AB'nin mültecilerin statüsünü düzenleyen Dublin Düzenlemesi'nin yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, bazı siyasetçilerin önerdiği gibi sınır kontrollerini artırmanın hiçbir faydasının olmadığını, mülteci yükünü sadece İtalya, Yunanistan, Almanya ve İsveç gibi ülkelerin üstlenmesinin AB'nin birlik değerine aykırı olduğunu artık AB hükümetleri görmeli. Bununla birlikte Macaristan Başbakanı gibi siyasi liderler kafalarını kuma gömerek gerçekten uzaklaşabileceklerini sanıyorlar. Mülteci akınının kıtanın "Hıristiyan kökenlerini tehdit" ettiğini savunan Macar Başbakan Victor Orban daha da ileri giderek "Avrupa'nın bir mülteci krizi olmadığını, mülteciler Almanya'ya gitmek istedikleri için Almanya'nın bir mülteci sorunu olduğunu" açıkladı. Trajik olan şu ki Orban gibi siyasetçiler azınlıkta değil. Bilakis Avrupa'da yabancı düşmanlığı ve İslamofobi üzerinden güç devşiren partiler giderek destek kazanıyor.
CAN ACUN / SETA
Türkiye'nin mülteci politikası
Görece çok daha az bir yükle karşı karşıya olmasına rağmen Avrupa ülkelerinin mülteci-göçmen akınına karşı verdiği olumsuz yanıt, Türkiye'nin bu husustaki ilkesel duruşunu bir kez daha gündeme taşıdı. Avrupalı ülkelerin sınırlamaları sebebiyle kaçak yollarla bu ülkelere ulaşmaya çalışan başta Suriyeliler olmak üzere, Afganlar, Filistinliler, Eritreliler ve diğer birçok ülke vatandaşı Akdeniz'de can verirken, Türkiye gerekli lojistik, idari ve hukuki altyapıyı oluşturarak 2011 yılından günümüze "misafir" olarak isimlendirdiği 2 milyondan fazla mülteciye kapılarını açarak kendini Avrupalı ülkelerden ayrıştırmıştır.
Yoğun mülteci akınından ötürü oluşabilecek olası siyasi ekonomik, toplumsal ve güvenlik maliyetlere rağmen insani kaygılar ön planda tutularak "açık kapı politikası" uygulanmış, bu politika çerçevesinde Türkiye'ye sığınan tüm mülteciler etnik ve mezhepsel herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan kabul edilmiştir. Mültecilerin en iyi şekilde ağırlanabilmesi adına Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'nın (AFAD) koordinasyonunda birçok kamu kurumu ve STK'nın dahil olduğu kuşatıcı bir sistem inşa edilmeye çalışılmıştır. Hatay, Gaziantep, Şanlı Urfa, Kilis, Mardin, Kahramanmaraş, Osmaniye, Adıyaman, Adana ve Malatya illerinde 18'i çadır ve 6'sı konteyner kent olmak üzere toplam 24 adet barınma merkezi oluşturarak buralarda 250 bine yakın mülteci ağırlanmaya başlanmıştır.
Mültecilerin eğitim, sağlık yardımı almaları için altyapı oluşturulmuş, çalışabilmeleri adına düzenlemeler yapılmıştır. Mültecilere yönelik harcamalar 2015 yılı itibariyle 6 milyar doları geçerken, dünyadan anlamlı bir destek görmediğini de belirtmek gerekmektedir. Türkiye tamamen kendi imkan ve kabiliyetleri ile mülteci meselesine yanıt vermeye çalışmaktadır.
Mevcut uygulamalara ilişkin aksaklıklar veya iyileştirme için atılabilecek adımlar olmakla birlikte, Türkiye hem uyguladığı koşulsuz "açık kapı politikasıyla" hem de mültecilerin ağırlanması, ihtiyaçlarının karşılanması noktasında Avrupa ülkelerinden çok daha iyi bir sınav vermektedir.
AYŞE SELCAN ÖZDEMİRCİ / SAKARYA ÜNİVERSİTESİ ORTADOĞU ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Mülteci akını ve güvenlik riskleri
Suriyeli mültecilere yönelik araştırmalar, saha gözlemleri ve mülakatlar diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye için olumlu bir tablo ortaya koymakla birlikte zaman ilerledikçe ortaya çıkacak problemlerin güvenlik riskleri doğurabileceği ihtimalini de göstermektedir. Suriyeli sığınmacıların Türkiye'deki varlıklarına ilişkin güvenlik tehditlerinin, ekonomik ve sosyal problemlerin çözülememesi halinde ortaya çıkacağı ifade edilebilir.
Kilis, Gaziantep ve Urfa gibi yoğun mülteci akınının yaşandığı kentlerde çok eşlilik ve çocuk gelin sayısındaki artış sığınmacıların toplumsal kabulünde düşüşe dolayısıyla gerilimli bir atmosfere yol açmaktadır. Bilhassa kamplar dışında yaşayan sığınmacıların maddi koşullar nedeniyle kenar mahallelerde yaşamlarını sürdürmeye çalışması şiddete ve yasadışı işlere yönelme ihtimallerini artırmaktadır. Ayrıca kaçak işçi çalıştıran yerel işletmeler ve görece daha iyi maddi durumda olan sığınmacıların açtığı kaçak işletmeler ile yasal yükümlülüklerini yerine getiren yerel işletmeler arasındaki haksız rekabet yine gerilimi tetikleyen güvenlik tehditleri arasında yer almaktadır.
Zamanla sığınmacı sayısındaki artış özellikle Kilis gibi nüfus oranı az illerde yerel halkın kendisini tehdit altında hissetmesine ve buna bağlı olarak da sığınmacılara yönelik olumsuz algının yerleşmesine neden olmaktadır. Gelen her sığınmacının Suriye içerisindeki gruplardan birine bağlı olduğu düşüncesi, savaşın ülke topraklarına taşınacağı endişesini artırarak toplumsal kutuplaşmayı tetikleyen bir faktör olarak rol oynamaktadır.
Son tahlilde kutuplaşma, siyasi gerginlik, yasadışı işler ve suç oranlarına ilişkin güvenlik tehditlerinin ortadan kaldırılması için ciddi ve iki yönlü bir entegrasyon politikasına ihtiyaç duyulmaktadır. Eğitim, iş imkânları ve sosyal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik tesislerin inşası gibi girişimlerle sığınmacıların sosyo-ekonomik durumu düzeltilerek birçok güvenlik riskinin bertaraf edileceği ifade edilebilir. Bir yandan da sınır kontrollerinin artırılması, yoğunluklu göç alan illerdeki fiyat artışlarının önüne geçilmesi, sosyal farklılıkların yol açabileceği sorunlara karşı farkındalık geliştirecek projelerin devreye sokulması gibi önlemlerle yerel halkın maruz kaldığı olumsuzluklar azaltılarak olası güvenlik tehditlerinin ortadan kaldırılabileceği ifade edilebilir.
SUNA GÜLFER IHLAMUR ÖNER MARMARA ÜNİVERSİTESİ SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ
Uluslararası toplumun sorumlulukları neler?
14 Aralık 1950 tarihinde II. Dünya Savaşı nedeniyle yerlerinden edilmiş Avrupalılara yardım etmek amacıyla 3 yıl süresince görev yapmak üzere kurulan BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) 60 yılı aşkın süredir görev yapmakta. BMMYK yıllar içerisinde mülteci krizlerinin artış göstermesi nedeniyle kendi kaynak ve kapasitesini aşan bir durumla karşı karşıya.
BMMYK Küresel Eğilimler Raporu, 2014 sonu itibariyle dünya üzerine yaklaşık 60 milyon kişinin yerinden edilmiş olduğunu, dolayısıyla yerinden edilmeye ilişkin kaygı verici bir döneme girildiğini ortaya koyuyor. Yerinden edilenlere ilişkin kaydedilen hızlı artışta özellikle Suriye'deki çatışmaların ortaya çıkardığı mülteci krizi büyük rol oynuyor.
Mülteci krizi Suriye'deki çatışmaların sona erdirilmesi yönünde bir uluslararası irade ve işbirliği oluşmadıkça kötüleşerek devam edecektir. Uluslararası iltica rejiminin oluşumunda başat rol oynamış aktörler arasında bulunan Avrupa devletleri bu kriz konusunda gerekli liderliği ve etkili tutumu şu ana dek gösterememiştir. 14 Eylül tarihinde mülteci krizi konusunda bir AB zirvesi yapılması kararlaştırılmıştır. Bu toplantıda alınacak kararlar AB'nin tutumunda değişikliklere yol açabilir. Suriyeli mülteciler için Dublin Sözleşmesi'ni askıya aldığını açıklayan Almanya, AB'ye üye diğer ülkelere eşit sorumluluk paylaşımı konusunda çağrıda bulunuyor ve bu yapılmazsa Schengen sisteminin yeniden gözden geçirileceğini ifade ediyor. Kriz karşısında ortak ve etkili bir tutum ortaya konamaması Yunanistan borç krizi sırasında AB içerisinde bir hayli yıpranmış olan "birlik" görüntüsü ve dayanışma ruhunu daha fazla zedeleyecektir.
AB'nin krizi yönetememesi AB'nin gücü, dünya siyasetindeki rolü hakkında önemli soru işaretleri oluştururken, AB'nin temsil ettiği ilke ve değerlere zarar vermektedir. AB ülkelerindeki göçmen ve mülteci karşıtlığını da kuvvetlendirme tehlikesini taşımaktadır. Buna karşılık ülkelerinin sınırlı sayıda Suriyeli mülteci kabul etmesine tepki gösteren sivil toplumun girişimleri, kamuoylarının baskısı göçü sınırlayıcı politikaların değişimi yönünde bir etki yaratabilir.
Suriye mülteci krizinin çözümü sadece BMMYK'nın ve komşu ülkelerin sorumluluğunda değildir. Burada AB ülkelerinin yanı sıra bu konuda yeterli çabayı göstermemiş olan Körfez Arap ülkelerinin, ABD, Kanada, Avustralya gibi önemli uluslararası aktörlerin de çok daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerektiğinin altı çizilmelidir. Mevcut uluslararası iltica rejiminin gözden geçirilmesi de sorunun çözümünde önemlidir.