Hevsa nedir?

Hevsâ, etnik olmaktan çok bugün yaklaşık 40 milyon kişiyi içine alan bir dil birliğini, yani etnik kökeni ve coğrafyası ne olursa olsun aynı dili konuşan, çoğunluğu müslüman bir topluluğu ifade eder. Bu topluluk kuzeyde Sahrâ, doğuda Çad gölü, batıda Nijer nehri ve güneyde Benue nehriyle çevrili bölgede yaşamaktadır. Bu bölgeden başka, 1903'te Sokoto Emirliği'nin İngilizler tarafından işgali sırasında doğuya göç eden büyük bir Hevsâ topluluğu da halen Sudan'ın Mavi Nil bölgesinde yaşamaktadır. Hevsâlar'ın kökenleri hakkında, bir kısmı bazı efsanelerin yorumuna dayanan çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan en çok benimseneni, bu dili konuşan kimselerin IX ve X. yüzyıllarda Mısır'dan Güney Sahrâ ve Âir bölgesine geldikleri, buradan da XIV ve XV. yüzyıllarda Tuaregler'in bu bölgeyi işgal etmeleri sonucunda güneye doğru göçerek kendi dillerini ve kültürlerini diğer etnik gruplara kabul ettirip bugünkü Hevsâlar'ı meydana getirdikleri yolundaki görüştür. Yazılı kaynaklarda, bir ırka delâlet etmek üzere Hevsâ kelimesine ilk defa XVI ve XVII. yüzyıllarda rastlanır; daha önce bu insanlar, bağlı bulundukları krallık ve şehirlere göre Kanava, Katsinava ve Gobirava (Kanolu, Katsinalı, Gobirli) gibi nisbelerle anılıyorlardı. Süyûtî bir risâlesinde (Adamu, General History of Africa [1984], IV, 268-269) Sudan, Hevsâ ve Tekrûr toprakları için, Sa'dî (Târîḫu's-Sûdân, I, 24, 41) ve Kâ'ti (Târîḫu'l-Fettâş, s. 32, trc. s. 53) gibi Tinbüktülü tarihçiler de Nijer nehrinin sol tarafındaki arazi için "Hevsâlar'ın ülkesi" tabirini kullanmışlardır. Günümüzde Nijer ve Nijerya'da Hevsâ dilini konuşan ve kültürünü paylaşan, ancak müslüman olmayan bazı topluluklar da mevcuttur, fakat bunlar kendilerine Hevsâ denilmesini kabul etmezler. Nijerya'dakiler, muhtemelen Arapça Mecûsî (ateşe tapan) kelimesinden türetilen Meguzâva (Bamaguce), Nijer'dekiler de Hevsâ dilinde "putperest" anlamına gelen Azna (Arna) adıyla tanınırlar (a.g.e., s. 269). İlk Arap coğrafyacıları Hevsâlar hakkında çok az bilgi vermektedir. Makrîzî'nin bahsettiği Anufu (Kânimî) kavmi Hevsâlar'dır.

Hevsâlar, tarihte genellikle Habe (Fulfulde dilinde "putperest") krallıkları denilen çeşitli şehir devletleri kurmuşlardır. Başlıcaları Kano, Katsina, Gobir, Zaria, Biram, Rano ve Daura olan bu şehir devletlerinin içinde en iyi tanınanı bugünkü Nijerya'nın kuzey bölgesinde kurulmuş olan Kano'dur. Elde bu devlete ait bir kronik bulunmakta ve büyük bir ihtimalle XIX. yüzyılın sonlarında yazılan bu Arapça kroniğin sonradan kaybolmuş eski belgelere dayanılarak kaleme alındığı sanılmaktadır. Bu kronik, ilk hükümdar olarak Ebû Yezîd'in torunu Kral Bagoda'yı zikreder. Onun XI. yüzyılın başlarında o güne kadar sihirbazlar tarafından yönetilen animist toplulukları birleştirdiği sanılmaktadır. Gelişmekte olan Kano, XV. yüzyılda bir süre ticaret ilişkilerinde bulunduğu Bornu Sultanlığı'nın vasal devleti oldu. Bornu'ya özellikle, kalabalık bölgelerden yakaladıkları köle tâcirlerince makbul tutulan güçlü ve zeki Hevsâ gençlerini satıyorlardı. 1513-1516 yılları arasında Songay Hükümdarı Askiya Muhammed Kano'yu işgal etti ve cizyeye bağladıktan sonra geri çekildi; bunu diğer komşu devletlerin istilâları takip etti; önce Bornu, ardından Katsina, daha sonra da Cukun burayı cizyeye bağladı. XVII. yüzyılın başlarında yaşanan büyük bir kıtlık bölge nüfusunu çok azalttı. XVIII. yüzyılda ülkede durum biraz düzeldiyse de bu defa Fûlânî akınları başladı ve Fûlânîler 1807'de sekiz yüzyıl süren Bagoda hânedanına son verdiler. Fûlânî Devleti'nin yıkılmasından sonra da sömürge dönemi başladı.

Efsane ve rivayetlere göre aynı ortak cedden gelen hânedanların yönettiği kardeş Hevsâ şehir devletleri birbirleriyle sürekli savaş durumunda olmuş, aralarında birlik kuramadıkları gibi bunu sağlamak için gayret de sarfetmemişlerdir. Birbirlerine hükmettikleri sırada dahi hükümdarlar kurumları birleştirme ve çeşitli Hevsâ topluluklarını tek bir kanunla yönetme gibi bir teşebbüste bulunmadıklarından siyasî ve ekonomik dengelerini koruyabilmişlerdir. Çünkü aralarında sürekli savaş hali olduğu için birbirlerinden devamlı surette esir almış ve bunları köle pazarlarında satmışlar, böylece ekonomilerini ayakta tutmuşlardır. Yaklaşık 2 milyon esirin bu şekilde kuzeyli köle tâcirlerine satıldığı tahmin edilmektedir (Bertaux, s. 85).

Hevsâlar'ın ne zaman müslüman olduğu kesin biçimde tesbit edilemiyorsa da İslâmiyet'le nisbeten erken bir tarihte tanıştıkları bilinmektedir. En geç X. yüzyılın sonu ile XI. yüzyılın başlarında çeşitli şekillerde müslümanlarla karşılaşmış ve etkileri altında kalmaya başlamışlardır (Mehdi Adamu, General History of Africa [1984], IV, 289). Kuzey Afrika ve Batı Sudan ile ticarî, Songay ve Bornu ile siyasî yönde gelişen ilişkiler ve özellikle hac trafiği bu hususta önemli rol oynamıştır. Hevsâ topraklarının hac yolu üzerinde bulunmasından dolayı her yıl Batı Afrika'dan Hicaz'a gidenler buralara uğruyor ve dönüşlerinde de bir müddet kalıyorlardı. Kano bölgesinin İslâmlaşması belgelerden anlaşıldığına göre Kral Yaci zamanına (1349-1385) kadar gider. İslâmiyet'in bu yörede tanınmasında Nijer vadisinden çıkan Mande âlim ve tâcirlerinin etkisi büyük olmuştur; yazının buraya gelmesi de aynı döneme rastlar. Başlangıçta halk animist inançlarında kalırken Müslümanlık sadece birkaç prens, zengin ve ileri gelen kişiler tarafından kabul edilmiştir. Daha sonra Ya'kūb (1452-1463) ve onun yerine geçen Muhammed Rimfa (Runfa) (1463-1499) dönemlerinde çok sayıda âlimin yöreyi ziyaret ettiği görülmektedir. Bunlardan, Cezayir'in Tuat şehrinde yaşayan ve aslen Tilimsânlı olan Muhammed b. Abdülkerîm el-Megīlî 1491-1492 yıllarında Kano, Katsina ve Gao'yu dolaştı. Bu âlim Katsina'da Kur'an, Kano'da fıkıh dersleri verdi ve Hevsâlar üzerinde çok etkili oldu. Ayrıca Muhammed Rimfa için Vâcibâtü'l-ümerâʾ (Tâcü'd-dîn fîmâ yecib ʿale'l-mülûk) adlı bir risâle yazdı ve ona müslüman bir hükümdar olarak nasıl hükmetmesi gerektiğini anlattı. Sokoto Sultanı Muhammed Bello'nun 1837'de yazdığı İnfâḳu'l-meysûr adlı eserde Megīlî'ye atıflarda bulunduğu ve onun devletle ilgili fikirlerini benimsediği görülmektedir (Trimingham, s. 6, 133, 195). Mali, Gao ve Mağrib ülkeleriyle yakından ilişkili olan Hevsâ Müslümanlığının Kādiriyye tarikatıyla bağlantısı da Megīlî tarafından sağlanmıştır. Megīlî'nin etkisinde kaldığı anlaşılan Muhammed Rimfa, Kano kroniğinde belirtildiğine göre hem devlet yönetimi hem de şehircilik açısından birçok yenilik yaparak özellikle bir nevi bakanlar kurulu gibi çalışan devlet büyüklerinden müteşekkil dokuz kişilik bir meclis oluşturmuş, tapınakları yıktırıp camiler yaptırmış, ramazan bayramını resmen kutlamış, ayrıca bir saray inşa ettirerek şehri halen ayakta duran yedi kapılı bir surla çevirmiştir. XVI. yüzyılın başında Hevsâ ülkesi doğudan Bornu Sultanlığı'nın, batıdan Mali Sultanlığı ile onun arkasından kurulan Gao Sultanlığı'nın nüfuzuna girdiğinde buraya çok sayıda fakih gelmiş ve Sahnûn, İyâz b. Mûsâ ve Süyûtî gibi âlimlerin çeşitli kitaplarını okutmuşlardır; bunlardan birinin Kano kadısı olarak tayin edildiği bilinmektedir. Katsina'da ise İbrâhim Mâce zamanında (1494-1520) İslâmiyet'in resmî din yapılmak istendiği söylenmektedir. Bu dönemde halkın İslâmî şekilde evlenmesi istenmiş ve namaz kılmak için özel yerler tayin edilmiştir. XVII. yüzyılda Tinbüktü'den, Cenne'den ve Gao'dan gelen âlimler Katsina'yı İslâmî ilimlerin merkezi haline getirdiler; burada İbnü's-Sabbâğ (Dan Marina) ve Abdullahi Sikka gibi şahsiyetler yetişti. İlim ve ticaret merkezi olan bu iki şehir devleti arasında çok uzun süren savaş (1570-1650) ve daha sonra diğer devletlerin saldırıları ticarî hayat kadar ilmî hayatı da olumsuz yönde etkilemiştir. 1650'den itibaren Kano ve Katsina putperestlere karşı ortak harekete geçtiler. İslâmiyet'in Kano ve Katsina dışında kalan şehir devletlerindeki yayılışı hakkında ise yeterli bilgi yoktur. Bütün devletlerdeki ortak nokta, İslâm'ın önce lider tabakadan başlamak üzere yavaş yavaş yayılmasıdır. Fakat halk, İslâmiyet'i kabul etmekle birlikte eski pagan inançlarını birdenbire bırakmadı; insanlar dinî hayatlarını çoğunlukla bu ikisini birleştirerek sürdürdüler. Bu hayat tarzı ise zamanla, İslâmiyet'e daha sıkı sarılan ve sayıları başlangıçta az olan dindar zümre tarafından eleştiri konusu edildi. Tamamen İslâm'a bağlı bir toplum meydana getirmeyi amaçlayan bu hareket ilk anda çok başarılı olmasa da ileride başlayacak cihad faaliyetleri için bir temel teşkil etmesi açısından önem taşımaktadır.

XIX. yüzyılın başında Hevsâlar arasında büyük bir siyasî ve içtimaî değişiklik yaşandı. Futa Toro'dan gelerek Gobir Devleti'nin topraklarına yerleşen Torodbe müslüman kabilesine mensup Osman b. Fûdî (Osman dan Fodio) kendisini yetiştirerek büyük bir âlim oldu ve kısa zamanda ünü etrafa yayıldı. Osman b. Fûdî, çevresinde İslâm'ın yayılması ve yaşanması için çok büyük çaba sarfediyordu. Kral Bava'nın yerine geçen Nafata ise müslümanların 1784'ten beri kendilerine tanınan bazı haklarını ellerinden alıp putperestliği tekrar canlandırmak için uğraşıyor, bu arada sadece müslüman anne babadan doğanların Müslümanlığını kabul edip sonradan İslâm'a girenlerinkini kabul etmiyordu; 1798'de de dinî faaliyetleri, kadınların örtünmesini ve erkeklerin sarık sarmasını yasakladı. Bütün bunlar karşısında Osman b. Fûdî'nin tavır alması üzerine hükümet kuvvetleri faaliyetine son vermek için onun Degal'da bulunan dergâhına saldırdılar. Osman b. Fûdî Gudu'ya kaçmayı başardı (21 Şubat 1804). Onun bu kaçışı, taraftarları arasında Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye gidişi gibi "hicret" kabul edilerek kısa zamanda askerî bakımdan güçlenmesine yol açtı. Böylece Gobir Devleti'ne karşı cihad başlatan Osman b. Fûdî, 21 Haziran 1804'te kazandığı zaferden sonra kendisini müslümanların kumandanı ilân etti ve aynı yıl Zaria ile Katsina'yı, 1808'de de Gobir'i ele geçirerek teker teker bütün Hevsâ devletlerini ortadan kaldırıp Nijerya Fûlânî Devleti'ni kurdu. Osman b. Fûdî'nin bu mücadelesi Hevsâlar'a karşı değil putperestlere karşıydı ve birçok müslüman Hevsâ onun ordusuna katıldığı gibi birçoğu da ona içeriden yardım etmişti. Osman b. Fûdî'nin hareketi reformcu bir yapıya sahipti ve dinî hayatı putperest inançlardan temizlemeyi, her türlü baskıya karşı çıkarak yeni bir sosyal düzen kurmayı amaçlıyordu; onun başarıya ulaşmasında bu amaçlar büyük rol oynamıştır.

Daha sonraki yıllarda Fûlânî Devleti'nin sınırları günden güne genişlediyse de bu topraklar, XIX. yüzyılın sonlarında Afrika'nın pek çok yeri gibi Avrupalılar'ın sömürgesi haline gelmekten kurtulamadı; sömürgeleşmeden önce de birçok Batılı kâşif-seyyah tarafından ziyaret edildi. Bölge açısından bu seyyahların en önemlisi, İngiliz hükümeti adına 1849-1856 yılları arasında araştırma yapan Alman Heinrich Barth'tır. Derlediği çok sayıda belge ve bilgiyle Avrupa'ya dönen Barth, bunları Reisen und Entdeckungen in Nord und Zentralafrika in den Jahren 1849 bis 1856 adlı beş ciltlik eserinde yayımladı (Gotha 1857-1858). Ayrıca Abdurrahman b. Abdullah es-Sa'dî'nin 1653'te tamamladığı Târîḫu's-Sûdân ve Mahmûd b. Hâc el-Mütevekkil Kâ'ti'nin 1593 yılından önceki bir tarihte yazmaya başlayıp ismi bilinmeyen bir torunu tarafından 1654-1655 yıllarında tamamlanan Târîḫu'l-Fettâş adlı eserlerinin yazma nüshalarını buldu ve bunları Avrupa'da tanıtarak emperyalist ülkelerin bu yörenin tarihi hakkında ilk yazılı kaynaklardan istifade etmelerine ve sömürgecilik siyasetlerini buna göre geliştirmelerine imkân sağladı. Bu tür keşif seyahatlerinden sonra o güne kadar Afrika'nın sadece kı-yı bölgeleri ile ilgilenen Avrupa devletleri arasında iç bölgelerin ele geçirilmesi konusunda bir yarış başladı. Almanya'nın dünya politikasında kendini göstermesi gerektiğine inanan Bismarck'ın girişimleriyle, aralarında çıkan anlaşmazlıkları gidermek üzere sömürgeci devletler Berlin'de bir araya geldiler (Kasım 1884 - Şubat 1885). Burada imzalanan ve Berlin Senedi denilen antlaşmaya göre kıyıda sömürgesi bulunan bir devletin fiilen işgal etmek şartıyla bu yerin iç bölgelerine de sahip olmaya hakkı vardı. Bundan sonra ikili görüşmelerle anlaşmaya varan sömürgeci devletler tarafından Batı Afrika'da bugün de geçerliğini koruyan sınırlar çizildi. Bu sınırlar hiçbir tarihî ve etnik esasa dayanmadan sadece sömürgeci devletlerin menfaatleri göz önünde tutularak belirlenmişti. Mali, Senegal ve Fildişi Sahili'nde yaşayan Malinke ve Senufo toplulukları gibi Hevsâlar da parçalanmış ve toprakları bir kısmı bugünkü Nijerya'da, bir kısmı da Nijer'de kalacak şekilde İngilizIer'le Fransızlar arasında paylaşılmıştır. XX. yüzyılda sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra da aynı dine, dile ve kültüre sahip olan Hevsâlar birleşememişler ve Nijerya'da kalanlar İngiliz, Nijer'de kalanlar Fransız kültürünün etkisini taşıyan iki ayrı toplum olarak hayatlarını sürdürmek zorunda bırakılmışlardır.

Hevsâ dili bugün, en çok Nijerya'nın kuzey ve Nijer'in güney bölgelerinde olmak üzere Kamerun'dan Trablusgarp'a ve Dakar'dan Sudan'a kadar Afrika'nın birçok büyük şehir ve limanında konuşulmaktadır. Bu dilin hangi gruba dahil edilmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. Miller ve Lepsus gibi bazı dilcilere göre Berberîce ile olan morfolojik benzerliğinden dolayı onu Hâmî diller arasına koymak gerekir. Delafosse ve Lippert'in savunduğu diğer bir görüşe göre ise kelimelerinin sürekli vokallerle bitmesinden dolayı aslında bir zenci dilidir; ancak Hâmî dillerden çok etkilenmiş ve onlardan birçok kelime almıştır (İA, V/1, s. 380). Fage, kesinlikle Hâmî diller grubuna sokulması gerektiğini söylemekte (A History of West Africa, s. 31), Parsons da Hâmî dillerin Hadi grubuna girdiğini kabul etmektedir (EI2, III, 275). Başlıca Kano, Katsina ve Sokoto lehçeleri bulunan Hevsâ dili konuşulduğu ülkelerde iki ayrı alfabeyle yazılmakta, bu yazılardan resmî daire ve okullarda kullanılan Latin harflisine Boko, halk arasında ve dinî amaçla kullanılan Arap harflisine de Acemî denilmektedir. XIV. yüzyıldan itibaren din eğitiminin yanı sıra resmî ve özel yazışmalar, mahkemeler gibi hayatın diğer alanlarında da kullanılan Acemî'nin özellikle Hevsâlar'ın Fûlânî hâkimiyetine girmesinden sonra dinî ve edebî eserlerin yazımında da kullanıldığı görülür. Bu dönemde, aynı zamanda birer âlim olan Fûlânî liderlerinin Arapça ve Fulfulde dilinde kaleme aldıkları eserler Hevsâ diline tercüme edilerek Acemî yazısına aktarılmıştır. Boko, Hevsâ bölgesi sömürgeleşmeden önce ilk defa İngiliz misyoneri şarkiyatçı J. F. Schön tarafından çeşitli eserlerinde kullanılmıştır. Toplumları köklerinden koparmanın yollarından birinin yazılarını değiştirmek olduğunu bilen İngilizler, daha sonra Acemî'nin uzun geçmişine rağmen hiçbir zaman resmî yazı haline gelememesinden de faydalanarak Boko'nun halk tarafından benimsenmesi için faaliyet göstermişlerdir. Latin harflerinin yaygınlaşmasında iş başına getirilen emîrlerin nüfuzundan da istifade edilmiş ve mahkeme tutanaklarıyla her tür resmî evrakın bu alfabeyle yazılmasına başlanmıştır. Acemî'nin standart bir yazım şeklinin bulunmamasına karşılık Boko'nun standartlaştırılmasına çalışılmış ve bunun için çeşitli edebiyat yarışmaları düzenlenmiş, gazeteler çıkarılmış, kitaplar yayımlanmıştır. Halen Hevsâ dili Nijerya anayasasında İngilizce, Yoruba ve İbo dillerinin yanı sıra kabul edilen dördüncü dildir. Boko yazısı da 1960 yılından beri tamamen Batı'ya adapte edilen eğitim sisteminde ilkokuldan üniversiteye kadar kullanılmaktadır. Son zamanlarda dinî eser veren yazarlar Boko'nun yaygınlaşmasına ayak uydurarak bu yazıyı kullanmaya başlamışlardır; hatta Hevsâ diline çevrilen ilk Kur'ân-ı Kerîm meâli de Latin alfabesiyle basılmıştır (Abu Baker Mahmoud Gummi, Tarjamar Ma'anonin Alkur'âni Maigirma Zuwa Harshen Hausa, Beyrut 1979). Nijer anayasasına göre ise resmî dil sadece Fransızca'dır. Dolayısıyla Hevsâ dili bugün ne Boko ne de Acemî yazısı ile varlığını koruma şansına sahiptir.

Hevsâlar tarih boyunca çiftçi, bahçıvan, hayvan yetiştiricisi, zanaatkâr ve tüccar olarak tanınmışlardır; deri ve bakır işlemeleri, yünlü ve pamuklu dokumaları bütün Batı ve Orta Afrika'da meşhurdur. Sanattaki ve estetik konusundaki üstünlükleri taşra ve şehir mimarisinde de görülür. Zinder başta olmak üzere birçok yerleşim alanında muhteşem saraylar ve camilere rastlanmaktadır. Bu binalarda kerpici estetik açıya da dikkat ederek kullanmışlardır. Tahoua yöresindeki kubbe mimarisinin ise bütün bir Batı Sahil Sudanı'nda benzeri yoktur (Krings, s. 360 vd.).

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA