Ali'yi takip eden polisten daha zeki. Yani Yugoslavya'nın siyasi gerilim hattında yazar Theo'nun peşinden ayrılmayan polis Luka ile yıllar sonraki karşılaşmalarını konu alan ve izlemek için zor bilet bulunabilen Profesyonel... Sabahattin Ali yaşasaydı, bu oyuna bayılırdı! Kendisi Ankara Devlet Konservatuarı'nda diksiyon dersi verirken, yönetmen Carl Ebert'in boşluğundan yararlanarak yerinden kalkıp, öğrencilerle bizzat ilgileniyordu... Hızlı konuşup, kelimeleri yutmak yerine Türkçeyi doğru kullanarak kendinden bir oyuncu peyda eden Sabahattin... Bu çalkantılı hayatla birlikte Sabahattin Ali babasından kalma zeytinliği satıp kendisine bir kamyon alarak nakliyeye başladı. Yazılarından ötürü uğradığı para ve hapis cezaları tehdidi yüzünden, polisten sürekli gizlenmek zorunda kaldı. En sonunda bir kaçakçı şebekesiyle bağlantıya girerek Edirne'den Bulgaristan'a geçmek istedi; ancak onlar tarafından öldürüldü. Cesedi bir ormanda bulundu. Ancak o orman, Bir Orman Hikâyesi'ndeki, sabahtan beri ancak mırıltıları duyulabilen ağaçların artık konuştuğu, bağırdığı, sallanarak ellerini birbirlerine uzattığı o orman değildi ve arkamızda büyük bir şehir gerinerek uyandığında artık çok geçti.