Anadolu'da toprağı kazsan tarih fışkırıyor denilmesi boşuna değil. Onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz ne de olsa. Ama iş bu toprakların tarihini öğrenmeye gelince durum birden çetrefilleşiyor. Okullarda ziyadesiyle tarih öğretilmeye çalışılıyor. Hatta tarihimizin kimi dönemleri defalarca anlatılıyor. Ama son kertede tarihle ilişkimizi sağlıklı bir şekilde kuramıyoruz. "Geçmişini bilemeyen, geleceğini kuramaz" cümleleriyle başlayan sohbetler de "Tarihe bakışımızın sorunlu" tespitiyle sona eriyor? Peki sorun ya da sorunlar neler, neden tarihle sağlıklı bir ilişki kuramıyor ve tarihimizi doğru düzgün öğrenemiyoruz?
Tarihçi Y. Hakan Erdem vakti zamanında Tarih-Leng adlı kitabında biraz da iğneyi kendi meslektaşlarına batırarak tarihle olan ilişkimizi sorgulamıştı. İşte o kitap çıktıktan sonra Erdem tarihle olan problemli ilişkimizi anlatan bolca söyleşi vermişti. Kimi gazete kimi dergilerde yer alan bu söyleşilerde Erdem belki de herkesin bildiği ama pek de gündeme getirilmeyen şeyleri önümüze koyuyordu. Timaş Yayınları'ndan çıkan Sözden Kalanlar kitabı işte Erdem'in tarih üzerine verdiği bu söyleşilerden oluşuyor.
Sözden Kalanlar'ı bir çırpıda okuyunca tarihle ilişkimizin sorunlu olmasının biraz da kaçınılmaz olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü yazımından başlayarak öğretilmesine kadar az veya çok manipülasyona açık bir alan tarih. Paradigmaların, konjonktürün değişmesiyle tarihin de değişmesinin sebebi biraz da bu yüzden. Ama Hakan Erdem'in anlattıklarından şunu anlıyoruz ki tarihçi bilgiyle konuşan insan. Ve o bilgiler de belgelere dayanmak zorunda. Ama hem belgelerin hem de oradan elde edilen bilgilerin bağlamından kopartılmadan değerlendirilmesi gerekiyor. Ama çoğu zaman tam da tercih edilmeyenin bu olduğunu Erdem'in söylemlerinden çıkarıyoruz. Öyle ki bazen tarihi bir şahsiyetin bir sözü, bazen çok hayati bir bilgi ya da bir anı bile isteye manipüle edilerek, dönemin ruhuna uygun hale getirilerek 'doğruymuş' gibi gelecek kuşaklara aktarılıyor. Sonra dönem değişiyor ve doğru kabul edilenin aslında doğru olmadığı anlaşılıyor. Ama bu sırada olan bize oluyor ve bir noktada neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta zorlanıyoruz.
Bu karışıklıktaki sebep aslında tarihten beklentilerimiz galiba. Tarihe beklentilerimizi karşılayan bir alan olarak bakılıyor. Ki bu bakış da tarihe nesnel bakamamamızı sağlıyor. Beklentilerimiz ise tarihimizin gurur duyulacak başarılarla dolu olduğunun bize anlatılması. Tamam başarılar var ama başarısızlıklar da var. Ama biz o başarısızlıkları görmek istemiyoruz. Ya da tam tersi bir durum da söz konusu olabiliyor. Yani dengeyi bir türlü tutturamıyoruz. Erdem'in sıklıkla vurguladığı başka bir şey de ne yakın ne de uzak tarihimize bakarken 'bugünün' ya da değerlendirmenin yapıldığı dönemin normlarıyla olaylara bakma yanılgısı içerisinde olduğumuz. Ki son derece haklı bir tespit...
Peki çare nedir? Erdem bir reçete sunmuyor. Ama cümlelerinden bir reçete çıkartabiliriz. Öncelikle tarihçinin tüm bagajlarını bir kenara bırakarak tarih biliminin metotlarını kullanarak, meseleye nesnel yaklaşarak bilgi üretmesi. Bu bilgiyi de kendi döneminin şartları içerisinde değerlendirmesi. Dahası mı dahası da kitapta...
Takıntılı bir ilişkimiz var
"Tarihin araçsallaştırılması bizim için özellikle önemli. Anlatılan tarih hiç kimseyi kesmiyor, "Şanlı tarihimiz" yazanların kendileri de bundan mutlu değil. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, her ülkenin tarihi gibi bir tarih bu. Öyle hep iyi şeyler olmuş değil. Başka ülkelerde çok daha düzgün bir tarih eğitimi olduğu için orada bizdeki gibi bir arayış görünmüyor. Bizimse çok takıntılı bir ilişkimiz var tarihle. Bir ailenin çocuğu kazara tarih okumak istese, ailenin başına bir felaket gelmiş gibi davranılır. Böyle bir yalancı tavrımız var. Hem önem vermiyoruz, hem bu konuda takıntılıyız, hem de biri tarihinizde şu konuyla hiç ilgilenmiyorsunuz dediği zaman o sahtekâr tavrı unutup bize bunu hatırlatan adama babalanıyoruz."
Geçmişin kendisi değildir tarih
"Tarih, geçmişin anlatımlarının insan hafızasının çeşitli dolambaçlı yollarından süzülerek gelen yazılı bir şeklidir. Yani geçmişin kendisi değil; insan hafızasının işleme kurallarına tabi kalarak yazılı hale getirilmiş bir geçmiş yaklaşımı. Konusu geçmiştir ve geçmişi mümkün olduğu kadar yeniden yaratmaya çalışır. Tarih, sıkıntısı/ derdi geçmiş olan, geçmişi mümkün olduğunca, o dönemin koşulları içinde yeniden yaratan, kendine mahsus iç çalışma kuralları olan akademik bir disiplindir. Geçmişle-bugün arasında ve tarihçiyle-geçmiş arasında bir diyalogdur. Bugünün tarihçisi yakın dönemi anlatmıyorsa, kendisinin göz tanığı olduğu konuları anlatmıyorsa, herkes gibi yabancıdır o geçmişe. Ama bunu yeniden oluşturabilmek için belgelerini kullanır, vesikalarını kullanır, geçmişte tutulmuş kayıtlara bakar. Geçmişi bilme ve mümkün olduğunca yeniden yaratma çabasıdır ama geçmişin kendisi değildir tarih."