Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Âkif’in ‘İstiklâl’ sancısı

"Asıl mesleği baytarlıktı, ancak tutkuyla bağlı olduğu esas 'iş' edebiyattı. Bir münevverdi, ancak aynı zamanda -kendisi bunu hedeflememiş olsa da- Meclis bünyesinde vekillik yapmış bir siyasetçiydi. Muharrirdi ama bunun yanı sıra çevresine ve milletine 'didaktik' olmayan bir ruhla öğretmenlik yapan bir muallimdi. İyi bir hafız ve vaizdi, ama aynı zamanda -her ne kadar eserini, hiçbir zaman yayınlanmaması için yakmış olsa da- bir Kur'an meali yazarı… Hepsinden önemlisi bir şairdi, büyük bir şairdi.

Bunun yanı sıra Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı yıllarında vatan savunmasında aktif rol almış bir paramiliter, istihbaratçı ve aksiyon adamıydı. Öyle ki meşhur İngiliz casus Thomas Edward Lawrence'ın operasyonlarına mani olmak üzere Arabistan'a gitti. Ancak o Arap Yarımadası'na gittiğinde maalesef iş işten geçmiş, Osmanlı'ya karşı isyan başlamıştı."

Yukarıdaki satırlar, 14 Mart 2021'de bu köşede yayınlanan 'Âkif, Lawrence'a karşı' başlıklı yazıdan… O yazının üzerinden çok uzun zaman geçmedi, ne var ki yukarıdaki satırlara şu aşağıdakileri eklemezsem yazdıklarım bugün itibarıyla eksik kalır:

Âkif, döneminin ruhuna en uygun biçimde bu toprakların melez ruhunu taşıyan bir aydındı. Biraz da zamanla o kıvama gelmişti. Büyük şairdi, kültürde düşmanımızdan geride olduğumuzu, ancak bu alanda çok çalışarak onları aşabileceğimizi görmüştü. Zihni işgal altında değildi. Muhtemelen İstiklâl Marşı şiirinin ruhuna prangaların gölgesi sinmiş olsa da 'özgür' sıfatını bu zihinsel hürriyete borçludur Âkif.

Ersoy, bu düşünsel hürriyet sayesinde 'vatan kültü'nden koparılmış ötekileştirici bir İslam anlayışını kabul etmiyordu. Zira

vatansızlığın ne olduğunu tam olarak yaşamasa bile görüyordu.

Devletsizliğin eşittir vatansızlık olduğunu da biliyordu. En kolay yayılan virüslerin, bu tür tarihsel dönemlerdeki habis fikir virüsleri olduğunu biliyordu, o yüzden vatandaşların, ileride kendilerine şemsiye olacak bir devletin çekirdeği olan Kuvayı Milliye'nin düşmanlarına prim vermemeleri gerektiğini anlatmak için vazifesi olmadığı halde cami cami dolaştı.

ERSOY'UN İSTİHBARATÇI GEÇMİŞİ

Şimdi artık Âkif'in biyografisinden bazı kesitleri kısaca aktarıp filme geçebiliriz.

Âkif'in kelime anlamı, ibadetle uğraşan kişi ya da sebat sahibi zat. Ersoy'da her ikisi de vardı. Yani adının hakkını veriyordu. Gerçi asıl adı Ragîf'ti. Babası, 20 Aralık 1873'te Karagümrük'teki evlerinde doğan oğluna ebcet hesabıyla doğum tarihini belirten Ragîf adını verdi. (Farsça kökenli. Pide, yufka anlamına geliyor.)

Ancak pek yaygın olmayan bu isim yerine çocukluğundan itibaren bütün çevresi ona Âkif diye seslenince hep bu isimle anıldı.

Âkif, ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi'ni 1893 yılında birincilikle bitirdi. 1898 yılında Tophane-i Âmire Veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım'la evlendi; bu evlilikten beş çocuğu oldu.

Balkan Savaşı'ndan sonra, 1913 yılında yaptığı kimi yayınlarda iktidarı eleştirdiğinden ötürü Darülfünun müderrisliği görevinden ayrıldı. Bunun üzerine İttihatçıların üç liderinden biri olan Enver Paşa'nın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa'ya girdi.

İslam birliği kurma gayesi güden Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte Almanya'ya gitti. İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken Almanlara esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu. Burada yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini, dönünce Sebilürreşad'da yayımladı.

İstanbul'a döndükten sonra 1916 yılında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından bu kez Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandasına 'karşı propaganda' yapmaktı. Yani Âkif, Irak haritasını çizen İngiliz kadın casus Gertrude Bell'in öğrencisi Thomas Edward Lawrence'ın bölgedeki ayrılıkçı faaliyetlerine karşı mücadele etmeye çalıştı. Ancak bu faaliyetlere başlandığında iş işten geçmişti.

Âkif, İngiliz desteğiyle bir ayaklanma başlatmayı planlayan Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile görüşemedi bile. Ve zaten ayaklanma da başladı.

Bununla birlikte Âkif, Arabistan'da İngiliz saflarında savaşan Hintlileri etkileyici vaazları sayesinde Osmanlı ordusuna dâhil etmeyi başardı. Yani Arap Yarımadası'ndaki aşiretlerin Osmanlı'dan ayrılmasına mani olamadı ama 'düşman' saflarındaki Müslüman Hintlileri Osmanlı saflarına kattı. Bu süreçte Teşkilat-ı Mahsusa'nın efsanevi isimlerinden Kuşçubaşı Eşref'le çalıştı.

ŞAİRİN ŞİİRİ REDDİ

İki gün önce sinemalarda bir film vizyona girdi. Adı Âkif. Dün galasındaydık filmin. Bugün de Şırnak'ta galası var. Naçizane bir romancı olarak öncelikle şu ayrıntıyı okura/müstakbel izleyiciye aktarmam lazım: Film, istiklâle erişmeden şiir yazmak istemeyen bir büyük şairin, edibin iç çatışmasını yansıtmaya çalışmış, bunu başarmış da. Bir şairin İstiklâl öncesi ve sonrası şiir sancısını vermiş, iyi de vermiş. Âkif, İstiklâl Marşı yazmaya önce para ödülünden dolayı soğuk bakıyor, sonra kabul ediyor, ama müthiş bir şevk ve azimle çalışıp kısa sürede yazıyor. Mustafa Kemal, kendisine "Artık masaya çağrıldığımıza göre biz bu savaşı kazanmaya başladık" demektir deyince şiiri yazıyor.

İlham böyle bir şey… Manevi motivasyon şart. Bu, hele de müziğe en yakın edebiyat türü olan şiirde geçerli. 'Şairin sancısı' şu muhteşem dizelerle son buluyor, malum:

"Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal!"

Gelelim filmin içeriğine… Cinemaximum'un sahibi Mars şirketinin dağıtacağı film 24 Eylül'de sinemalarda olacak. HT Yapım'ın çektiği filmin tanıtım metnine başvuralım burada. Böylelikle 'spolier' vermeden filmin konusunu anlatmış oluruz. Sonrasında filmi değerlendirmeye geçeceğim.

"İstanbul işgal altındadır ve insanlar yıllardır savaşın devam etmesiyle direnme ve savaşma gücünü kaybetmektedir. Ankara merkezli bir direniş başlatan Mustafa Kemal kurtuluş için halkı bir araya getirir. Bu sırada işgal devletleri, Anadolu halkını Ankara yönetimine karşı kışkırtmak için İslam üzerinden propaganda yapar. Savaşta işlerini şansa bırakmak istemeyen işgal devletleri, Mustafa Kemal'i öldürme kararı alır ve bunun için Hintli Müslüman Mustafa Sagir görevlendirilir. Mustafa Kemal, işgal devletlerinin propagandasını engellemek ve halkın kurtuluş mücadelesine katılmasını artırmak için Mehmet Âkif'i Ankara'ya çağırır. 13 yaşındaki oğluyla birlikte yola çıkan Mehmet Âkif, Ankara'ya doğru ilerlerken başına birçok olay gelir. Yaşadıklarından, şahit olduklarında derinden etkilene Mehmet Âkif bu süreçte İstiklal Marşı'nı yazmaya çalışır."

"1921'DE MUSTAFA KEMAL'E NEDEN ATATÜRK DEMEDİNİZ!"

İmdi… İşte derdi böylesine açık olan bir filme daha çekim aşamasında saldıranlar oldu. Misal Cumhuriyet Gazetesi... Pandemi koşullarında çekimlerine zorlukla başlanan Âkif filmi için şöyle yazdılar: "Âkif'in filmi üzerinde tartışma bitmiyor". Neymiş, tartışma. Atatürk'ü canlandıran Fikret Kuşkan, Atatürk'ten, "Mustafa Kemal" diye söz etmiş filmin tanıtımında…

Ama tarihsel olarak doğru olan da bu değil mi? Zaten Fikret Kuşkan; Atatürk'ün, Mustafa Kemal adını kullandığı, henüz 'Atatürk' olmadığı bir tarihten 13 sene önceyi, yani 1921 senesindeki halini oynuyor.

Kuşkan, 'Atatürk' demeyecek bir oyuncu da değil, o zorlu rolün de altından hakkıyla kalkmış. Yayınlanmış filmin eleştirisini yapmışlar! Kuşkan'a rolüyle ilgili bir eleştiriniz varsa dile getirin. Bırakın artık böyle sığ tartışmaları… Ne diyordu referans aldığınız Sedat Peker; "Bence siz analistlik görevinizi bırakın. Analist manalist, böyle süslü kelimeler. Lan bırak!"

Filmin çekildiği dönem ile Soyadı Kanunu'nun çıktığı dönem arasında gâvurların deyişiyle 'a decade'den (On yıl) fazla var. Zaten filmin derdi, Âkif'in İstiklal Marşı'nı yazdığı 1921 senesine odaklanmak. Yani bu büyük eser nasıl yazıldı, temel meselesi bu. Bunu da yalnızca Âkif'in öz öyküsünden yola çıkarak değil, fakat aynı zamanda İstanbul'un, Anadolu'nun, giderek tüm Türkiye'nin hali pürmelalini Hegelian deyişle zamanın ruhuna uygun olarak resmederek sunma derdinde. Bunu da namusluca yapıyor film.

Şair ve münevver Âkif öne çıkınca da 'veteriner hekim', eskilerin deyişiyle 'baytar tabip' doğal olarak arka planda kaldı. Hattı zatında (Sık kullanan eski tüfeklerin kulakları çınlasın) bu, bir Mehmet Âkif biyografisi değil, bir İstiklâl Marşı draması. Öncelikle bir drama... İçinde, dönem filmi olduğu için tarihsel film ve yer yer gerilim filmi unsurları da var. Çağımızın gereklerine uygun olarak tür olarak bir parça hibrit bir film.

Film; emperyalizmle savaşın yalnızca diplomatik, siyasi, istihbari ve dahi askeri olmayacağını, fakat aynı zamanda kültürel de olması gerektiği fikrini Âkif'in çizdiği portre üzerinden hakkıyla anlatıyor. Bugün bile, hâlâ bir oksimoron gibi de duran ve ama hâlâ gideri olan 'kültürel iktidar' kavramını tartışmıyor muyuz?

Ama işte Cumhuriyet Gazetesi, bütün bu meselelere ideolojik şaşılıkla baktığı için tartışmayı bozuk görüyor. İşe asıl püf noktasından, kültürel iktidardan söz ederek hiç başlamıyor. Çünkü kendini o kültürel iktidarın sahibi görüyor. Hâlâ…

Kendinizi otorite gördüğünüz alanda çok büyük tehdit altında olduğunuzu hissetmediğiniz sürece iktidarınızdan pek söz etmezsiniz. Hegel'in efendi-köle diyalektiğine göre de efendi, hali hazırda avantajlı olduğu konulardan pek laf açmaz. 'Köle'ye kolayından şükran duymaz. Siz, hiç fazladan mesai yaptığı için Cuma'ya teşekkür eden bir Robinson gördünüz mü? Hayır, eşyanın tabiatına aykırıdır. En fazla sadece köleliğini sürdürmesine yetecek kadar motivasyon verir.

Ayrıca bunlar; eski Türk filmlerinin repliklerine takılı kalmış 1990'lar Sit-com karakterleri gibi (Beyazıt Öztürk yapardı zamanında mesela) geçmişte kalmışlar. Halen kendilerini 'iktidar' sanıyorlar. Aslında bittiği halde İkinci Dünya Savaşı'nın halen devam ettiğini sanan Japon askerleri gibi… Bu yüzden anakronikler. En çok da anakronik oldukları için komik duruma düşüyorlar. Zaten nasılsa herkes 15 dakikalığına da olsa 'muhalifliği' olmayı tadıyor. Bir de buradan muhalefet yapalım demişler. Kültürel muhalefet… Anlamadığınız şu: Fikren iktidardayken vicdanen nasıl muhalefet yapacaksınız! AK Parti, 19 yıldır iktidarda, kültürel iktidarı da kurdu artık diyorsanız, bu da doğru değil.

Zaten kültürel iktidar denilen şey siyaset eliyle kurulması gereken bir şey değildir. Siyaset, ancak rekabet eşitliğini sağlayabilir. Bundan öte bir müdahale kalıcı olmaz.

Yerimiz daraldı, yavaş yavaş toparlayalım:

Cumhuriyet Gazetesi, daha çekim aşamasındayken, içeriğine dair hiçbir şey görmeden bir filmi doğramaya çalıştı. Doğmamış çocuğa hırpaladı deyiş yerindeyse...

Bir de şuradan vurmaya çalıştılar: Âkif'in Neyzen Tevfik'le dostluğu eksikmiş. 63 yıllık bir ömrün, yalnızca bir buçuk yıllık dilimi anlatıldı filmde. Siyasal polemiklere kapı aralamamak, Âkif'in her kesim için bütünleştirici kimliğine vurgu yapmak daha doğruydu. Onun da çekirdek noktası İstiklâl Marşı'dır. Cumhurbaşkanı Erdoğan boşuna demiyor, "İstiklâl Marşı bizim ortak andımız" diye.

Kendilerini 'siyasi muhalif, kültürel iktidar' addedenlerin artık anlaması gerekiyor: Bu ülke, kimsenin ilanihaye kültürel iktidar kalesi değil. Daha ileri bir kültür gelirse (Zamanla anlayacağız) eskisi geride kalır. Devlet, millete sadece rekabet eşitliği sağlamalı, bakın eşitlik değil, rekabet eşitliği yeter.

Filmin yapımında emeği geçenler, doğrusu işin başından bu yana pek de eşit rekabetçi bir ortamda çalışmadılar. Sosyolog-yazar Prof. Dr. Yasin Aktay, Yapımcılar Baran Mayda, Harun Türk, filmin gizli kahramanları olan Şaban Kızıldağ ve Yüksel Toksoy, yönetmen Sadullah Şentürk ve oyuncular Yavuz Bingöl, Murat Han, Fikret Kuşkan başta olmak üzere tüm ekibin bu filme hangi zorluklarla başladığına şahit oldum. Ve sonunda işten alınlarının akıyla çıktılar.

Bu metin, bir film eleştirisi de değil. Bunu, işin uzmanları yapacaktır. Teknik açıdan eleştiriler getirilebilir filme, hatta getirilmeli de… İyi niyetle yapılırsa dikkate alınır. Zaten niyet, üsluptan âyân oluveriyor.

Şimdi film; Âkif'in, ne bileyim Abdülhamit'e muhalefetine, Atatürk'le meselelerine odaklansaydı asıl resmi kaçırmış olurdu. İttihatçı dönemini, hatta Teşkilat-ı Mahsusacı Mehmet Âkif'i mi anlatsaydı film. Evet, bunlar da ona ait kimlikler, ama başat kimlikler değil ve daha önemlisi tarihsel koşullar içinde önemleri giderek azalmış kimlikler. Zaten filmde 'İttihatçılık' milleti ayrıştırıcı, devleti bölücü bir yapı olarak resmedilmiş. Atatürk'ün İttihatçılara mesafesine değinilmiş bir yandan, bir yandan da Kuvayı Milliye karşıtlarının dilinden 'İttihatçı artığı' denilmiş.

Olacak o kadar da çelişki. Çelişki, hayatın kendisi dâhil bütün öykülerin ruhunda vardır. Önemli olan, onu öyküsel açıdan dramın ya da gerilimin iskeletini oluşturan çatışmaya nasıl uyarladığınız. Âkif filmi bunu başarmış.

Ezcümle… Filmin maksadı
hâsıl olmuş, inşallah hasılatı da bol olur.

Çünkü çok fark edilmesi de her insan ve hatta her kitap gibi her filmin de kaderi vardır. Bahtı açık olsun.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA