Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Bir O. Henry öyküsü daha.. Kaktüs!.

İşte size Pazar günü için gene sürprizli bir O. Henry öyküsü.. Çocukken okuduğum bu öyküyü Müjde Dural'dan buldum, internette ve ordan yararlandım.

*

Zaman hakkındaki en dikkate değer şey tamamen göreceli olduğudur. Boğulmakta olan adamın gözlerinden bütün hayatının film gibi geçmesi, ya da insanın eldiveni çıkarırken, yaşadığı bir aşk macerasını tümüyle, yeniden gözden geçirmesi eski bir inanış değildir.
Bekar evinde, masasının yanında duran Trysdale'in de yaptığı buydu. Masanın üzerinde kırmızı toprak saksıda yeşil bir bitki duruyordu.
Kaktüs familyasındandı., Uzun, ahtapotun kolları benzeri dalları, en ufak rüzgarda tuhaf bir şekilde sürekli sallanıyordu.
Trysdale'in arkadaşı, gelinin abisi büfenin yanında, tek başına içmek zorunda bırakıldığından yakınıyordu. İkisi de takım elbise giymişlerdi.
Ceketlerindeki beyaz düğün armaları evin loşluğunda yıldız gibi parlıyordu.
Trysdale yavaşça eldivenlerini çıkartırken zihninden hızla son birkaç saatin canını yakan eleştirisi geçti.
Sanki burnunda hala nikahın kıyıldığı kilisedeki çiçek yığınının kokusu var gibiydi.
Kulaklarında da binlerce kibar, görgülü insanın alçak sesli uğultusu, hışırdayan elbiseler ve özellikle de rahibin onları birbirine verirken söylediği sözler.
Kilisedeki bu dönülmez, umutsuz son bakışları sırasında, alışkanlık olmuş gibi, o kadını nasıl ve neden kaybettiğini düşünmeye uğraşmıştı..
Şİmdi katı gerçekle fena halde sarsılmış bir halde kendini birdenbire daha önce hiç yüzleşmediği bir şeyin karşısında buldu..
Taa derinlerdeki, bağışlanamaz yalın benliğinin..
Vaktiyle üzerine giydiği bencillik, yalancılık giysilerinin şimdi paçavraya döndüğünü gördü. Ruhunun bu giysileri geçmişte, diğer insanları üzmüş ve onlara bıkkınlık vermiş olmalıydı.. Bu düşünceyle omuzlarını silkti.
Kibir ve gurur?
Zırhı bunlarla örülmüştü ve gelin bunların ikisinden de ne kadar uzaktı.. Fakat niçin?...
Gelin koridorda yavaş yavaş mihraba doğru yürürken, adam kendisine destek verme amacını güden değersiz, kasvetli bir gurur hissetti.
Kendi kendine kadının yüzündeki solgunluğun sebebinin az sonra kendini vereceği adam değil de başka bir şey olduğunu düşündü.
Fakat bu zayıf teselli bile onu kandıramadı.. Çünkü damadın elini eline aldığı zaman, kadının duru, hızlı, gülümsemesini gördüğünde, unutulacağını biliyordu.
Vaktiyle aynı bakışı görmüştü ve anlamını çözmüştü, çünkü..
Gerçekten gururu paramparça olmuş, son parçası da gitmişti, Neden bu şekilde bitmişti?
Aralarında hiçbir tartışma geçmemişti oysa.
Tek bir tane bile..
Rüzgarların aniden tersine esmesinden önce, kafasında binlerce kez son birkaç günün olaylarını düşünmüştü.
Kadın, onu daima göklere, tahtlara çıkartmış ve o da kadının bu hayranlığı ve saygısını krallar gibi haşmetle karşılamıştı. Önünde her zaman hoş bir pohpohlama tütsüsü yakıyordu.
Çok mütevazi (kendi kendine söyledi), çok çocukça ve tapınırcasına ve (bir keresinde yemin etmişti) çok içten..
Kadın sayısız yüksek nitelikleri, yetenekleri adama atfederek ona yatırım yapmıştı ve adam da kendisine sunulan bu nimetleri çiçek açma veya meyva vermeye söz vermeyen bir çölün yağmuru içmesi gibi içmişti.
Trystale sıkıntıyla öteki eldivenini de çıkarttığında, o ahmak ve kederlenmekte geç kaldığı egoizminin yerine, bu taçlandırma canlı bir şekilde gözlerinin önüne geldi.
Bir gece vaktiydi, kadından kendi tahtına gelmesini ve haşmetini paylaşmasını istemişti. Kendisine acı vereceği için kadının o geceki güzelliğini düşünmemeye çalıştı. Saçlarının dalgalanışı, bakışlarındaki ve sözlerindeki bakire çekicilik, güzellik. Fakat bu kadarı kafiydi ve bunlar adamın konuşmasına sebep oldu.
Konuşurken kadın şöyle demişti..
"Kaptan Carruthers bana senin İspanyolca'yı, İspanyol halkı kadar iyi konuşabildiğini söyledi. Bu yeteneğini neden benden sakladın? Bilmediğim bir şey var mı?" Şimdi, Carruthers budalanın tekiydi, kuşkusuz.
Trysdale sözlüklerin arkasındaki çeşitli şeylerden bulup çıkarttığı eski, İtalyanca bir deyimle kulüpte hava attığı için suçluydu.
Bazen böyle şeyler yapardı. Carruthers onun iradesiz hayranlarından biriydi ve bu müphem engin bilgelik gösterisi karşısında büyülenen ilk kişiydi.
Fakat heyhat, kadının hayranlığı çok hoş ve insanı pohpohlayıcıydı. Yalanlanmadan bu pohpohlamayı da oluruna bıraktı. Protesto etmeksiniz bu sahte İspanyolca bilgisine kadının hayran kalmasına izin verdi.
Bu iltifatların mağrur başını şereflendirmesine izin verdi ama saçlarının yumuşak kıvrımlarındaki sonradan kendisine batacak dikenleri fark etmedi.
Kadın ne kadar mutlu, utangaç, ürkekti!
Adam, büyüklüğünü kadının ayakları altına serdiğinde nasıl da kafese konmuş bir kuş gibi çırpınıyordu! Adam kadının gözlerinde yanılgıya yer vermeyen "Evet" diyen bakışları gördüğüne yemin edebilirdi, şimdi de yemin edebilirdi fakat kadın nazlı bir şekilde ona hemen cevap vermedi.
"Cevabımı yarın vereceğim" dedi.
Anlayışlı, zaferinden emin adam, gülümseyerek ona bu mühleti verdi.
Adam ertesi gün sabırsızlıkla odasında cevabı bekledi, bekledi..
Öğleyin kadının uşağı geldi ve ona kırmızı saksıdaki tuhaf kaktüsü getirdi. Ne bir not, ne bir mesaj vardı, sadece bitkinin Latince veya başka bir dilde isminin yazıldığı bir etiket vardı, o kadar..
Akşama kadar bekledi fakat cevap gelmedi.
Büyük kibiri ve incinmiş gururu yüzünden kadını aramadı. İki gün sonra bir akşam yemeğinde karşılaştılar. Selamlaşmaları alışılagelmişti, fakat kadın adama nefesi kesilmiş, merak içinde ve arzuyla bakıyordu. Adamsa, kibar, katıydı ve hala bir açıklama bekliyordu.
O da kadınca bir çabuklukla adamın davranışlarındaki ipucunu yakalayıp buz kesildi.
Böylece, birbirlerinden uzaklaştılar.
Hatası neydi? Kabahat kimdeydi?
Şimdi mütevazi bir halde, cevabı kendi gururunun kalıntılarında arıyordu. Eğer..
Odadaki diğer adamın mızmızlanmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı.
"Baksana Trysdale, neyin var senin?
Sanki, sen evlenmiş gibi mutsuzsun..Oysa yaptığın sadece suç ortaklığı.. Bak bana..
Fedakarlığa suç ortaklığı yapmak üzere Güney Amerika'dan iki bin mil uzaktan sarımsak, muz yüklü bir gemiyle gelmiş bir yardakçıyım ben de.. Bir tanecik kız kardeşim vardı, şimdi o da şimdi verdim, gitti. Hadi, vicdanını rahatlatacak bir şey iç." Trysdale "Şimdilik içmiyorum, teşekkürler" dedi.
Öteki, ona katılırken " Haklısın..Senin içkilerin berbat" dedi. "Bir gün Punta Redonda'ya gelip bana uğra ve yaşlı Garcia'nın kaçak getirdiği şu eski içkileri dene. Seyahatine değer. Ooo!. İşte eski bir tanıdık! Bu kaktüsü nerden buldun, Trysdale?"
Trysdale "Bir dostumun hediyesi, türünü biliyor musun" dedi.
"Şey, tropik bir bitki.. Punta'da her gün yüzlercesini görürsün, üzerinde ismi yazan bir etiket var, İspanyolca biliyor musun Trysdale?"
Trysdale acı bir gülümsemeyle "Hayır.. O etiket İspanyolca mı?" dedi.
"Evet!. İspanyollar, bunun dallarının el sallayarak insanı çağırdığına inanırlar ve bu yüzden çiçeğe Ventomarme derler.. "Gel ve beni al" demektir. "

***


Öyle Bir İstanbul ki Aşk!
Yılmaz Erdoğan gene nefis bir şiir kitabı yayınladı..
"Bin Aşık Yılı Uzakta!" Yılmaz'ı artık tanımayan yok.. Ama dizelerinin lezzeti bir başka.. Sevgili dostum Dr. Erdoğan (Karatay) Frankfurt'a dönerken almıştı. Şu sıralar bakmaya vakit buluyor mu bilmem, ama, Yılmaz'ın bu şiirini yolda uçakta okumuş, bana da şiddetle tavsiye etmişti.
İçinde yaşayıp, ama şu sıralar bahçemizden ötesini göremediğimiz İstanbul'u hayal etmek için birebir dizeler bunlar.. İşte "Öyle Bir İstanbul ki, Aşk!.

Öyle bir İstanbul ki aşk,
Bir kalbin iki yarısında
Garibin iki yakasında
Ekmek ile balık arasında

Ne zaman ilham makamında ikrar,
Kelime sökün hem yekûn
Hem bir teşekkül.

Karışık suretine asıl
Ve ikbal
Ve eski şehir efsaneleri
Kanallarında şahmaran dolaşan,
Kendi çıkardığı yangınlara koşan
Tulumbacı teraneleri
Bu şehri en güzel düşünen adam
Aşiyan'da bir Orhan Veli..

Bırak ellerimi gider olmuşum
Gider gösterilmiş ve kaydı tutulan
Sanki maiyetiyle birlikte kabul salonlarında
diplomatlar,
Boyunları kırık, şapkalarında batıcıl tüyler,
Ölüm fermanları, dakika başı infaz ve Sadabad
Çiçek devirleri,
Amsterdam'a sarı bir kocaya kaçırılan
Pembe laleler..

Öyle bir İstanbul ki aşk,
Tüm şarabi şairlerin
Cümle uyakları,
Yalnız yazdığını yaşayan,
Hayal şehirlere mahsus
Bir yalnızlık içeren,
Epeyce rutubetli,
Sanki kimseyi ıslatmayan bir yağmur şekli..

Öyle bir İstanbul ki aşk,
Milyon yükü insan seli
Tarifsiz, tarifesiz, çamurlu
Kamusal alanların iç işleri,
Ne zaman sevsen bahar
Ne zaman yağmuru övsen,
Sel mağduru mahalleler.

Gemileri martılara koşan
Her rüzgarda,
Kendisi gibi imkansız kokan,
Kirli bekar evlerin kül tablalarında
Cemal Süreyya dizeleri.

Kavuklu yemiş ve toz içindedir halılar
Devlet ve ihtilal ve cümle ihtimal üzerine
Samatya'da kelle ayıklayan eller.
Hınzır ve günceldir belki de,
Hala yağlı bir akşamdır
Sigorta hastanesinde
Loş floresan ve bisküvi,
Sanki babaannem hala fizik tedavide
Nefes almayan bir koridorun sonunda
Ama keyfi yerinde,
Çünkü hastanede..

İçinden tren geçen gecelerin
Ani çığlıklar kapsamında,
Çıplak terli bir sarışmanın
Bostancı semtine bıraktığı aura.

Sinemalarda orta yaşlanmış
Hangi ak düşer ne zaman kimin saçlarına,
Yarım kalmış bir cinnetle
Yedi tepeli bir cennet arasında.

Öyle bir İstanbul ki aşk..

Aşırı kaloriferli bir bodrum katında
Muhtemel aşk girişimlerinin kıyı bandında
İsimleri geçer
Her yazdığım şarkının,
Eski Galata Köprüsü'nü ilgilendiren kısmında.

Sazcılar Yokuşu'ndan ayıp yerlere akan,
Aysel diye birinin,
Balkon diye bir yerden,
Zemin adında bir yere çakılan,
Muayyen hayatı üzerine bir roman,
Hiç bir zaman yazılmayacak olan.

En çok şairi üzen
Her vazgeçiş
Her unutulan
Hep kentsel dönüşen
Hep yeniden kurulan.

Öyle bir İstanbul ki aşk
Bir kalbin iki yarısında
Garibin iki yakasında
Ekmek ile balık arasında..

Haziran 2015-Eylül 2019

***


Pazar Neşesi
Son zamanlarda filmlerden fazla mı etkilenir olduk!. İki sene evvel soygun yapan bir çetenin izini bulmuş polisimiz nihayet ve geçen hafta beş kişilik çetenin tümünü yakalamış.. Hepsi kadın iyi mi?.
Tam da o yıllarda George Clooney'in "Ocean" adlı çetesinin filmlerine paralel bir "Kadın Çetesi" filmi oynuyordu sinemalarda iyi mi?.
Haberi okurken, dostum, ülkemizin önde gelen savcılarından Asım Ekren'in bana yolladığı fıkra geldi aklıma..
Bu haftanın neşesi de Asım Savcımdan olsun..
*
Japonlar hırsız yakalayan robot icat etmişler. Beş dakikada 150 hırsız yakalamış.
Amerika'da beş dakikada, 100 hırsız yakalamış.
Fransa'da beş dakikada 80 hırsız yakalamış.
İtalya'da beş dakikada 50 hırsız yakalamış.
Türkiye'de beş dakikada robotu çalmışlar.

***


Latin Sözleri
"Nemo doctus unquam, mutationem consilii inconstantiam dixit esse."
"Hiçbir bilge, karar değişikliğine döneklik demez!
Cicero

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA