Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Niye biz Avrupa’yı ‘içermeyelim’?...

Türkiye'nin bir Batı sorunu var. Bu sağ siyaseti (ve düşünceyi) de sol siyaseti (ve düşünceyi de) çapraz kesiyor.
Tanzimat'tan bugüne kadar aklınıza gelen yazarların hepsinin Batı'yla şiddetli bir aşk ve nefret ilişkisi yaşadığı açıktır.
Bizim, sol ve sağ, bilinç dışımızı bu gerçek oluşturur. Kemal Tahir'le Nuri Pakdil, Peyami Safa'yla Cemil Meriç veya Attila İlhan arasında bu bakımlardan fark yoktur.
Bu değerlendirmelerin bir ortak noktası var: Batı'nın bize düşman olduğunu varsayıyoruz, düşünüyoruz, savunuyoruz. Yaşadığımız iki travmadan sonra, Osmanlı devletinin yıkılması ve Anadolu işgali, bütün gelişmeleri bu yönden ele alıyoruz.
Bugün de benzeri bir duygu içindeyiz. El-hak, haksız değiliz. Darbe girişimi sonrasında Batı'nın, Avrupa ve Amerika'nın, gösterdiği daha doğrusu göstermediği tepki kabul edilemez.. Yakın tarihin belki de en örgütlü, en bilinçli sessizliğiyle karşılaştık.

***
Ne var ki, Batı daima bir imkândır. Bu imkânı sonuna kadar kullanmak bir marifettir. Yok saymak zaten anlamsızdır da, sırt dönmenin, bir 'izolasyon politikası' uygulamanın da yararı ve işlevi yoktur. Niye olsun?
Ama bugün aramızda ciddi bir gerginlik var ve bu konuya geçen pazartesi yazdığım yazıda da değindim.
***
Ben sorunun iki noktada düğümlendiği kanısındayım.
Birincisi, Batı konusunda temel bir karar vermemiz gerekiyor. Bu kararın içinde 'tamam' olmamalı, 'devam' olmalı.
Hemen belirteyim: eğer Batı'nın ikiyüzlülüğü yoksa, eğer Batı çifte standart uygulamıyorsa, gerçekten Batı hukuk temeline dayalı bir 'kavramsa' Türkiye hem derhal tam üye yapılmalı, vize uygulaması (öyle veya böyle) kaldırılmalıdır. Ayrıca, darbe sonrasında, o faciadan sayılması gereken ve ne anlama geldiği çok açık olan sessizlik konusunda bir de özür dilemelidirler.
***
Bu onların yapması gereken. Ama bizim yapmamız gereken bir şey de var.
Elbette FETÖ denen 'gerçeği' onlara anlatmalıyız. Elbette darbe sonrası dönemi, OHAL olsa dahi demokrasi ve hukuk sınırları içinde tutmalıyız. Elbette toplumsal yapının dönüşümünü çok iyi ifade etmeliyiz. Hepsi doğru, hepsi yapılması gereken şeyler.
Gene de çok genel bir husus var belirtmem gereken. Bütün bunların özeti sayılabilecek o kavram 'kapsamak' ('contain'- 'içermek' de diyebiliriz)... Evet, daima yazılır ve zannedilir ki, Avrupa, bütün o 'bagajıyla' Türkiye'yi kapsamalıdır, kapsayacaktır. Doğrudur, öyledir. Fakat Türkiye de Avrupa'yı kapsamalıdır.
Yani, bütün eksiklerini, kısıtlamalarını, siyasi çıkar arayışlarını bilerek, bunları bir nebze olsun unutmayarak Türkiye, Avrupa'yı 'kapsamalı', onu yanında tutmalı, onunla siyaset yapmalıdır.
Üstelik bunu, Avrupa'nın karşı olduğunu adımız gibi bildiğimiz Erdoğan yapmalıdır. Erdoğan yönetimi bunu, ifade etmekten bir an çekinmediği Müslüman kimliğiyle gerçekleştirmelidir. Bu sadece Türkiye için değil, bütün Müslüman âlemi için önemli bir özelliktir.
Osmanlı bunu böyle yaptı. Avrupa'nın, bağrında, bir Müslüman devlet istemediğini bilse de, özellikle son dönemde bu yaklaşımı sürdürdü. O nedenle o döneminde bile 'düvel-i muazzama'nın bir parçası olabildi, kalabildi.
Sıra bizde...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA