On dokuzuncu yüzyılda sanayileşmede de, siyasi birliğini oluşturmada da geç kalmışAlmanya, boynuzu Avrupa kulağını geçince, yirminci yüzyılda iki kere o Avrupa'da "hâkimiyet" kurmaya kalktı. 1914'te "militarizm" yoluyla denedi, başaramadı. 1939'da buna "faşizmi" de ekledi, gene başaramadı. İlkinde ekonomisi yıkıldı, ikincisinde her şeyi. Milyonlarca da insan öldü. Bizde, halk arasında, "efendim bu Almanlar yirmi senede bir dellenip dünyayı ele geçirmeye kalkarlar, bir tokat yiyip otururlar" esprisi yaygındı...
Çok kısa sürede toparlandı ve bugün "liberal kapitalizm" yoluyla nihayet başarmış gibi görünüyor. Avrupa Birliği, Almanya sayesinde, Alman gücüyle ve parasıyla ayakta duran, ortak bir anayasası, hükümeti ve ordusu bile bulunmayan, iğreti bir birliktir. Fransa onun dümen suyunda gitmektedir.
Başlangıçta "bir daha Fransa- Almanya savaşı yaşanmaması" için düşünülen birlik bir şekilde amacına ulaşmış, Fransa sonunda pes etmiş ve Alman hegemonyası altına girmiştir. Bu sefer barışçı yoldan, demokrasi içinde. Eh, İngiltere'den gene bir tepki beklenecekti tabii...
1914'te olduğu gibi, 1939'da olduğu gibi. Şimdi İngiltere birlikten ayrılmayı düşünüyor. Zaten "gönülsüz" girmiş, parasını değiştirmeyi bile reddetmişti. Eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson geçen gün bütün bunları dile getirmeye çalışmış, Hitler'i hatırlatmış. Epey gürültü kopmuş. Elbette Angela Merkel, bir Adolf Hitler değildir. Fakat meseleye "kozmik" açıdan bakarsanız, İmparator Wilhelm, Hitler ve Bayan Merkel bir noktada, "nihai amaçta" birleşiyorlar: Avrupa üzerinde Alman ağırlığı.
İlkinde bizi sömürge niyetine kullanmaya kalkmışlar, ikincisinde iyi geçinmeye bakmışlardı (Hitler ile İnönü arasında derece farkı, uygulama farkları vardı ama "temel" bir anlaşmazlık ve uyuşmazlık yoktu!) Yugoslavya'nın parçalanmasına destek oldular, Hırvatistan'ı koparıp aguşlarına aldılar, Katolik olduğu ve Batılı sayıldığı için.
Bizi de bölüp daha kalkınmış batı kesimimizi almaya lütfen razı olacaklar. Birçok Türk aydını da buna razıdır!
Tabii istedikleri, kafa tutan Tayyip Erdoğan'dan "kurtulmuş"(!), kılkuyruk bir siyasetçinin, tercihan gene Enver gibi "manipüle" edebilecekleri bir kuklanın eline düşmüş, uydulaşmış, "uysal" bir Türkiye'dir. Meseleye bu açıdan bakınız, Gezi olaylarını da şıpın işi anlarsınız.
Engin Ardıç/Sabah
Sömürgecilere zorunlu olarak katlanma, gönüllü olarak davet etmeye dönüştü. Bölge ülkeleri önce haritalar üzerinden milliyetçi duygularla coğrafyasına yabancılaştırıldı; derken mezhepçilikle, etnik-mikro milliyetçiliklerle mühürlendi. Yerliler ve Batı görmüş, eğitimli azınlık arasında da bir gerilim hattı oluşturuldu. Yani, bir ülkeyi, hatta bir bölgeyi, yönetilebilir-güdülebilir kılmayı sağlayan bütün fay hatlarına yatırım yapıldı. Hepsi de, Batı'nın kendi kazanımlarını tehlikede gördüğü zamanları sağlama almak amacıyla önceden çalışılmış hatlar ve çoğu Sykes-Picot ile yaratılan coğrafi kırılmadan besleniyor.
İstemedikleri türde bir güç temerküzü oluştuğunda, o kırılmalar işlevsel koridorlara dönüşüyor kendileri için. Başına buyruk bir irade belirdiğinde mesela, kimi zaman kendi medyaları ve kampanya direktörleri eliyle, o yetmediğinde itaatini sağladıkları bir bürokratik örgütlenme eliyle, o olmazsa mezhebi ya da etnik bir ayaklanmayla, giderek örtülü CIA operasyonları ya da uluslararası mahkemeler, uluslararası askeri koalisyonlar devreye sokularak istenen sonuç alınabiliyor.
Ya en azından bir evrede ortaya çıkacak sonuçların tohumları ekilebiliyor. Tabii o tohumları ekerken bir şeye güveniyorlar: Halk nazarında meşruiyet kazanmış siyasi hareketlerin o meşruiyeti uzun süre koruyamayacaklarına ve ektikleri tohumları itinayla yeşertecek basiretsizlikler yapacaklarına.
Kazanımları tehlikede olmadığı zaman ya da maliyet hesabı gereği astarı yüzünden pahalıya gelecek yerlerde fakirlik, insan hakları ihlalleri, savaş suçları, ortaya saçılmış binlerce işkence fotoğrafı, kimyasal gaz kullanımı gibi durumları "alakasız" etiketiyle rafa kaldırdıklarını zaten biliyorsunuz. Öyle ki, mülteci sorunu gibi, artık kendilerini tehdit eder hale gelmiş durumlarda bile, ellerini taşın altına koymuyorlar da, eli taşın altında olanlar, sırf bu fedakârlıklarından dolayı kendilerine moral üstünlük sağlayamasınlar diye çabalıyorlar.
Sykes-Picot sadece bir bölüşüm anlaşması değil; süregelen, devam eden düşük çözünürlüklü bir kuşatmanın da sembolü. Bugüne kadar egemenlerin işini gördü. Ama deniz bitiyor, sona geliniyor. Yeni arayışlar için dönüp yeniden eskiyi kurcalamaları bundan. New York Times, 100 yıl önceki bir diğer senaryoyu, 1919'da ABD BaşkanıWoodrow Wilson tarafından hazırlatılan diğer haritayı hatırlatmaya gerek duymuş mesela. Nick Danfort imzalı "Farklı sınırlar Ortadoğu'yu kurtarabilir miydi?" başlıklı yazıya, Anadolu topraklarını Ermenistan ve Kürdistan arasında paylaştıran, Irak'ın yerinde ne idüğü belirsiz bir Mezopotamya'ya yer veren, İzmir'i otonom bölge, İstanbul'u ayrı bir devlet olarak gösteren eski harita eşlik etmiş. "Sykes-Picot yine iyiydi" denmek istenmiş. "Wilson haritasını mı yapsaydık?" Bir yanıyla tarih kılıflı acemi gözdağı verme çabası. Bir yanıyla buram buram çaresizlik kokuyor.
Nihal Bengisu Karaca/Habertürk
Mecliste, Lozan Konferansı'nda, Türkiye'yi Ankara hükümetinin mi, İstanbul hükümetinin mi temsil edeceği müzakereleri yapılırken, içinde Milli Mücadele kahramanlarının da olduğu vekiller hilafet ve saltanatın ayrılmazlığı ilkesini savunurken, Mustafa Kemal görüşmelere bu konuşmayla son vermiş ve saltanatın hilafetten ayrılarak kaldırılmasını sağlamıştır. Aynı kendisinin dediği gibi bu rejim değişikliği bir emrivaki ile, bir gözdağı ile gerçekleştirilmiştir. Milletvekillerine 'sizin kellenizi alırım' diyerek kan tehdidiyle yapılan bir değişiklik söz konusudur.
1924 Anayasası da, kan vaadinin gerçekleştirilmesiyle yapılmıştır. Takriri Sükûn kanunuyla basın susturulmuş, meclis muhalefeti sindirilmiş, hilafetin kaldırılmasına razı olmayan Ali Şükrü Bey katledilmiş, alimlerimiz ve kanaat önderlerimiz ya asılmış ya da sürülmüş, hilafet kaldırılmış ve 1924 Anayasası yapılmıştır.
1961 Anayasası da farklı değildir. İlk kez 10 yıllık bir çok partili sistem deneyiminden sonra ordu yönetime el koymuştur. Başbakan Adnan Menderes ve bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. Darbeye giden süreçte CHP lideri İsmet İnönü'nün "Bu yolda devam ederseniz, sizi ben de kurtaramam" dediği ve tam da o dönem, Güney Kore'de gerçekleşen askeri darbeyi ima ederek "Türk ordusu Kore ordusundan daha az şerefli değildir" dediği de bilinir.
1982 Anayasası'na giden süreç de ortadadır. "Şartların olgunlaşmasını bekleyen" ordu, vakit zaman gelince yönetime el koymuştur. 'Sağdan soldan' gençleri asmıştır. İnsanlar ya sürgüne kaçmış ya hapse girmiştir. 1961 Anayasa sürecinde olduğu gibi darbecilerin makbul hukukçuları anayasayı hazırlamıştır.
Bugün ilk kez, halkın onayına sunularak, lehinde ve aleyhinde propagandanın serbest olduğu bir referandumla sivil bir anayasa yapma imkânımız var. Ancak Kılıçdaroğlu, CHP'nin ve yerleşik rejimin 'kan geleneği'ni sürdürerek halka yine tehdit, gözdağı ve ölüm vaat ediyor. "Böyle bir başkanlık sistemini, bu ülkede kan dökmeden gerçekleştiremezsiniz. Açık ve net söylüyorum" diyerek vazifesinin gereğini yapıyor. Tüm kan isteyenlere inat, halk, ilk kez doğrudan sözünü söyleyerek, barış içinde kendi iradesinin gereğini yapacaktır. Kan bekleyen zalimlere, bu kez bu hikâyede yer yok.
Hilal Kaplan/Sabah
Kemal Bey bir siyasi ve hatta bir kişi olarak ciddiye alınma hakkını kaybedeli çok oldu. Ama bu düşük durum, Kılıçdaroğlu'nu temsili olarak CHP'nin başına getirenlerin ne yapmaya çalıştığını görmemizi engellemez. Paralel örgütün ürettiği şantaj-montaj kasetlerle ve argümanlarla seçimlere girip 2 yılda 4 seçim kaybeden Kılıçdaroğlu, bir yandan Baykal'ın hatırlattığı gibi CHP'yi HDP (=PKK) siyasetine teslim ediyor, bir yandan terör örgütlerinin döktüğü kan için mazeret üretiyor. Bırakın ana muhalefet partisinin sahip olması gereken aklı sağduyuyu taşımayı, baraj aşacak takati olmayan pek çok partinin bile "marjinal" bulup tevessül etmeyeceği işlere balıklama atlıyor CHP. "Marjinal" kelimesinin bile "normal" kaldığı, "kriminal" bir CHP var artık karşımızda.
Kılıçdaroğlu'nun kifayetsiz bir Kemal Bey olduğu iyice anlaşıldığı için CHP'nin içinde bulunduğu siyasi acziyet, her konu rejim tartışmalarına getirilerek örtülmek isteniyor. Aile Bakanı'na yaptığı ve sokakta biri dese, ağzının burnunun kırılacağı bir cümleyi kürsüden kuruyor Kılıçdaroğlu. Ayıplanıyor, yerin dibine sokuluyor ama o utanmıyor. Lüzumsuz bir laiklik tartışması başlıyor. CHP "kanımızın son damlasına kadar..." diyerek burun deliklerini şişirmeye başlıyor. Laik teyzeler nihayet sıra geldi diye düşünüp 1990 model bir aksiyonla yapma maket parçalıyor. Demokratik hükümet sistemlerinden biri olarak başkanlık tartışılıyor. Kifayetsiz Kemal Bey, "kan dökmeden başkanlığı getiremezsiniz" diyor.
Siyasi bir sıkışmışlık yaşıyor Kılıçdaroğlu'nu hala başında tutan CHP. O yüzden siyasi zeminde konuşulup tartışılacak, olacaksa da anayasal hükümler çerçevesinde TBMM'de ve nihayetinde halkın oyu ve rızasıyla olacak sistem tartışmalarını rejim tartışmasına çeviriyor. Lakin laf kalabalığı, kan ve küfür; acziyet ve kifayetsizliği örtmeye yetmiyor. PKK 13 sivili katletti, Demirtaş destekledi! Dün Diyarbakır'da PKK'nın taammüden katlettiği sivillerden 13'ü defnedildi. Tabutlarda taşınan 13 kişinin toplam ağırlığı 60 kiloydu. Sadece 60 kilo. Öyle parçalanmıştı ki vücutları, patlamanın olduğu ve kratere benzer o derin çukurun civarında günlerce sevdiklerine ait bir parça aradı durdu yakınları. Tanışıklı köyü, Dürümlü köyü, Sarıkamış mahallesi, Diyarbakır ili, tüm Türkiye aynı acıyla yandı, kahraman köylüleri rahmetle ve şükranla andı ama ne HDP'den bir ses çıktı, ne 1128 terör destekçisi akademisyenden, ne PKK insan hakları örgütü İHD'den. PKK suçu "yerel işbirlikçiler" dediği maktüllere atınca Demirtaş da yalandan "saldırıyı kınıyorum" diyerek sırasını savdı. Yarından tezi yok, barış demeye başlar katiller.
Fadime Özkan/Star
PKK'ya ait 15 ton patlayıcı dolu bir kamyon Diyarbakır'ın Sur ilçesine bağlı Dürümlü mezrasında patlatıldı. Patlamanın gerçekleştiği yerde 20 metre genişliğinde bir çukur açılırken 4 köylü hayatını kaybetti, 23 kişi de yaralandı. 12 köylü ise bir anda ortadan "kaybolmuştu!" Olay yeri inceleme ekipleri patlama alanında titiz bir çalışmaya başladılar. Kayıpların yakınları patlamanın açtığı dev çukurun başında yere çömelip, elleri çenelerinde gece gündüz onları izliyordu.
Kesin sonucu ise Adli Tıp Kurumu açıkladı. Patlamanın ardından kaybolan köylülerin akıbeti belli olmuştu. İpucu, olay yeri inceleme ekiplerinin kendilerine teslim ettiği delil torbalarının içindeki "parçalardaydı."
Evet 12 kayıp Kürt köylü toplamı 60 kilo bile çekmeyen poşetlerin içine sığmıştı. Dün her bir "poşet" teker teker 60 kiloyu rahatlıkla taşıyacak tahta tabutların içine konuldu ve Dürümlü'de toprağa gömüldü. Gazetelerin ve televizyonların pek çoğu bu "olayı", "öylesine" görmekle yetindi. İnsan hakları örgütleri ve ABD'nin Ankara Büyükelçiliği sessizdi. Cenaze töreni devam ederken, Meclis'te, teröre destek verdikleri için dokunulmazlıklarının kaldırılması oylanan PKK'nın yasal kanadı HDP'den bir açıklama geldi. Seçmenlerini barikat direnişine çağıran partinin eş başkanlarından erkek olanı 13'ü ancak 60 kilo gelen ve çoğunluğunu seçmenlerinin oluşturduğu insanlar için şu açıklamayı yaptı: "Böylesi durumda sorumluların çıkıp özür dilemesi gerekiyor." Böylesi durum? Sorumlular? Özür? Ne bizde ne de dünyanın başka bir yerinde "böylesi" görülmüş müdür sizce?
Melih Altinok/Sabah
Diyarbakır'ın Sur İlçesi'ne bağlı Tanışık Köyü'nde PKK'nın gerçekleştirdiği korkunç katliamın bir benzeri daha yok. Tahminen 15 ton bomba yüklü bir kamyonu patlatan PKK, 13 köylüyü geride parçası kalmayacak şekilde küle dönüştürerek katletti. Devletin köylülerin parçalarının dahi bulunamayacak şekilde öldürülmesini anlaması bile günler sürdü. Böyle bir vakayla bugüne kadar karşılaşılmadığından 13 köylünün önce kayıp olduğu düşünüldü; ancak detaylı inceleme ve DNA eşleştirmesinin ardından köylülerin çok küçük parçalara ayrıldığı, yani patlama esnasında küle dönerek hayatlarını kaybettikleri belirlendi.
Bu korkunç tablo aslında PKK gerçeğini de çok iyi anlatıyor. PKK, katıksız bir şiddet hareketi ve terör örgütüdür. Örgütün Kürtlerle olan bağı veya ilişkisi de ölme ve öldürme fiiliyle sınırlı. PKK 40 yıldır sürdürdüğü terörle kanlı bir döngü yarattı; Kürtler bir türlü bu örgütten kurtulamadığı gibi ölümden de bir türlü kaçamıyor. Ölüm 40 yıldır her yerde onları buluyor.
PKK'yı "Kürt hareketi" olarak nitelendiren kesimler aslında en büyük hakareti, küfrü, düşmanlığı Kürtlere yapıyor. Kürtlere ölümden, acıdan, gözyaşından başka bir şey vermeyen bir terör şebekesini "Kürt hareketi" olarak tanımlamak ne kadar doğrudur? Hâlâ bu ülkenin en büyük medya gruplarında, televizyonlarında, gazetelerinde PKK "Kürt hareketi" olarak anlatılmaya devam ediyor. Emsalsiz katliamlarına rağmen örgütü "Kürtlerin temsilcisi" olarak empoze etmeye devam ediyorlar.
Bu çevreler, PKK'yla masaya oturmayı ve örgütle müzakere etmeyi de "demokratik siyaset" olarak pazarlıyorlar. Bu terör örgütüyle masaya oturmaya kalkan kim olursa olsun ancak ve ancak kendisini bu örgütle eşitlemiş olur ki, milletin gözünde bundan sonra PKK'yla masaya oturmanın başka hiçbir anlamı yoktur ve olamaz.
Kurtuluş Tayiz/Akşam
Yeni genel başkanın kim olacağı ile ilgili temayül yoklamaları yapılıyor. Bu sürecin bu şekilde ilerlemesinde partinin kurumsallaşma becerisi yatıyor. Bütün yersiz, haksız eleştirilere rağmen bu böyle. AK Parti, bu ülkedeki bütün siyasi partiler içinde en kurumsallaşmış olanı. AK Parti'nin kurumsallaşabilmesi ve olağanüstü durumlarda dahi işleyişini sürdürebilmesinde partinin kurucu lideri Erdoğan'ın büyük bir rolü var. Erdoğan'ı "otoriterlik"le ve "tek adam"lıkla itham edenlerin dönüp de kurduğu partinin işleyişine bakmaları gerekir.
Eğer dikkatli bakarlarsa, partide Erdoğan'a atfedilen birçok hamlenin "ortak akıl" sonucunda ulaşılmış pratikler olduğunu göreceklerdir. Hiç kuşkusuz AK Parti'nin bu kurumsallaşmış yapısı yeni genel başkan tarafından da dikkate alınması gereken bir husus. Yetkili kurulların varlığı ve işleyişi söz konusu kurumsallaşmanın en önemli göstergesi. Aynı şeyi, Türkiye'de bir başka parti için söyleyebilir miyiz? Hatırlarsanız CHP 7 Haziran'dan önce adaylarını bir "önseçim"le belirlemişti. O vakitler, Doğan medyası başta olmak üzere birçok medya aktörü "CHP'de parti içi demokrasinin ne denli güçlü" olduğundan bahsetmişlerdi. Oysa o ön seçimler Kılıçdaroğlu'nun parti içi muhalefeti tasfiye etmek için bulduğu bir yöntemdi. Bunun için de partinin yetkili kurullarını atlatması gerekiyordu. Ve onu yaptı.
Evet, AK Parti bir yandan yeni genel başkanını belirleme arifesindeyken diğer yandan Meclis'te dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili bir sürece öncülük ediyor. Teröre destek veren milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusu, bugün Türkiye siyasetinin en hayati konularından biri konumunda. Nitekim TBMM bu hafta dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği teklifi için çalışacak. PKK ve HDP dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili ciddi bir endişe taşıyor. Bu endişeyi gizlemek için tehditler savuruyorlar.
Şimdiden "iç savaş çağrıları" yapıyorlar. Fakat bununla sınırlı değil yaptıkları. CHP ile bir olup AK Parti'de bir gedik açmaya çalışıyorlar.
Psikolojik harbin en bilindik metotlarını kullanıyorlar. İki laflarından biri "dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır oyu verecek AKP'liler." Güya HDP'liler "dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır diyecek AKP'li milletvekillerine destek" için oylamalar sırasında Meclis'te olacakmış. CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun derdi ise başka. Kılıçdaroğlu kendi seçmeninden korktuğu için "evet" diyeceğini söyledi. Sonra partisinin "resmen CHP'li ama gönülce HDP'li Gezici vekilleri" itiraz etti. Kılıçdaroğlu foyası çıkmasın diye bir yandan onlara dönüp "bunları medya üzerindenkonuşmayalım" ricasında bulundu. Topluma da dönüp "AKP fire verecek" propagandası yaptı. Dokunulmazlıkların kaldırılması konusu toplumda büyük bir beklenti. Ve haklı bir beklenti. Bunca olan bitene, terör olaylarına rağmen AK Parti'nin bir fire vereceği kanaatinde değilim. Eğer verilirse bu süreçte rol alan herkes tarih ve toplum önünde bedel öder.
Fahrettin Altun/Sabah
MHP Genel Merkezi'nde parti içi muhalefetin kurultay arayışına'sipariş proje' gözüyle bakılıyor. Bahçeli'nin strateji ekibinde yer alan isimlerden biri dün bana, "7 Haziran sonrası yüzde 60 blokunda yer almadığımız için intikam almak istiyorlar" dedi. Cumhuriyet Gazetesi'nin 'Asena Meral Akşener' manşetleri attığı, Akşener'in de "benim çocuğum da gezi eylemlerine katılmıştı"diyerek bu pasa cevap verdiği, paralel yapının elinde kalan yargı gücünü seferber edip, propagandistlerinin muhalifler lehine güzellemeler yaptığı bir ortamda "yüzde 60 blokunu bozduğu için" Bahçeli'nin hedef adam haline geldiği iddiası yabana atılamaz. Bahçeli'nin etrafındakilerin bu aralar kullandıkları cümlelere "yerli ve milli" tabirini yerleştirmiş olmaları da üzerinde durduğumuz konu bağlamında dikkat çekiciydi.
Muhalif kanadın durumuna gelince; Bahçeli yönetimine bayrak açan isimlerle konuştuğumuzda, MHP'nin temel değerlerine bağlı olduklarını, kurultay talep etmelerinin temel nedeninin 1 Kasım seçimlerinin sonuçları olduğunu, 80 milletvekilinin yarı yarıya düşmesinin bir muhasebe gerektirdiğini, paralel yapının partiye nüfuz etme çabalarını ise ciddiye almadıklarını söylüyorlar. Demokratik siyasette, partililerin kurultay talep etmelerinden daha doğal bir şey olamaz elbette.
Ancak en başta sözünü ettiğimiz siyasi acemilik, gelinen nokta itibariyle muhaliflerin işini zorlaştırmış durumda. Önceki gün genel başkan adaylarından Koray Aydın'ın, Meral Akşener'in varılan mutabakatın dışına çıkarak kendilerine haksızlık ettiğini söylemesi moralleri bozmuş.
Aydın, Akşener'le ilgili eleştirilerini dün de sürdürdü ve "ortak hareket etme noktasında, artık Meral Hanım'a, söz ve davranışları yönünden itimadımız zayıflamıştır, güvenimizi kaybetmiş durumdayız." Dedi. Kendi çevresi hariç diğer üç adayın etrafı bu sözleri nedeniyle Koray Aydın'a ciddi anlamda öfkelenmiş durumda. Konuştuğum isimlerden biri, Koray Aydın'ın Akşener'in biraz daha fazla öne çıkmasından rahatsız olduğu için böyle davrandığını söyledi. Moral bozukluğunun bir diğer nedeni de, Koray Aydın'ın cemaatle ilgili sözlerinin "bu iddiaları ciddiye almıyoruz" diyen ortak muhalif dile vurduğu darbe.
Aydın, önceki gün, "Bütün illerde, o illerde yaşayan cemaat mensubu insanların bu tek adayın üzerinde birleşmesi ve bütün mitinglerine ve toplantılarına yoğun organizasyonlar yapması ve bu tür algının Meral Hanım üzerinde yoğunlaşması ortadadır" demişti. Bugüne kadar bu iddialar gündeme geldiğinde "Paralel yapının MHP'ye sızmasına izin vermeyiz" ortak söylemini kullanan muhaliflerin, 'içeriden' gelen bu itirafa karşı zor durumda kalacakları ortada.
Netice-i kelam, şimdi herkes Yargıtay'ın Mayıs ayı bitmeden vereceği kararı bekliyor. Bu karar Genel Merkez'in lehine olursa muhaliflerin kurultay talepleri havada kalacak. Öbür yandan Yargıtay, 'kurultay yapılsın' diye bir karar verse bile, bu defa Bahçeli'nin "biraz sabırlı olursak mükemmel bir dosya hazırlanacak" diye işaret ettiği ihraç tehdidi gündeme gelecek. Böyle bir durum gerçekleşirse, muhaliflerin başka bir parti kurup yollarına devam etmesi beklenebilir. Geçen gün siyasi konularda isabetli analizleriyle tanıdığımız eski Saadet Partili Ömer Vehbi Hatipoğlu Ülke tv de yaptığımız programda"biz bu filmi görmüştük" diyerek kendi eski partisinden şöyle bir örnek verdi. "Saadet Partisi'nde benzer bir süreci biz de yaşadık. Hedeflediğimiz şeye ulaşamayınca gidip Has Parti'yi kurduk. Sonra ne Saadet Partisi ortada kaldı, ne Has Parti. MHP için de böyle bir akıbet söz konusu olabilir" MHP için böyle bir öngörüde bulunmak için erken olabilir, ancak yine de bu örnek bana enteresan geldi.
Mehmet Acet/Yeni Şafak
İki gün önce bizim gazetede İsa Tatlıcan'ın yaptığı söyleşi de bu tartışmalar bağlamında çok önemliydi. AK Parti Genel Sekreteri Abdulhamit Gül'ün yeni anayasa konusunda söylediklerinin altını çiziyor ve aşağıya alıntılıyorum. Genel Sekreter Gül'ün busöylediklerinin yapılması bu topluma AK Parti'nin taahhüdüdür. 22 Mayıs kongresi sonrası AK Parti'nin yeni yönetiminin ve dolayısıyla yeni hükümetin anayasa ve başkanlığa geçiş performansını dikkatle takip edeceğiz...
...Son üç genel seçimde bütün partiler yeni ve sivil bir anayasayı beyannamelerine yazdı. 2011'de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu iki buçuk yıl çalıştı. Önemli bir birikim oluştu. CHP ve muhalefet masadan kalktı. "Bari uzlaşılan maddeleri geçirelim" dedik, ona da yanaşmadılar. 1 Kasım seçimlerinden sonra yine Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. 2011 komisyonunun birikiminden istifade ederek yeni anayasayı yapalım istedik. "Efendim bu Meclis anayasa yapamaz, asli kurucu irade, tali kurucu irade" tartışması başlattılar. Başkanlık sistemi önerisi getirdik diye bunu bir rejim tartışması gibi lanse edip masayı devirdiler. Bize göre kurucu irade millettir. Bugünkü Meclis'in temsil oranı yüzde 97'dir. Bugün milletin yeni anayasa talebi 58-60 oranındadır. Şimdi şunu sormak lazım, 5 generalin yaptığını bu meclis niye yapmasın. Ama yanaşmadılar, muhalefet, milletin hayrına olacak hiçbir işin içinde yok. Sadece "Hayır" diyorlar, bir önerileri de yok. Biz yeni anayasa yapmaya kararlıyız.
...Biz milletimize bir ideoloji dayatmayan, insan onurunu, hak ve özgürlükleri birinci sıraya alan, her türlü dini ve felsefi inanca özgürlük tanıyan bir anayasa yapma konusunda kararlıyız. Özgürlükleri ve hakları "ama", "ancak" ile geri almayan, egemenliği halka ve seçtiği temsilcilerine veren, güçlerin meşruiyetini halktan aldığı, güçler ayrılığını temel ilke edinen ve yargının bağımsız olduğu bir anayasa istiyoruz. Üst yargı üyelerininatanmasında meclis ve başkanın dengeli atama/ seçme yetkisini teklif ediyoruz.Dolayısıyla yargı da meşruiyetini halktan alsın istiyoruz.
...Yürütmede ve yasamada istikrar; hızlı karar, etkili yürütme için biz başkanlık sistemiistiyoruz. İstikrarın devamı açısından başkanlık ve parlamento seçimlerinin aynı anda yapılmasını istiyoruz. Yani, seçimin yapıldığı gün yasamanın ve yürütmenin kurulduğu gün olacak. Bizim önerdiğimiz rasyonelleştirilmiş bir başkanlık sistemidir. Yasama kendi işiyle, yürütme kendi işiyle uğraşacak. Güçler arasında karşılıklı denge fren ve balans sistemi işleyecek. Ülkemiz için böyle bir anayasayı yapmamızın önündeki engel sayısal çoğunluktur.
...Ancak partili cumhurbaşkanlığına ülkemiz yabancı değil. Cumhurbaşkanlığı makamını tanımlayan anayasa maddelerinin değiştirilmesi yoluyla bu sistem sorunu aşılabilir.Mesela 101. maddede geçen "Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisi ile ilişiği kesilir"cümlesi anayasadan çıkarılabilir. Aslında 2007 anayasa değişikliğinde cumhurbaşkanını halkın seçmesi ile birlikte doğal olarak bu değişikliğin de yapılması gerekirdi ancak bu husus o zaman gündeme alınmamış. Halka karşı sorumlu olan Cumhurbaşkanının, halkınlehinde ve aleyhinde olan konularda sorumsuz, tarafsız olması mümkün değil, doğru da değil.
Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah
Bülent Arınç, davanın emektarıdır.. Kim ne derse desin, davanın çilesini çekmiştir. Ama geldiğimiz noktada.. Nedense hep yanlış toplara çıkıyor.. Kendi siyasi çizgisine gol olacak toplara vuruyor.. Son örnek de, Turgut Özal Üniversitesi'nde, Anayasa Çalıştayı'na katılmak.. Neyse ki.. Emniyetin "Provokatif eylem olabilir" bilgisi üzerine. Turgut Özal Üniversitesi yönetimi, çalıştayı iptal etmiş. Bülent Abi'yi, büyük bir hatadan kurtarmışlar.. Ama Bülent Abi işin farkında değil..
Kendi kalesine atacağı gole kilitlenmiş, büyük bir skandalı önleyen emniyete teşekkür edeceğine. Kendi kalesine atamadığı topun peşinde koşup, demiş ki: "Yaşanan iptaller hakkında ve diğer konularda 18.05.2016 Çarşamba günü Twitter üzerinden açıklama yapacağımı da kamuoyuna saygıyla bildiririm."
Açıklama yapmaktan kimseye zarar gelmez.. Tabii ki Bülent Abi'miz de, açıklama yapabilir.. Ama açıklama yaparken.. Tek yanlı olmamak gerekir.. Alternatif sorulara da cevap vermek gerekir.. Mesela? Gerçekten Bülent Abi'miz bugün bazı konuları açıklayacak ise.. Önce Turgut Özal Üniversitesi'nin konumunu bir açıklasın.. Kime aittir bu üniversite? Tabii ki Fetullah Gülen grubuna.. İyi de.. Daha bir yıl önce.. Bülent Abi'miz.. Melih Gökçek'e cevap yetiştirirken.. Tam da bu üniversitenin de içinde olduğu.. Belediye arsalarının Gülen grubuna verilmesini anlatırken..
Şu sözleri sarfetmemiş miydi: "Bu yapıya Ankara'yı parsel parsel satmıştır. Yurt yerleri vermiştir, zengin işadamlarına okullar yaptırmıştır. İmar planlarında değişiklikler yaptırmıştır. Şunları yaptırmıştır, bunları yaptırmıştır." Bülent Abi, "Ben Turgut Özal Üniversitesi'ni kastetmedim" diyebilir.. Ama ehli vicdan olan herkes bilir ki.. Gülen grubuna Ankara'da verilen en büyük arsa..
Turgut Özal Üniversitesi'ne verilen arsadır.. Ankara'da "Parsel parsel sattın" denilecek bir yer varsa.. Akla ilk gelecek yer, Turgut Özal Üniversitesi'nin arsasıdır.. Dahası var.. Bülent Abi'miz 23 Mart 2015 tarihli, Gökçek'e cevap yetiştirirken yaptığı hatırlatmada, şu ayrıntı da vardı: "Kanunen vermiş olduğu yerlerin hepsini iptal etme kaygısındadır. Mahkemelerde boğuşmaktadır." İşte tam da Turgut Özal Üniversitesi için söylenmiş, bu söz.. Melih Gökçek, gerçekten de Turgut Özal Üniversitesi'ne verilen arsanın geri alınması için..
O günlerde mahkemelerle boğuşuyordu. Demek ki, Bülent Abi'mizin de.. Turgut Özal Üniversitesi'ne verilen büyük arsadan da.. Sonrasında iptal edilmesi için açılan davalardan haberi vardı.. O zaman, Bülent Abi'miz hangi akla hizmet edip de.. Bir zamanlar, "Parsel parsel sattın" dediği..
Biraz da maksadı aşar şekilde.. Aslında satılmayıp.. Kamu kurumundan, kamu hizmeti gören bir vakfa, cüzi bedelli olarak arsa tahsisi yapıldığı halde.. Olayı "Parsel parsel satma" olarak nitelendirip. Gökçek'i suçladığı ortada iken.. Şimdi "belediyenin arsalarının parsel parsel satıldığı ileri sürülen" o üniversitedeki çalıştaya niye katılıyor? Evet.. Bunun cevabını vermeli, Bülent Abi'miz..
Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit
Amerika'nın İngiltere'nin basınındaki, televizyon kanallarındaki Türkiye'ye ilişkin haberleri ve yorumları izlerken çoğu zaman şaşkınlığa düşüyorum. Geçen gün İngilizlerin BBC'sinde iki kadın gazeteci Türkiye'de basının özgür olmadığı, gazetecilerin susturulduğu üzerinde, birbirleriyle yarışarak konuşmaktaydılar. Bunların PKK terörünün sonuçları, Gülen Örgütü'nün yargı ve polisteki yapılanmasının hukukta açtığı yaralar hakkında pek bilgileri olmadığı o kadar belliydi ki...
Bu iki hanımı dinlerken Orhan Veli'nin "Cımbızlı şiir"ini hatırladım. "Ne atom bombası/ Ne Londra Konferansı/ Bir elinde cımbız,/ Bir elinde ayna;/ Umurunda mı dünya!" Hafta sonu bir grup Amerikalı ile birlikteydim. Çeşitli mesleklerden olan bu Amerikalılara mesela Kilis'teki durumu anlattım... Nüfusu 90 bin olan bu kentimizde 130 bin Suriyeli sığınmacının bulunduğunu ve Kilis'i her gün IŞİD'in roketlerle bombaladığını anlattım. Hepsi de her gün gazete okuyan ve dünyayı izleyen bu Amerikalılar anlattıklarımı şaşkınlıkla dinlediler. Amerikan federal sisteminin boşluklarını istismar ederek bu ülkenin eyaletlerindeki eğitime ilişkin kamu fonlarını boşaltan Gülen okullarından konuşurken, bu örgütün Türkiye'deki darbe girişimlerini de anlattım onlara... Kısacası Türkiye'de olup bitenler, Batı medyasındaki bir küçük azınlığın dışındakilerin umurunda değil. Bu küçük azınlık da, algı yönetimini çarptırma uzmanları tarafından yönlendiriyorlar.
İngiltere'de IRA terörü tırmanırken BBC'de IRA'dan hoşgörü ile bahseden "TWTW" programının kaldırıldığını, bugün Türkiye'de PKK'ya hoşgörü gösterenleri öven İngiliz gazeteciler neden hatırlasınlar ki? Ya da Amerika'yı hedef alan El Kaide saldırısı ile mücadele edilirken kutsadıkları anayasalarının değil "Guantanamo hukuku"nun uygulandığını, Amerikalı gazeteciler neden düşünsünler ki? Neyse... Sohbet ettiğim Amerikalılara "Ya Trump Başkan olursa ne yaparsınız" diye sordum. İçlerinden hukukçu olanı "Amerikan vatandaşlığını bırakır, Türkiye'ye göç ederim" diye cevap verdi.
Mehmet Barlas/Sabah
Biz sıradan insanlar, çeşitli sebeplerle söylemiş olabileceğimiz için tabii ki tartışılabilir. Ancak bir mahkeme ve hem de doğrudan konuyla ilgili olan bir mahkeme 'Anayasa Mahkemesi'nin sınırlarını aştığını' söylüyorsa, iş değişir. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Can Dündar ve Erdem Gül davası ile ilgili gerekçeli kararını açıkladı. Karardaki en önemli hususlardan birisi 'Anayasa Mahkemesi'nin 'yetkisini aştığına' dikkat çekilmesi. Sebep ise, 'olağan hukuk yolları tüketilmeden' bireysel başvuru kabul eden AYM'nin sanıkların tahliye edilmeleri yanında davanın seyrini etkileyebilecek yorumlar barındıran bir karara imza atması...
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, süreç içerisinde "Yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayıcı nitelikte" olan AYM'nin kararına uyarak sanıkların tahliyesi yönünde karar almak zorunda kalmıştı. Ancak 14. Ağır Ceza Mahkemesi, dosyada yer alan bilgi, belge ve savunmalara bakarak tesis ettiği kararda, yönlendirmelerine itibar etmediği Yüksek Mahkeme'nin sınırlarını aştığına da dikkat çekti.
AYM'nin söz konusu dava ile ilgili bireysel başvuruyu o aşamada kabul etmesinin yanlış olduğuna dikkat çekilen gerekçeli kararda, ihlalin devamına da şöyle işaret ediliyor:
"Anayasa Mahkemesi'nin bireysel başvuruda üstlendiği yargı görevi ve denetimden dolayı devam eden yargılamalarla ilgili olarak kendisine yapılan başvuruların maksadını aşacak şekilde işin esasına girmeme kuralına bağlı kalması gerekmektedir. Maddi vakıa ve delil değerlendirmesi yapmamalıdır. Anayasa Mahkemesi yerel yargı makamını etkilemeye elverişli kanaat de bildirmemelidir." İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin gerekçeli kararında yer alan şu cümleler de, Anayasa Mahkemesi'nin 25 Şubat 2016 tarihli kararında ne yaptığını ve asıl olarak da ne yapmaya çalıştığını açık bir şekilde izah ediyor: "... Anayasa Mahkemesi'nin sanıkların bireysel başvurusunu basın ve ifade özgürlüğü kapsamında ele alması mahkememizce yürütülen kovuşturmayı etkileme ve delillerin değerlendirmesinde mahkememizin takdir yetkisini daraltma sonucunu doğurduğu açıktır."..
Mahkeme'nin Can Dündar ve Erdem Gül ile ilgili 25 Şubat 2016 tarihli kararı da benzer şekilde içe sinmeyen bir karardı.
İstanbul 14. Ceza Mahkemesi'nin söz konusu dava ile ilgili gerekçeli kararını özellikle de AYM üyelerinin dikkatle okumaları gerekiyor herhalde. Meselenin kökten halli ise sadece Yeni Anayasa ile mümkün. Denetleyen ama denetlenemeyen kurumların halleri pek iç açıcı değil çünkü.....
Ekrem Kızıltaş/Takvim
Genelkurmay Başkanlığı niçin ciddiye alıyor ki bu "şeref ve haysiyet yoksunu" kesimi? Ortada suç mu var ki, buna "tevil" getiriyor? Kimi temin etmeye çalışıyor? Hulusi Akar, bu ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda ordunun başkomutanı olan bir devlet yöneticisinin davetine icabet etti. Hepsi bu! İster resmî, ister gayrı resmî, davete icabet etmek (bir devlet görevlisi açısından) hem görev, hem de bir tür insanlık borcudur. Ne yapsaydı? Nikâh törenine katılmasa mıydı? Davete karşı "muhtıra" mı verseydi? Muhsin Batur'un yaptığı gibi, Meclis'in üzerinde uçak mı uçursaydı? Sokaklara tank mı çıkarsaydı? Hulusi Akar, hangi "ahlak ve hukuk dışı" tutumu benimseseydi, bu şeref ve haysiyet yoksunu kesimin yüreği soğur, karnının şişi inerdi?
Bu sabah gazeteleri tarıyorum... Bir taraftan da şöyle düşünüyorum: Genelkurmay Başkanlığı'nın bence lüzumsuz açıklamasından sonra bu tartışma biter, bazıları da, işledikleri cürümü fark edip utanma cihetine gider. Hayır, büsbütün köpürtüyorlar... Pensilvanya'nın rezilce tezviratlarını manşete çeken ve bir de utanmadan "Atatürkçü" olduğunu söyleyen gazete, vaki rezilliklerine bir rezillik daha eklemiş, Hulusi Akar'ın "nikâh şahitliğini karargâhtan gizlediğini" yazıyor. Be haysiyetsizler, Genelkurmay Başkanı hangi "medeni ve insani ölçüyü" zorladı ki, meseleyi kriminalize edip, kafanıza göre suçlu yaratıyorsunuz? Be utanmaz arlanmaz herifler, hangi "yasa dışı" işe kalkışıldı ki, bunun karargâhtan gizlendiği sonucunu çıkarıyorsunuz?
Suç mu? Cumhurbaşkanının davetine icabet etmek suç mu? Nikâh törenine katılmak, nikâh şahidi olmak kınanacak ya da ayıplanacak bir davranış mı? Karargâh nedir ayrıca? Hiyerarşide, "karargâh" diye bir şey mi var? Emir-komuta zinciri içinde karargâhın yeri nedir? Karargâh, icabında hiyerarşik üstünlüğüne dayanarak Genelkurmay Başkanı'ndan hesap soracak farklı bir güç merkezi midir? Nedir karargâh? Suçlu arıyorsanız kendinize bakacaksınız utanmaz arlanmaz herifler...
PKK ve DHKP-C'ye destek verenlere bakacaksınız... PKK militanlarını "Sokağa sigara izmariti dahi atmayan çiçek çocuklar" olarak resmedenlere bakacaksınız... Devletin gizli operasyon bilgilerini çarşaf çarşaf dercedenlere... Joe Biden'la gizli kapaklı operasyon toplantıları düzenleyenlere... Ülkesini Merkel'e şikâyet edenlere... Ülkesinin NATO'dan ve AB'den dışlanmasını isteyenlere... Pensilvanya'nın kulu kölesi olanlara... Paralel örgütün önüne yatanlara... Bunlara bakacaksınız.
Ahmet Kekeç/Star
Rahmetli romancı Cengiz Dağcı, Kırım Türklerinin dramını anlatan romanlar yazdı, sessiz sedasız vatandan uzak yaşayanların, toprağının kokusunu özleyenlerin hikâyesini anlattı. Ölene kadar Kırım Türklerinin davasının müdafii olmaya devam etti. Sesini kim duydu, kimlere duyurabildi? O Birleşmiş Milletler, o insan hakları kuruluşları, ağızlarını her açtıklarında insanlıktan bahseden Avrupa'nın o ünlü kuruluşları bu sese neden duyarsız kaldılar dersiniz? Sonra 1970'lerde öğrenci olan gençlik kuşakları, milliyetçiler Mustafa Cemiloğlu'nun Rusya'da komünist rejim tarafından işkence gördüğünü, öldürüleceğini bütün dünyaya haykırmaya başladılar. Önce Sovyet Rusya'dan resmi açıklama yapıldı. Böyle bir ismin hapishanelerde olmadığı söylenerek, Türkiye'de bu konuda yapılan protesto eylemlerine cevap verilmeye çalışıldı. Sovyet yönetiminin açıklamalarında düpedüz 'böyle biri yok' deniyordu. Ne var ki Sovyetler bile bu yalanı daha fazla sürdüremedi. Mustafa Cemiloğlu'nun işkence altında olmadığını, rejim suçlusu olarak tutuklandığını dünya kamuoyuna açıklamak durumunda kaldı. O günlerde üniversite öğrencisi olan benim kuşağım sokakları afişlerle, sloganlarla Mustafa Cemiloğlu yaşıyor, Kırım Türklerine özgürlük sloganlarıyla doldurmuşlardı.
Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte birçok gerçek gün yüzüne çıktı. Çuvallar dolusu resmi belgeyi birkaç bin dolara satan o meşhur KGB'nin ajanları bütün kirli çamaşırları ortaya dökmüştüler. Türkiye'den bir araştırmacı bu yolla Sultan Galiyev'in nasıl yok edildiğiyle ilgili belgelere ulaşmıştı, elde ettiği bilgileri değerlendirerek güzel bir Galiyev kitabı hazırlamıştı.
Kırım Türklerinin liderlik mevkiinde bulunan Mustafa Cemiloğlu'nun Sovyet sonrası dönemde de mücadelesi bitmedi. Onu ilk defa 'Türk Dünyası Kurultayı'na katılmak için geldiğinde görmüştüm, o ufak tefek yüreği büyük adam kendi halkının acısını, vatanına kavuşma mücadelesini hiç duraksamadan sürdürmeye çalışmaktaydı. Bugün de bu mücadele devam ediyor, Rusların Kırım'ı yeniden işgal etmesinden sonra da onu yine ön saflarda gördük, görmeye devam ediyoruz.
Şimdi onun yanında genç bir kız durmaktadır. Sesiyle soluğuyla Kırım Türklüğünün ağıtını, çığlığını bütün dünyaya haykıran Cemile, 1944 ismini verdiği şarkıyla Kırım'da yaşanan vahşeti, yüz binlerin katliamını ve vatan özlemini anlatan duygu yüklü bir ses 'Vatanima toyalmadım' diyor. İmparatorluğumuz dağıldıktan sonra her bir köşesinde başka bir dram yaşanmıştır. Kırım'da, Ahıska'da, Filistin'de, Çeçenistan'da, şimdi Suriye'de yaşananlar hep bu yağmanın, sömürgeciliğin, bu topraklardaki farklı yüzleri, farklı görüntüleridir. Bu toprakların insanlarının 'vatanlarına doyarak' yaşaması için Türkiye'nin güçlü olması en büyük destek olacaktır.
Vedat Bilgin/Akşam
Geçtiğimiz hafta TSK'ya yönelik saldırı artarken ve özellikle TSK'nın ülkemizi koruma adına kahramanca her personeliyle çarpıştığı, helikopterimizin kırıma uğradığı ve şehitlerimiz olduğu saatlerde, adına gazete denen iki paçavra ve internet siteleri tarafından TSK ve Genelkurmay Başkanımıza yönelik bir kampanya başlatıldı. Cumhurbaşkanımızın davetine icabet etmesi ve nikah şahidi olması üstünden, ÖNÜNE-ARKASINA eklenen yalan haberler ile adeta linç edildi... AMAÇ ÇOK NETTİ; TÜRK ORDUSUNU HALKIN GÖZÜNDE YIPRATMAK!
Bu noktada lütfen zamanlamasına dikkat edin! Terör örgütü bir taraftan internet ortamında bir video servis ederken, PAÇAVRALAR Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Genelkurmay'a karşı kara propaganda yapmaya başlıyorlar... Sevgili dostlar, artık lütfen görmeyen kalmasın! BUNLAR GAZETE falan değil! Bu paçavralar, bu ülkenin içine fitne sokmak, yalan haberler ile kara propaganda yapmak için YABANCI-YERLİ ŞER ODAKLARI tarafından beslenen taşeronlar! Lütfen bunlara inanmaya devam edenleri hala "gazetecilik yapıyorlar, muhalif olma haklarını kullanıyorlar" diyenleri UYANDIRALIM! Siyasette "muhalif olursun", karşıt görüşünü ortaya koyarsın ! BURADA YAPILAN MUHALEFET DEĞİL DOĞRUDAN ÜLKENİN SİLAHLI KUVVETLERİNİ YIPRATMAK! Ne zaman? Saldırının tam ortasında!
Sonuç: Çok açık ve net yazıyorum; Türk Silahlı Kuvvetleri'ne saldırması için örgütlere o silahları kim veriyorsa, içeride kara propaganda yapması için de bu paçavralara parayı aynı odaklar veriyor! Bu ülkenin aslan gibi evlatları şehit düşerken, içeriden bu hainliğin, haysiyetsizliğin, şerefsizliğin devam etmesi mümkün değil! SİZİ KİM BESLERSE BESLESİN, KİM KORURSA KORUSUN; TÜRK MİLLETİ SİZİ TÜKÜRÜĞÜNDE BOĞACAK! KAÇIŞINIZ YOK!
Yiğit Bulut/Star