Timurlular

Timur tarafından kurulduğu için onun adına nisbetle Timurlular şeklinde anılır. Timurlular, Semerkant merkezli geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Hânedanın egemenliğindeki ana coğrafya Cengiz Han'ın oğlu Çağatay'ın payına düşen kısmı içine alır. Timur'un doğduğu tarihlerde (1336) Çağatay Hanlığı sarsıntı geçirmekteydi. Hâkimiyet Cengiz Han soyundan gelen hanlardan çok kabile reislerinin elinde bulunuyordu. Timur 1370'te Mâverâünnehir'e hâkim olarak Semerkant'ta tahta oturdu. 782'de (1380) Ceyhun'u (Amuderya) geçip Horasan'a yaptığı, "üç yıllık sefer" diye anılan (1386-1388) askerî harekâtı sonucu Azerbaycan'ı ele geçirdi ve Irak'a kadar topraklarını genişletti. Daha sonra Altın Orda Hanlığı'nı parçalayarak bu kesime, oradan Anadolu ve Suriye'ye yönelip Bağdat'a kadar ilerledi, böylece çok geniş bir alanda hâkimiyet kurdu. Timur, 1399-1400 döneminde Memlükler'i ve ardından Osmanlılar'ı yendi; bölgedeki eski beylikleri tekrar canlandırıp onlara egemenliğini kabul ettirdi. 807'de (1405) vefatı sırasında geride çok geniş sınırları olan bir imparatorluk bıraktı. Ancak kurduğu siyasî birlik hânedan mensupları arasındaki kavgalar yüzünden kısa sürede parçalandı ve yaklaşık bir asır sonra ortadan kalktı.

Timur'un ölümü büyük bir hâkimiyet mücadelesinin başlamasına yol açtı. Veliahtı Pîr Muhammed, oğlu Şâhruh ve Mîrân Şah'ın oğlu Halil Sultan hükümdarlıklarını ilân ederek saltanat mücadelesine giriştiler. Semerkant'ı ele geçiren torunu Halil Sultan şehri muhafaza edemedi. 1409'da hâkimiyeti ele geçiren Timur'un küçük oğlu Şâhruh 823 (1420) yılına kadar batıda ciddi bir teşebbüste bulunamadı. Timur'un ölümünün üzerinden üç yıl geçmeden Karakoyunlular, Azerbaycan'da hâkim olmak suretiyle Timurlular için bir rakip haline geldiler. Öte yandan Ankara Savaşı'nın ardından parçalanan Osmanlı Devleti yeniden toparlanmıştı. Osmanlılar'ın Timur'un canlandırdığı Anadolu beyliklerine karşı tutumu da hoş karşılanmıyordu. Vaktiyle Timur'a olduğu gibi şimdi de Şâhruh'a Anadolu'ya gelmesi yolunda çağrılar yapılıyordu. Zaman zaman Şâhruh'un, babasının daha önce ele geçirdiği yerleri yeniden istilâ edip Boğazlar üzerinden Balkanlar'a ve Kırım'dan tekrar Azerbaycan'a dönme niyetini taşıdığı söyleniyordu. Hem Ortadoğu'da gücünü göstermek hem de kendisine bir türlü baş eğmek istemeyen Karakoyunlular'a ağır bir darbe indirmek için Şâhruh 1420, 1429 ve 1434 yıllarında Azerbaycan'a ve Doğu Anadolu'ya kalabalık ordusuyla seferler düzenledi. İlk iki sefere Belh, Tohâristan ve Fars valiliği yapan oğlu İbrâhim Sultan da katıldı. Ancak Karakoyunlu Türkmenleri meselesi onun sağlığında çözülemedi. Bu tehlike ileride daha da büyüyerek Cihan Şah zamanında Karakoyunlular'ın Timurlu topraklarının büyük bir kısmını ve Herat'ı ele geçirmelerine kadar vardı. Öte yandan devamlı şekilde Mâverâünnehir'e akınlarda bulunan Özbekler (Şeybânîler), bu faaliyetlerini gittikçe arttırıp Şâhruh'tan sonra ortaya çıkan mirzalar arasındaki mücadelelerde faal bir rol oynadıkları gibi devleti ortadan kaldıran başlıca unsur oldular.

Şâhruh, 1446'da kendisine karşı ayaklanan torunu Sultan Muhammed üzerine gittiği sırada Rey yakınında öldü (12 Mart 1447). Şâhruh'un oğlu İbrâhim Sultan ve diğer erkek çocukları daha önce vefat etmişlerdi. Yerine oğlu Uluğ Bey geçti (1447-1449). Babası zamanında hâkimi bulunduğu Semerkant'tan başşehir Herat'a seyahatinden başka ülkenin diğer yörelerine gitmemişti. Babasının batıya yönelik seferlerine onun gönderdiği yardımcı birlikler katılıyor, fakat kendisi bölgesine yakın yerlerde cereyan eden savaşlarda bile yer almıyordu. Babasının sağlığında tek erkek evlât olduğundan veraset konusuyla ilgilenmemişti. İki yıllık saltanatı mücadeleler içinde geçti, oğlu Abdüllatif tarafından öldürülünce ülkede karışıklıklar daha da arttı, devlet Herat ve Semerkant merkezli iki kola ayrıldı. Abdüllatif devri (1449-1450) Uluğ Bey devriyle kıyaslanacak olursa din adamları için iyi, ahali ve asker için kötü bir devir oldu. Onun suikast sonucu öldürülmesinin ardından İbrâhim Sultan'ın oğlu Mirza Abdullah (1450-1451) hapisten çıkarılarak tahta oturtuldu. Semerkant'ta Abdüllatif'in şiddete dayanan idaresinden sonra nisbeten daha yumuşak bir dönem başladı. Uluğ Bey zamanındaki düzen âdeta geri geldi. Fakat devlet idaresindeki bu değişiklik özellikle din adamlarının yaşadığı Buhara'da hoş karşılanmıyordu. Abdüllatif'in ölüm haberi üzerine şehrin daruga ve kadısı esir bulunan Ebû Said'i serbest bırakarak ona biat etmişlerdi. Ebû Said Mirza Han, Özbekler'den yardım sağlamak suretiyle Semerkant'a yürüdü ve Çağataylar'ı yenilgiye uğrattı, şehri ele geçirip tahta oturdu. Ebû Said Mirza Han'ın saltanatı ise (1451-1469) Uluğ Bey'inkinin aksine din adamlarının hâkimiyet devriydi. Ebû Said, Semerkant'a Uluğ Bey'in değil Abdüllatif'in öcünü almak üzere girmişti. Bundan sonra Semerkant'ta Uluğ Bey'in kırk yılı bulan hâkimiyeti yerine Ebû Said'in Taşkent'ten davet ettiği Nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah Ahrâr'ın yine kırk yıl sürecek olan mânevî hâkimiyeti başlamış oluyordu.

Türkistan'da bu olaylar cereyan ederken Horasan ve Irâk-ı Acem'de Timurlu mirzaları arasındaki çekişmelerden yararlanan Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah, 862'de (1458) Horasan'a yürüyüp Herat'ı ele geçirdi. Cihan Şah artık sadece Mâverâünnehir hâkimi Ebû Said'den endişe duymaktaydı. Ebû Said'in Herat'a doğru ilerlediğini öğrenen Cihan Şah, bu sırada oğlu Hasan Ali'nin Tebriz'i ele geçirerek hükümdarlığını ilân ettiğini öğrenince Horasan'da daha fazla kalamadı, Ebû Said ile anlaşıp dönmeye karar verdi. Cihan Şah'ın Horasan'ı boşaltması, Irâk-ı Acem, Fars ve Kirman'ın Karakoyunlular'da kalması şartıyla barış yapıldı. Fakat bir süre sonra Cihan Şah'ın öldürülmesi üzerine Ebû Said, İran'ın batı bölgesini ele geçirmeye karar verdi. Esasen Cihan Şah'ın oğlu Hasan Ali babasının öcünü almak için Ebû Said'den yardım istiyordu. Ebû Said, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'e karşı harekete geçen Hasan Ali'ye yardım etmek ve batıda Türkmenler'in elindeki toprakları geri almak düşüncesiyle yola çıktı, ancak bu sefer onun ölümüyle sonuçlandı (1469). Ebû Said'in ölümüyle Timurlular, Horasan'ın batısında kalan toprakları Akkoyunlular'a terketmiş oldular.

Ebû Said'in ölüm haberi Herat'a ulaşınca Hüseyin Baykara (1470-1506) şehre girdi. Hüseyin Baykara daha çok oğulları ile uğraşmak zorunda kaldığı gibi zamanında siyasî, idarî ve malî güçlükler ortaya çıktı. En büyük sıkıntı malî hususlarda kendini gösterdi. Buna çare olarak çeşitli kimseler vezirlik makamına getirildi. Zaman zaman iki kişi aynı anda vezir olduysa da bu durum türlü aksaklıklara yol açtı. Bu sıralarda başşehir Herat, Ortaçağ'ların diğer merkezleri olan Dımaşk, Bağdat, Kahire ve İstanbul gibi hem yüksek bir medeniyet hem eğlence merkezi durumuna gelmişti. Bu genel rehavet ve ciddi anlamda gelir azalması türlü siyasî çalkantılara yol açtı. Özbekler'in zaferini kolaylaştıran, Bâbür'ün hâtıralarında anlattığı, Hüseyin Baykara'nın ölümünden sonra birbirinden nefret eden oğulları Muzaffer Hüseyin ile Bedîüzzaman'ın ortak sultan ilân edilmesi son derece tehlikeli bir gelişme oldu. Mâverâünnehir'de durumunu kuvvetlendiren Muhammed Şeybânî Han Mayıs 1507'de Herat'ı ele geçirdi. Ahlâk telakkileri zaafa uğramış, canlılığını kaybetmiş bir şehir toplumunun yıpranmamış Özbekler karşısında tutunması zaten beklenemezdi. Şah İsmâil'in 916'da (1510) Şeybânî Han'ı öldürmesinden yararlanan Bâbür'ün bütün gayretlerine rağmen ülke Özbek istilâsından kurtarılamadı. Timurlu sülâlesi ancak Bâbür'ün Hindistan'da kurduğu devlet sayesinde varlığını sürdürebildi.

Devlet Teşkilâtı. Timur devlet teşkilâtını eski Türk ve Moğol geleneklerine göre oluşturmuştu. İbn Arabşah'a göre Timur yasayı şeriata tercih ediyordu. Timurlu tarihçileri oğlu Şâhruh'u ise şeriata bağlı bir hükümdar diye anarlar. Uluğ Bey babasının aksine devlet idaresinde dedesi Timur'u taklit etmişti. Uluğ Bey'den sonraki hükümdarlar hâkimiyeti ele geçirmek veya sürdürebilmek için din adamlarına daha fazla ilgi göstermiştir. Abdüllatif, Ebû Said ve oğlu Sultan Ahmed şeriata göre hareket ediyorlardı. Hüseyin Baykara daha serbest düşünceli bir hükümdardı. Timur, devletini bir dünya hâkimiyeti fikri çerçevesinde tasarlamıştı ve dünyanın iki hükümdara yetecek kadar büyük olmadığını söylüyordu. Cengiz Han ailesiyle akrabalığa özel bir önem veren Timur 1370'te Gāzân Han'ın kızı Saray Mülk Hanım'ı nikâhına almış, ancak bu hanımdan oğlu olmamıştı. Timur ölünceye kadar Cengiz Han soyundan birini -kukla dahi olsa- han sıfatıyla yanında bulundurmuş, kendisi bey unvanı ile yetinmişti. Daha sonra Uluğ Bey de Cengiz Han soyundan gelen kişileri hanlık tahtına oturtmuş, ancak Şâhruh zamanında buna gerek duyulmamıştır. Diğer Türk devletlerinde görüldüğü gibi Timurlular'da da belli bir veraset usulü yoktu. Ülke hânedanın ortak malı kabul ediliyor ve bütün mirzalar aynı şekilde yetiştiriliyordu. Bir eyalet merkezine gönderilen mirza orada devlet merkezindeki saray ve idare teşkilâtını aynen kurar, âdeta bir hükümdar gibi bölgeyi idare ederdi. Mirzaların hukukî durumları ve devletin hânedanın ortak mülkü kabul edilmesi sık sık ayaklanmalara ve taht mücadelelerine yol açmıştır.

Türk-Moğol unsurları ile yerli İran ve İslâm unsurlarının karışmasından meydana gelen Timurlular'da devlet merkezinde askerî ve idarî-malî işlere bakan başlıca iki divan mevcuttu. Tavacı Divanı adı da verilen Dîvân-ı Büzürg-i Emâret'in beyleri diğer bütün görevlilerin önündeydi. Türkler ve Türkleşmiş Moğollar'la ilgilenen bu divana Türk Divanı da deniliyor, kâtiplerine ise "bahşı" veya "nüvîsendegân-ı Türk" adı veriliyordu. Divanın başında bir divan beyi bulunuyordu, ayrıca pek çok tavacı emîri mevcuttu. Geniş yetkilere sahip tavacılar askeri topluyor, ordunun nizam ve inzibatı ile uğraşıyor, ganimeti paylaştırıyor ve hükümdarın önünde geçit resmi yaptırıyordu. Hükümdarların hassa alayı 1000 kişilik Kavçin Bölüğü idi. Bunun dışında hükümdarın yakınlarından "içki, inak, yasavul" ve "çehreler" vardı. Ordu "tümen" (10.000), "binlik" (hezâre) ve "yüzlük"lerden (koşunlar) meydana geliyor, sağ kanat, sol kanat ve merkezle öncü ve artçı kısımlarına ayrılıyordu. Ordunun silâh ihtiyacını karşılamak üzere cebehâne (kurhâne) bulunmaktaydı ve bunun idaresi kur beyine aitti. Savaşta yararlılık gösterenler ödüllendiriliyor, kendilerine soyurgallar veriliyordu. Hükümdarın hizmetindekilere bir ihsanı olan bu tabirle daha çok dirlik gibi arazi kastediliyordu. Soyurgal sahibi bütün vergilerden muaf tutuluyor, devlet hazinesine ödenen vergileri toplama hakkını kazanıyordu. Soyurgallar zamanla veraset yoluyla intikal etmeye başlamış, din adamları ve ibadet yerleri için de verilmiştir.

Türk-Moğol toplulukları dışındaki halkın işleriyle ve malî hususlarla ilgilenen ikinci divan Dîvân-ı Mâl (Sart Divanı) diye adlandırılıyordu. Divanın başında bir divan beyi bulunuyor, kâtiplerine vezir veya nüvîsendegân-ı Tâcik deniliyordu. Bu divanın beyleri teşrifatta tavacı emîrleriyle vilâyetlerin darugaları arasında yer alıyordu. Başlıca görevleri vergi işlerini yürütmek, tarım üretimiyle ilgilenmek, şehirlerin imarıyla uğraşmak ve gelirlerin arttırılmasını sağlamaktı. Para bastırılması, hesapların tutulması, vergilerle ilgili yolsuzluklara dair şikâyetler de bu divanın görev alanına giriyordu. En yüksek para birimi tümen olmakla birlikte en çok kullanılan para biriminin kepekî dinarı ile dirhem ve tenge olduğu anlaşılmaktadır. 1 tümen 10.000 dinar karşılığıydı. Gümüş kepekî dinarının 2 miskal (yaklaşık 9 gr.) tam ayar gümüş olduğu kaydedilmektedir.

Timur zamanında tarımın canlandırıldığı dikkati çeker. Timur işlenebilecek hiçbir yerin boş bırakılmasını istemiyordu. Bu maksatla pek çok kabileyi başka yerlere göçürerek iskân edilmemiş yerleri iskâna açmış, ülkenin çeşitli yerlerinde kanallar kazdırmıştır. Bu etkinliklere Şâhruh zamanında da devam edilmiştir. Şâhruh 1410 yılında Moğol istilâsından beri harap durumda bulunan Merv şehrinin imarını emretmiş, 1435'te Kazvin'e geldiğinde Azerbaycan ve Irâk-ı Acem'in imarını istemiş, boş kalan toprakların işlenmesini sağlamak için köylülerden beş yıl süreyle vergi alınmayacağını ilân etmiştir. Devletşah, her ne kadar Uluğ Bey döneminde arazi vergisinin en düşük seviyeye indirildiğini ve bunun köylünün refahını arttırdığını, İsfizârî de Hüseyin Baykara zamanında halkın kendini tamamen ziraata verip tarıma açılmayan arazi kalmadığını ifade ediyorsa da köylünün sıkıntı içinde yaşadığını dile getiren kayıtlar da mevcuttur.

Ticarî faaliyetlere gelince Semerkant'ta pek çok dokuma imalâthanesi bulunuyor ve şehir baharat ticaretine merkezlik ediyordu. Clavijo'nun yazdığına göre Timur ticareti daima teşvik etmiş, bu düşünceyle Fransa kralına gönderdiği mektupta karşılıklı olarak ticaret yapılmasını istemiştir. Tüccarları koruma siyaseti Şâhruh zamanında da sürdürülmüştür. Tebriz ve Sultâniye'nin ticarî önemi devam etmiş, Sultâniye milletlerarası bir pazar konumuna yükselmiştir. Güneydeki Hürmüz'ün de ticaret merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Menşei Uygurlar'a kadar giden, Moğollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı ortaklık kurumu bu dönemde de etkiliydi. Devlet hazinesinden yardım alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor, bunlara tarhanlık verilerek vergiden muaf tutuluyordu. Hissedarlar arasında hükümdar ailesinin ve ileri gelenlerin bulunduğu bu ortaklıklarda faizle borç verme usulü de uygulanmış, bu uygulama şeriata aykırı olduğundan zaman zaman anlaşmazlıklara ve ulemânın itirazlarına yol açmıştır. Başşehir Herat devlet gelirlerinin toplandığı yerdi. Hüseyin Baykara devrinde Herat'ta biriken servet iktisadî faaliyetleri arttırmış, eski çarşı ve pazarlar yeni ilâvelerle büyütülmüştür. Herat'a bağlanan ticaret yolları üzerinde yeni ribâtlar yapılmıştır.

Din ve Kültür. Timurlu sülâlesi mensupları başlangıçta Sünnî oldukları gibi halkın çoğunluğu da Sünnî idi. Ancak Gîlân, Mâzenderan, Hûzistan ve Sebzevâr bölgelerinde Şiîlik ağır basmaktaydı. Medreselerde Sünnî sistemine göre eğitim yapılmasına rağmen Şiîliğin yayılmasına ve Râfizî cereyanlara engel olunamamıştır. Hurûfîler, Nurbahşîler ve Müşa'şaalar bu cereyanların başlıcaları idi. Sünnî tarikatların en yaygını Nakşibendîlik'ti. Nakşibendî tarikatına adını veren Bahâeddin Nakşbend, Timur'a çağdaş olmasına rağmen kaynaklarda Timur ile Buharalı şeyhler arasındaki münasebete dair hiçbir bilgi yoktur. Timur, İslâm dini ve tarihi hakkında epeyce mâlûmata sahipti. Seferlerini gazâ diye adlandırmakla birlikte din, Timur nezdinde siyasî amaçlarına erişebilmek için kullandığı bir araçtan başka bir şey değildi. Şeriat hükümlerine uymaya ve emirlerini uygulamaya çalışan Şâhruh ise yaşayışı ve davranışlarından dolayı her asrın başında bir din müceddidinin geleceği yolundaki hadise dayanarak tarihçi Abdürrezzâk es-Semerkandî tarafından asrın müceddidi olarak gösterilmiştir. Sadr, şeyhülislâm, kadı ve müderris gibi devlet hizmetindeki görevlilerle halk kitlelerinin temsilcileri durumundaki tarikat şeyhleri ve dervişleri arasında mücadele eksik olmazdı. Timurlu hükümdarlarının Sünnî olması ve Sünnî tarikatların bilhassa Şâhruh'un şahsında büyük bir koruyucu bulmasına rağmen Şiîlik cereyanı gittikçe güçlenerek XV. yüzyılın sonunda büyük çatışmalara yol açmıştır. Nihayet Sünnîliğin temsilcileri Şiîliğe karşı girişilen mücadelelerde başarı gösteremeyecek duruma düşmüş ve İran'da Şiîlik dinî görüşlerini mutaassıp taraftarlarından sağladıkları askerî güçle birleştiren, başlangıçta Sünnî esaslara sahip, ancak zamanla Şiîliğe intisap eden Safevîler'in ve İran'ın resmî mezhebi haline gelmiştir.

Timur seferleri esnasında günlük tutturuyordu. İlhanlılar'da büyük gelişme gösteren tarihçilik Timurlular zamanında da himaye görmüştür. Nizâmeddîn-i Şâmî ve Şerefeddin Ali Yezdî'nin Ẓafernâme'leri Timur'un başarılarını anlatır. Şâhruh'un saltanatının ilk yıllarında Netanzî'nin telif ettiği Münteḫabü't-Tevârîḫ-i Muʿînî genel bir tarihtir. Şâhruh devrinin en büyük tarihçisi hiç şüphesiz Hâfız-ı Ebrû'dur. Onun Şâhruh'a takdim ettiği Mecmûʿa ile Zübdetü't-tevârîḫ-i Bâysungurî (Mecmaʿu't-tevârîḫ) adlı eserleri meşhurdur. Abdürrezzâk es-Semerkandî'nin Maṭlaʿ-ı Saʿdeyn ve Mecmaʿ-ı Baḥreyn adlı eseri 830 (1427) yılından sonra verdiği bilgiler açısından değerlidir. Hüseyin Baykara ve veziri Ali Şîr Nevâî, Herat'a hâkim olunca Timurlu sarayı yeniden bir ilim merkezi haline gelmiş ve tarih alanında önemli eserler yazılmıştır. Bunlardan ilki Mîrhând'ın Ravżatü'ṣ-ṣafâʾ adlı yedi ciltlik kitabıdır. Mîrhând'ın torunu Hândmîr'in Ḥabîbü's-siyer'i de değerli bilgiler ihtiva eder. Hüseyin Baykara dönemindeki Herat'ta günlük hayat Vâsıfî'nin Bedâyiʿu'l-veḳāyiʿ adlı eseri sayesinde öğrenilmektedir. Bu devirde Farsça şiir gerilemeye yüz tutmuştur. Başlıca temsilciler olarak Hâfız-ı Şîrâzî ve Abdurrahman-ı Câmî sayılabilir. Ayrıca Ni'metullāh-ı Velî, Kāsım-ı Envâr tasavvufî şiirin önemli temsilcileridir.

Zengin şehir merkezlerinde İran şairlerini tanımış olan Timurlu mirza ve beyleri kendi dilleriyle de şiirler yazılmasını arzu ediyordu. Bu sayede yazılan şiirler, Ali Şîr Nevâî ile klasik İran örneklerinin mükemmelliğine eriştiği gibi Nevâî Muhâkemetü'l-lugateyn adlı meşhur eserini kaleme almıştır. XV. yüzyıl Çağatay edebiyatının ilk mühim siması olan Sekkâkî'nin divanı bugüne ulaşmıştır. Fars hâkimi Mirza İskender adına kaleme aldığı Maḥzenü'l-esrâr adlı mesnevisiyle tanınan Hârizmli Haydar Tilbe "Türkî-gûy" lakabıyla şöhret kazanmıştır. XV. yüzyılın ilk yarısının en güçlü şairi Lutfî'dir. Şairleri himaye eden mirzaların kendileri de Türkçe şiirler yazıyordu. Bunlar arasında Seyyid Ahmed, İskender ve Ebû Bekir zikredilebilir. Bazı beyler adına Uygur alfabesiyle eserler telif edildiği de görülmektedir. Mansûr Bahşî 1435'te Bahtiyârnâme'yi, Melik Bahşî 1436'da Mi'racnâme'yi kaleme almış, yine aynı yıllarda Tezkiretü'l-evliyâ yazılmıştır.

Zamanlarının büyük bir kısmını seferlerde geçiren Timurlu hükümdar ve beyleri eğlenceden de geri kalmıyorlardı. Timur'un seferleri sırasında ele geçirerek Semerkant'a gönderdiği sanatkârlar içinde bazı çalgıcı ve okuyucular da bulunuyordu. İbn Arabşah, Timur devri hânendeleri arasında Abdüllatif, Mahmud, Cemâleddin Ahmed ve Abdülkādir-i Merâgī'nin adlarını sayar. Clavijo'nun da anlattığı gibi kadın ve erkeklerin katıldığı toylar veriliyor, bu arada çalgılar çalınıp şarkılar söyleniyordu. Hüseyin Baykara devrinde Herat'ta biriken servet ve bunun sağladığı refah mûsiki meclisleri düzenlenmesini ve mûsikişinasların çoğalmasını sağlamıştır. Yine seferler esnasında Semerkant'a götürülen sanatkârlara ait mimari eserler ve onların duvarlarını süsleyen resimler kaynaklarda zikredilir. İbn Arabşah, Timur devrinin en büyük nakkaşı olarak Bağdatlı Abdülhay Hâce'yi zikretmektedir. Kendisi de hattat olan Mirza Gıyâseddin Baysungur, Herat'taki konağını zamanın sanat akademisi haline getirmiştir. Daha sonra Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî'nin şahsında yeniden koruyucu bulan sanatkârlar ortaya çıkmış, tabiat manzaralarını geleneksel unsurlarla birleştirerek kitap ressamlığında bir yenilik yapmayı başaran Bihzâd yetişmiştir. Yine devlet adamlarının sanatkârları koruması sonucunda meydana gelen eserler Batı'da "Timurlu rönesansı" tabirinin doğmasına yol açmıştır.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA