MANTIK. "Asıl, nevileri ihtiva eden mahiyet" anlamındaki cins, mantıkta tümel varlık veya kavramları ve bunlar arasındaki ilişkiyi ifade eden beş küllî*nin ilki ve en kapsamlı olanıdır. Mantık tarihinde beş küllîyi oluşturan kavramlar ilk defa Aristo tarafından ele alınmış, Plotinus'un öğrencisi Porphyrios Aristo'nun Kategoriler'ine giriş olarak yazdığı Îsâgūcî adlı eserinde beş küllîyi daha ayrıntılı ve sistemli bir şekilde incelemiş, İslâm mantıkçıları beş küllî ve buna bağlı olarak cins hakkındaki görüş ve açıklamalarında esas itibariyle kısmen Aristo'dan ve daha çok da Porphyrios'tan faydalanmışlardır.
Aristo Metafizika'da cins teriminin başlıca dört anlamından söz eder. 1. Cins öncelikle, "aynı forma sahip olan varlıkların sürekli meydana gelişi" (génération) anlamında kullanılır. Meselâ, "İnsan cinsi varlığını sürdürdükçe..." sözü, "İnsanların üremesi devam ettikçe..." anlamını ifade eder. 2. "Varlıkların kendisinden türediği şey veya ilk ata"ya da cins denir. 3. Bir başka anlamda "düzlem" düz şekillerin, "geometrik cisim" de çeşitli türdeki geometrik cisimlerin cinsidir. 4. Tümeller arasında, diğer bütün tümelleri içine alan "ilk tümel"e de cins denir. Cins bakımından ayrı olan şeyler, yakın özneleri yani maddeleri birbirinden farklı olan şeylerdir. Buna göre meselâ form ve maddeden her biri birer cinstir. Aynı şekilde Aristo cevher, nicelik, nitelik ve diğer kategorilere giren varlıkları da maddeleri farklı, dolayısıyla birbirine veya başka bir cinse irca edilemeyen ayrı cinsler kabul etmiştir (La Métaphysique, 1024a, 25-1024b, 20).
Îsâgūcî'de cins terimi, "tek bir varlığa ve bu tek tek varlıkların da aralarındaki ilgiye göre belirli bir biçimi olan bireylerin topluluğu; her şeyin doğuşunun çıkış noktası; türün altında sıralandığı şey" olmak üzere üç şekilde tarif edilmiştir. Porphyrios, filozofların incelediği cinsin son anlamdaki cins olduğunu belirterek onların bunu, "hayvan" örneğinde olduğu gibi "özelde farklı olan şeylerin çokluğuna uygulanabilen asıl yüklem" şeklinde tarif ettiklerini söyler (Isagoge, s. 32-33).
İslâm mantık tarihinde cins terimi ilk defa geniş olarak Fârâbî tarafından incelenmiştir. Fârâbî, beş küllîyi etraflı bir şekilde ele aldığı Kitâbü'l-Elfâzi'l-müstaʿmele fi'l-manṭıḳ adlı eserinde (s. 70) cins terimini, "Tür bakımından farklı olup, 'bu nedir?' sorusuna cevap teşkil edebilen birden çok varlık için kullanılan küllîdir" şeklinde tarif etmiş, bu tarif aynı veya yaklaşık ifadelerle İbn Sînâ ve diğer mantıkçılar tarafından da tekrar edilmiştir (meselâ bk. İbn Sînâ, s. 14; Gazzâlî, Miʿyârü'l-ʿilm, s. 76). İbn Sînâ tarifi açıklarken "tür bakımından farklı olan" ifadesinin "formları ve öz gerçeklikleri farklı olan" anlamına geldiğini belirtir. Meselâ "hayvan" ve "bitki" türlerine göre "canlı" terimi bir cinstir; çünkü bu terimin kapsadığı "hayvan" ve "bitki" farklı formlara ve özel gerçekliklere sahiptirler. Daha açık bir ifade ile, "Bu nedir?" sorusuna cevap olarak verilen tümel kavramlar içinde kapsamı dar olanına tür, türe göre kapsamı daha geniş olanına cins denir. Meselâ, "Ahmet, Mehmet nedir?" sorusuna "insandır" ve "canlıdır" şeklinde iki cevap verildiğinde bunların ilki (insan) diğerine göre daha dar kapsamlı olduğundan tür, ikincisi ise (canlı) cinstir (Fârâbî, s. 66). Buna göre birbiriyle içlem ve kapsam ilişkisi bulunan iki terimden kapsayan terim cins, onun kapsamına giren terim ise türdür. Ancak bir cins, kendisini kapsayan daha üstteki bir cinse göre tür de olabilir.
İslâm mantıkçıları daha özel ve dar kapsamlı cinslere "yakın cins" (el-cinsü'l-karîb), daha genel ve geniş kapsamlılara "uzak cins" (el-cinsü'l-baîd), en geniş kapsamlı cinse "yüksek cins" (el-cinsü'l-âlî), bir yakın cins ile bir uzak veya yüksek cins arasında kalan cins veya cinslere de "orta cins" (el-cinsü'l-mutavassıt, el-ecnâsü'l-mutavassıta) adını vermişlerdir. Bu şekilde bir yüksek cins, orta cinslerle bunların altındaki türleri ve bu türlere giren tek tek varlıkları (şahıslar) kapsadığından ona "cinslerin cinsi" de (cinsü'l-ecnâs) denilmiş ve bunun başka herhangi bir cinsin altında yani kapsamında gösterilemeyeceği belirtilmiştir. En yakın cinsin kapsamına giren şeyler ise artık bir alt türe göre cins olmayıp sadece tek tek varlıkları kapsayan tür olarak kalırlar; bu sebeple de bunlara "türlerin türü" (nev'u'l-envâ') denir (Fârâbî, s. 66-67, 70-71; İbn Sînâ, s. 15; Gazzâlî, Miʿyârü'l-ʿilm, s. 76-77).
Aristo gibi (bk. La Métaphysique, 1034b, 5-10) İslâm mantıkçıları da kategorileri yüksek cinsler kabul ederek "on cins" (el-ecnâsü'l-aşere) adını verdikleri bu yüksek cinslerden ilkinin cevher*, diğerlerinin de (nicelik, nitelik, izâfet, yer, zaman, durum, mülkiyet, fiil, infial) araz* olduğunu belirtmişlerdir (bk. MAKŪLÂT).
İslâm filozofları Aristo'nun görüşünü devam ettirerek bütün küllîler gibi cinslerin de zihnin dışında reel (bilfiil) varlıkları bulunmadığını, bunların sadece zihnin soyutlamalar yoluyla oluşturduğu bilgiler olduğunu savunmuşlardır. Buna göre akıl, dış dünyadan edinilen idrakler sayesinde tek tek varlıklardan başka çeşitli varlık kategorileri halinde tümel varlıklar tasarlar, genel ve tümel kavramlar oluşturur. Bu tümel kavramların en geniş kapsamlısı cinstir. Böylece bir varlık cinsi hakkındaki tümel bilgi tek tek varlıklar hakkındaki cüz'î bilgilerden farklıdır. Meselâ duyu belli bir insanı algıladığı anda akıl gücü bu belli insandan başka olan mutlak insanı, yani küllî ve cins olarak insanı kavramış olur. Bu özel niteliklere sahip, belli bir durum ve konumda olan tek tek insandan ayrı zihnî bir gerçekliktir. Diğer bütün tümel kavramlar için de durum böyledir.
Kelâmcılar filozofların bu görüşlerine katılmamışlardır. Zira onlara göre filozofların "küllîler" dedikleri şeyler cüz'î varlıkların "haller"i olup akılda her bir ferdî varlığın duyular tarafından algılanmış kendine mahsus hallerinden başka ayrıca bir küllî kavram bulunmaz. Biri büyük, diğeri küçük iki el görüldüğünde bundan mutlak ve küllî bir kavram olarak el değil değişik hal ve sıfatlarıyla cüz'î eller bulunduğu bilgisine ulaşılır; farklı bir ikinci el gören insanın zihninde ilk elin formu aynıyla canlanmayıp bütün özel nitelik ve halleriyle ikinci bir el canlanır (Gazzâlî, Tehâfütü'l-felâsife, s. 257-259). Bu suretle kelâmcılara göre zihinde ancak tek tek nesnelere dair özel bilgiler bulunur ve bu bilgiler içinde içlem ve kapsam münasebeti olanlar cins veya nevi adını alır; yoksa zihin dış dünyadan edinilen intibalardan, cüz'î varlıklara dair özel bilgilerden farklı olarak ayrıca bir de cins veya nevi gibi küllî varlık kavramları oluşturmaz (bk. KÜLLÎ).
Cinslerin sonlu olup olmadıkları problemi de filozoflarla kelâmcılar arasında tartışma konusu olmuştur. İbn Rüşd bu husustaki görüşleri üç noktada toplamıştır: 1. Kelâmcılar, yukarıdaki düşünceleriyle cinsler ve diğer tümellere dair bilgiler hakkında duyumcu bir anlayış sergilediklerinden cüz'î varlıklar gibi bunların cinslerinin de başlangıçlı ve sonlu olduklarını savunmuşlardır. 2. Filozoflar, sonlu olmayan bazı ferdî varlıklar bulunduğunu savunarak bunların cinslerinin de sonsuz yani ölümsüz olduğunu, ancak bunların sonluluğunun sayı bakımından tek olan bir illete (Tanrı'ya) bağlı bulunduğunu, aksi halde bu cinslerin sonsuz zaman içinde sürekli yokluğa mâruz kalmaları gerektiğini düşünmüşlerdir. 3. Dehrîler ise bu cinslerin fertlerinin sonsuz olmasının kendilerinin de sonsuzluğuna yeterli bir sebep teşkil ettiğini, bunun için ayrıca bir zorunlu illete ihtiyaç olmadığını savunmuşlardır. Bu tartışmada kelâmcılar, bütün fert ve cinslerin sonluluğu görüşleriyle filozoflarla Dehrîler'den ayrılmışlar, ancak Dehrîler'in aksine eşyanın varlığını sürdürmesinde zorunlu bir illete muhtaç olduğu hususunda da filozoflarla birleşmişlerdir (İbn Rüşd, Tehâfütü't-Tehâfüt, s. 283-284).
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi