Samsun Bafra'da liseyi bitirdikten sonra Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü'nü kazadı Yurdaer Okur... Yeni bir şehir, yeni insanlar, kitaplarla haşır neşirlik... Standlar açıp kitap satıyordu, bol bol okuyordu. Bukowski'ler, tiyatro eserleri, şiir kitapları, Edip Cansever, Nazım Hikmet girmişti hayatına... Bir arkadaş grubu vardı, şiirler okuyorlardı. Ses tonunu beğendikleri için şiir okumalarının baş aktörüydü... Bu işi sevmişti... Turizm hayal ettiği gibi olmamıştı. Okulu bıraktı, Ankara'da Cüneyt Gökçer, Lemi Bilgin, Çetin Tekindor'un karşısında konsertavuar sınavına girdi. 500 kişi arasından sıyrıldı ve kazandı. Devlet tiyatrosu sanatçısı olduğunda kariyeri ona hep uzun soluklu rolleri getirdi. Yıllarca dizilerde yer almadı, ta ki Sakarya Fırat ve Köprü dizilerine kadar... Ama onu popüler yapan Karadayı'daki Savcı Turgut rolüydü. Artık sokakta yürürken, seyircinin fotoğraf çektirmek istediği biriydi. Şimdi Yeter dizisinde, onun sayesinde ilk kez kötü bir adamı başrolde izliyoruz. Yekta karakteri dizi başladığından itibaren çok konuşuldu. Karısına uyguladığı ruhsal baskıyı sevgiye bağlayanlar çok oldu. Yani Yurdaer Okur, kötü bir adam gibi çıktı karşımıza ama görünen o ki; karakteri seyirciyi ikiye bölecek. Okur'la yeni dizisini, hayat duruşunda şiddete bakışını konuşmak için buluştuk:
- Karadayı ile birlikte sokakta tanınır hale geldin. Oysa ki Devlet Tiyatrosu sanatçısısın. Bu ünlü olma hali nasıl etkiledi hayatını?
- Oyuncular yaptıkları işin beğenilmesini isterler. Savcı Turgut'la beraber hayat beni farklı noktaya getirdi. Kötü adamı sevdiren, kötü adamın da zaaflarının olduğunu seyirciye anlatan bir yolculuktu. Kamera sanırım beni sevdi. Ekran tiyatro gibi değil. Koskoca suratın insanların evinin salonunda. Seyirci evine konuk olan biri gibi davranıyor sokakta. Mutluyum bu ilgiden. Bundan sonra daha iyi, daha erdemli adamları oynayıp, seyircinin ilgisini kat be kat arttırmak isterim (gülüyor). Ama kötüleri, arızalıları oynamak çok daha zevkli.
- Sen neye öfkelenirsin?
- Bazen o kadar çok şeye öfkeleniyorum ki; hadsizliklere, insanların kendilerine yapıldığında rahatsız olduğu şeyleri bir başkasına yapmasına, kabalığa, çocuklara kötü davranılmasına, açık arayan insanlara öfkeleniyorum. Sektörden dolayı mı bilmiyorum; tahammülümüz çok az. İkili oynayan insanlara, yüze gülüp kuyu kazan insanlara kızıyorum. Çok ilginçtir ki; hep de böyle roller oynuyorum... Belki de etrafımı çok gözlemlemek besliyor beni. Toplu taşımaya biniyorum orada da gözlemliyorum insanları...
- Toplu taşıma kullanıyor musun?
- Sarı minibüsleri kullanıyorum. Toplumsal bir varlığım, toplumla birlikte ne yapmam gerekiyorsa onu yapacağım. Dolmuşa binmem gerekiyorsa binerim. Oradaki ilgiye, sohbete de katılmam gerekiyor. Bunun sonu yok çünkü, kendimi bir fanusa kapatamam ki... Markete gidip alışveriş yapmam da gerekiyor. Kızımı parka da götürmem gerekiyor. Aslında İstanbul'da rahat gibi ama Anadolu'da daha rahat. Çünkü benim ekranda gördükleri kişi olduğuma inanmıyorlar, benzediğimi sanıyorlar. Ben de bozmuyorum, "Evet çok benzetiyorlar" diyorum.
- Hepimizin zaafları var. Diziler vasıtasıyla tiyatrodan kazandığından daha fazlasını kazanmaya başladın. O başka bir hale sokmadı mı seni?
- Yok. Benim hâlâ borcum var. Çünkü kazandığımı tiyatroya yatırdım. Normal bir vatandaş gibi borç ödeyen biriyim. Bir şeyler bırakmak istiyorum hayatta. Bunu da tiyatro yoluyla yapabilirim. Dizilerden kazanıp, gayrimenkule yatırıp, faydasız kalmak istemiyorum. Bunu yapanlara da saygı duyuyorum ama 40'lı yaşlardayım. Tiyatroya farklı baktığımı düşünüyorum ve bunu gösterebileceğim, istediğim oyunları oynayabileceğim, gençlere eğitim verebileceğim bir şeyler bırakalım istedim. Bunu yapmak zorundaydım ve bunu yaptığım için hiç pişman değilim. O yüzden ekonomik açıdan normal standartlarda yaşayan biriyim ki çok az oyuncu bunu yapıyor.
- Kimler mesela?
- Şevket Çoruh'a çok saygı duyuyorum, kazandığı tüm parayla tiyatro aldı. Erdal Beşikçioğlu keza öyle... Bir iki deli çıkıyor bizim gibi arada... Bundan 10 yıl önceki durumumla, şimdiki arasında elbette fark var ama ben aynı şeyleri yapıyorum, aynı şeylerden zevk alıyorum. Sıradan yaşam daha mutluluk verici, özgürleştirici. Yaratıcılığı tetikleyen şeyler bunlar. Yaratıcı olabilmek için gerekirse tüm zorlukları yaşayacaksın... Normal kalmak önemli oysa normal kalamıyoruz. Bir şeyleri elde edince, ünlenince hep cepten yemeye başlıyoruz. Ne yapalım! Karadayı'da kazandıklarım lüks bir arabaya gideceğine tiyatroya gitsin!
- Turizm okumuşsun, tiyatro olmasaydı kendini bir turizmci olarak hayal edebiliyor musun?
- Eminim o alanda da fark yaratacak bir şeyler denerdim. Karadeniz'de farklı turizm alternatifleri yaratırdım ne bileyim... Kendimi orada bulamadığım için; şiir, sahne, ses, kitaplar bu tür alanlara yöneldim...
- O şiirler okuduğunuz dönemleri biraz anlatır mısın? Şimdikinden çok farklı bir gençlik bakış açısıydı sanırım o.
- İnsan ilişkilerimiz, dostluk ilişkilerimiz çok yüksekti. O zamanlar cep telefonu yok. Bir öğrenci evindesin. Kaygı yok gelecekle ilgili. O yaşlarda gelecek kaygısı gütmüyorsun. Sadece çok insan tanımaktı derdim. Daha insancıldı. Kırılgandı. Şimdiki çocuklar farklı. Kızıma Heidi'yi seyrettiriyorum, istiyorum ki o kırılganlığı, doğa sevgisini hissetsin. Bizler o dönemin Heidi'leriydik. Bahsettiğim yüzyıllar öncesi değil, her şey çok hızlı değişti. Bundan 10 yıl sonra kızımla nasıl ilişki kuracağım, nasıl yetişeceğim ona bilmiyorum. Çağımızın travması bu, insanlar bu yüzden kaygılı. Gelecekle ilgili öngörümüz yok.
- 41 yaşındasın. Bir erkeğe 40'lar ne yapıyor?
- Her 10 yılda bir değişiyor insan. 20'lerde gözün hiçbir şeyi görmüyor, tüm dünya senin çevrende dönüyor, kanın hızlı akıyor, hedefler büyük oluyor. 20'lerinde dünyayı kurtaran adam oluyorsun. Aşk denilen şey karşına çıkıyor. 30'lu yaşlarında tüm o sancılı dönemler, kavgalar, eğlenceler, hızlı hayat kendini biraz daha dinginliğe bırakıyor. Bir takım sorumluluklar yükleniyor omuzlarına... Varolma savaşı başlıyor, hayat mücadelesine giriyorsun. "Ya ben dünyayı kurtaran adamdım, ne oldu şimdi?" diyorsun. "Kiram kaç lira olacak, nasıl ödeyeceğim"ler ortaya çıkıyor. 40'larda diyorsun ki," Eyyy gidi hayat!"
- Eşin de tiyatrocu... Beş yıllık evlisiniz... Özel hayatın nasıl gidiyor?
- Tiyatro yapmıyor şu an. Nar'a bakıyor. Ben onu ilk gördüğüm anda onun benim hayatımda uzun süre olacağını hissettim, evleneceğimi hissettim. Üstelik o ilk görüşün üzerinden epey geçtikten sonra birlikte olmaya başladık. Başıma gelen en iyi şey eşim. Tanrının bana bir hediyesi.
YUMRUK YOK, TOKAT YOK AMA AĞIR BİR ŞİDDET VAR
- Yeter dizisinde yine kötü bir adamı canlandırıyorsunuz... Yekta gerçekten kötü bir adam mı?
- Salt bir kötü değil. Mücadele eden, çok büyük başarılara imza atmış dünya çapında bir doktor ama travmaları yüzünden, sorunlar yaşıyor. Mükemmeliyetçi bir adam her şeyde bunu başarmış ama özel hayatında bunu başaramıyor. Aslında derdi mükemmel bir aile olmak. Yekta'yı sevenler de olacak, nefret edenler de... Katmanlar açıldıkça, Yekta'nın geçmişine gittikçe bambaşka bir adam çıkacak ortaya. Zaten karakterimle ilgili seyirci yorumları da ilginç; "Adam başarılı, para kazanıyor, bir başarı hikayesi... Bir kadına aşık olmuş istiyor ki, her şey onun gibi mükemmel olsun. Adam aslında çok kötü bir adam değil" diyen çok. Yekta'ya hak veren kişi de çok olacaktır.
- Çevrende böyle adamlar var mı?
- Aslında insanlar dışarıdan çok güzel bir tablo çiziyorlar ama evin içinde durum böyle değil. Senaryoyu ilk okuduğumda çok sert geldi. Ama bana yaşanmış örneklerden söz etti ekip. Bade İşçil'in boşanması da dahil medyaya yansımış birçok örnekten, çevrelerindeki deneyimlerden bahsettiler. Baktım ki, ilişkisinde böyle bir sorun yaşamamış insan bulmak zor. Hele ki Türk toplumunda... Oysa ki Türk toplumunda anne figürü çok kıymetli. Annenin etrafında toplanır her şey. Ataerkillik anlayışı bizde; erkek adam, mücadele eder, evine ekmek getirir, karısı ona bakmak zorundadır şeklinde. Modern çağa geldiğimizde ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar maalesef eşlerinin yaptığı her türlü psikolojik ve fiziksel şiddete boyun eğmek zorunda kalıyor. Toplum da gözünü kapatıyor bunlara. Biz aslında tabu olan, sır olan bu durumlara pencere açan ilk dizi olacağız. Yani varolan dizilerden farklı... Çocukluğunda şiddet gören biri ebeveyn olduğunda aynısını yapıyor. Çok bıçaksırtı bir konuya temas ediyoruz. Toplumsal bir sorumluluk bu konuya değinmek. İnsanlar çocuklarına çok dikkatli davranmak zorunda. Geçenlerde ekrana bir annenin öz çocuğuna uyguladığı şiddet görüntüleri yansıdı. Bakamadım. "Acaba bu kadına ne yaptılar da çocuğuna böyle davranıyor?" diye düşündüm...
- Fiziksel değil ama psikolojik şiddet uygulayan bir adamı canlandırmak zor geldi mi?
- Çok zor gerçekten. Ama bir yandan da hep sıra dışı rolleri oynadım, Yekta da öyle. Bunları oynamaktan keyif alıyorum. Ama bu hikayeyi anlatmak gerekiyordu. Bana ne kazandırır, sokakta ne kaybettirir bilmiyorum ama birinin bu adamı canlandırması gerekiyor. Psikolojik şiddet, fiziksel şiddetten çok daha öte... Bunu göreceğiz dizide. Yumruk yok, tokat yok ama ağır bir şiddet var. Kişinin laflarıyla birini ezmesi bazen işkenceden ağır olabilir.
- Sen de böyle bir şiddet uygulamış olabilir misin hayatının bir döneminde?
- Mümkün değil. Mutlaka bazı insanlarla psikolojik savaş yaptığımız zamanlar oldu. "Asla böyle bir adam değilim" dersem yalan olur ama bu kadar şiddet örnekleri yok hayatımda.