İnsanın ve hayatın çelişkileriyle dolu trajikomik bir roman: Umudun Göğe Yükselişi... Yazar Selahattin Yusuf, Kapı Yayınları'dan çıkan yeni romanıyla okurlarını selamlıyor. Yusuf ile romanı edebiyat üzerine bir söyleşi yaptık.
- Barthes der ya, bir romanı okuduktan sonra hiçbir şey önceki gibi olmamalı. Yazıldıktan sonra da öyle bence. Daha çok, konuşan bir roman var karşımızda. Üslubunu oturtmuş, akıp giden bir romanlayız evet. Peki, yazarın cesareti artıyor mu yaşamaya karşı, değişiyor mu yaşam?
- İtiraf ederim ki benim işim daha çok ölümle. Romanın bir yerinde hatırlarsanız; "Ölmüştü. Büyülenmişti yani.." gibi bir cümle var. Yine ölmüş insanın gözaklarının büyüyüp bakışlarının tamamı haline geldiği bir bölüm var. Ardına kadar açılmış ve gözaklarından ibaret kalmış -ölü?- gözlerin, içe ve dışa aynı anda baktığı o sahneyi yazarken içimin titrediğini hatırlıyorum. Elbette yazarken yaşadım bunu. Bana öyle geliyor ki büyünün içindeyiz yazarken. Gerçekliğin sınırlarını içeriye ve dışarıya doğru aynı anda aştığımız yegane andır büyü. Öte yandan, hayatın önümüze koyduğu en büyük sorun ölümdür. Ona, onu yok sayarak üstün gelmenin binlerce yolu var. Ama boş. Nafile. Ölümü yadsıyan hareket (eğlence, güç, statü, kibir, şehvet...vs) insanın ölüm hakkındaki şüphesini sindirir gibi görünür ve fakat sonunda şüphe daha büyük bir iştahla kendi varoluşuna kavuşur.
Eğlencenin sonunda suratların asılmasının başka bir nedeni yoktur. Dünyevi eğlenme süresi boyunca ölüm ve hayat insanı iki uçtan çekiştirir durur.
İnsan bunu basitçe şüphe olarak deneyimler. Sonunda eğlencenin kast ettiği şey (ölüm veya büyülenme) insana gerçekten verilmemiş olduğu için, yani geride (hayatta) kalmış olduğu için, yolu boşuna yürümüş -eğlenmiş- olur. Geride kalan ve dünyada olmak acısından başka bir şeye benzemeyen o tahrik olmuş bilinçle bu kez ne yapacağını bilemez. Evet suratı asılır gecenin sonunda. Ama tutku öyle değil. Keşişin tutkusu öyle değil. Tutkuyu romanın yüreğine o yüzden koydum. Ölümle koyun koyuna yaşattım. Çünkü tutku ve büyülenme ölümün sırdaşlarıdır.
Ölümle barışabilmek için elimizden gelen son büyük şey tutkudur ve büyülenmektir. Neredeyse "teknik" bir çözümleme yaptığımın farkındayım. Ama benim zihnimde işin gidişatı böyle. Seyit ölüm korkusunu, onunla sıra dışı bir ilişkiyle, neredeyse sarmaş dolaş biçimde yenmiş ve öteye geçmiş bir karakter. Yusuf ise ölümden ürküyor. İçi titriyor. Yusuf aslında Seyit'e aşkı "öğretirken" hayatın acınası bir acemisidir. Ölü gibi yaşayan Seyit bu yüzden hayatla, tutkuyla dopdoludur. Yusuf onun dümen suyunda çalkalanıyor. Dev bir geminin ardındaki suda çalkalanan küçük bir tekne gibi. Böylece, öğreten farkında olmadan acemi; öğrenen ise dalgınlıkla bilge. Yazara gelince. Yazar ilginç biçimde bir esrime halinde ifşa ediyor içindeki bu tutku hikayesini. Bu müthiş bir deneyim. Roman yazıldığı müddet içinde bana bunu yaşattı açıkçası. Ama bittiğinde işler öyle olmuyor.
SAFDİLLİK TAM BURADA LAZIM
- Surete aşık olma meselesi romanda Yusuf'un Ayten'in resmine kayıtsız kalamayışı Sevmek Zamanı'nı hatırlattı. Metin Erksan'dan önce Kürk Mantolu Madonna'da da böyle bir mevzu var. Raif'in Maria'nın portesine bakıp Berlin sokaklarını onun için arşınlaması, Halil'in Meral'in resmine bakıp ona aşık olması bütünsel anlatılar mı?
- Bahsettiğiniz eserler, ilginç biçimde, kastettikleri şeyi iddia olmaktan ileriye götüremezler. Bir çeşit, gerçekleştiremezler, demeliyim. Tuhaf bir ruhen yarım kalmışlık vardır ikisinde de. Yarı şaka – yarı ciddi bir şey söylememe izin verilirse; Bu eserlerde milli "pathos" sanki batıcı "ethos" tarafından emilmiştir.
Sonuç? Biçim olarak iyi durumdalar, ama içerik sinir bozucu biçimde zayıftır.
Özellikle "Sevmek Zamanı"nda. Bu elbette bizim ta Tanzimat edebiyatından beri büyük hikayemizin içine sızan çiğ ışıktan kaynaklanıyor. Onun sözümona aydınlattığı hiçbir yerde ot bitmedi. Bitmiyor ve bitmeyecek gibi görünüyor. Siz eğer iyi ve safdil bir izleyici iseniz, içiniz mutlak lekesizliğe istekliyse ve diyelim ki kilise klerjisine mesafe koyarak ilerlemiş bir Fransız şairinin şiirinin derinliklerine inebiliyorsanız, orada -safdillik tam bu noktada lazımşairin, İsa'nın göğe yükselişine bakarken nasıl içinin dolup taştığını fark edebilirsiniz.
Önemi yoktur inançsız olmasının. Bu büyüye nasıl doğallıkla yatkın olduğunu fark edersiniz.
Çocukluktan, mantıktan -çocuğun lego tahtalarıyla güle oynaya başını derde sokmuşluğundan- nasıl bir ciddiyetle uzaklaştığını görürsünüz.
Bizim edebiyatımız ve sinemamız -sanatın ilk ciddi eşiği olan- kendi içine dalma eğiliminden acıklı biçimde yoksundur.
Bu durumda geriye mecburen daha az önem ifade eden şey -biçim açısından doğruluk- kalacaktır. Sanat, olmak deneyimi değil, ancak hüner olarak yaşayacaktır.
- 'Umudun Göğe Yükselişi' bana Rene Girard'ın "üçgen arzu modeli"ni çağrıştırdı.
Yusuf'un arzusu kendiliğinden değildi; komutanı Seyit açığa çıkardı onu.
Ayten üçgenin diğer köşesi. Aşk daima üçgen bir arzuyu barındırır değil mi?
- Aşk daima üç kişiliktir, diyelim.
Ama bu ne kadar Batılı bir düşünme biçimi, değil mi? Çünkü gerilimi yanlış bir yere yerleştiriyor. Aşkın, ne kadar yoğun ve gerilimli olursa olsun, hala kendisinden ibaret olduğu yerdir burası. Oysa aşkın geleneksel olarak üstün mekanı olan Doğu'da, aşkın en koyu halini görebilmek için dikkatimizin yerini değiştirmemiz gerekir. Onu Doğu'da şövalyece rekabetin yardımından kurtarıp, dervişçe adanmanın yolculuğuna ikna etmemiz gerekir.
Romanda Seyit'in varoluşunu tehlikeye atan şey Yusuf'un "üstünlüğü" değil; bizatihi aşkın büyüklüğü.
TANPINAR HAYAT DOLU BİR YAZAR
- Diğer romanlarınızdan bu yana değişmeyen bir tema olarak çocukluk öne çıkıyor. Aklıma ister istemez Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zamanı geliyor. Tanpınar'ın kayıp zamanı bulmayı değil de aramayı sevdiği meselesi. Aramak devam edecek mi?
- Tanpınar ölümü geniş kitlelere sevdirmiş, hayat dolu bir yazar. Bulduktan sonra aramayı biliyordu.
Başka türlü nasıl tahammül edilebilir zaten?
Aslında hepimiz aynıyız.
Bulmanın, hiç değilse yanılsaması olmadan nasıl yaşarız, nasıl aramaya devam edebiliriz? Her gün facebook'ta saatlerimi geçiriyorum.
Memleketimin bütün inşaat ustalarını, çobanlarını, yayla gruplarını vs takip ediyorum. Onların utanarak, sözümona çeşitli dalaverelerle gizlemeye çalıştıkları o "ölü zaman" izlerini didikleyip duruyorum. Çöpleri karıştıran insanlar gibi. Bu eski bir fotoğraf, eski bir mekan görüntüsü, kıyafetler, siyah beyaz yüz ifadeleri, eski müzik, dillerde kendini bilmeden dolaşan birkaç eski kelime… vs olabiliyor. Yeni romana gelince. Şu anda hiçbir şey yok kafamda. Tam bir belirsizlik içindeyim. Zihnimde bir şey doğsun diye bekliyorum. Bakalım.
TUBA KAPLAN