İskenderiye şehri hakkında...

Afrika'nın ve Akdeniz'in önemli liman şehirlerinden biridir. Nil deltasının batı kenarında yer alan İskenderiye Asya, Afrika ve Avrupa'yı birbirine bağlayan yolların birleştiği noktada önemli ticaret ve ulaşım merkezidir. Büyük İskender'in emriyle ve Grek tarzı Hippodamos planında (dama tahtası) kurulan şehrin inşasının tamamlanması ve Mısır'ın başşehri olarak meydana çıkması Batlamyus (Ptolemaios) hânedanı devrine rastlar. Roma ve Bizans hâkimiyetleri sırasında da başşehirliğini ve bunun yanı sıra askerî, dinî, ticarî, kültürel önemini korudu. Ancak Hıristiyanlığın kabulünden sonra mezhep çatışmaları ve Bizans-Sâsânî savaşları sebebiyle çeşitli yıkımlara uğradı. Müslüman kuşatması başladığında Bizans hâkimiyetinde idi ve eski ihtişamını kaybetmiş olmakla birlikte genel görünüşü, mimari yapıları, özellikle de bu yapılardaki mermer işçiliğiyle dikkat çekiyordu.

İskenderiye, Amr b. Âs tarafından ele geçirildiğinde (Şevval 21 / Eylül 642) yapılan antlaşma ile halkın din hürriyeti teminat altına alındı ve isteyenlerin şehri terketmelerine izin verildi. Bu sırada rivayetlere göre şehirde oturanların sayısı çocuk ve kadınlar hariç 200.000 kişiydi ve bunun 40.000'i veya 70.000'i yahudilerden oluşuyordu. Birbirlerinden faydalandıkları anlaşılan bazı VII. (XIII.) yüzyıl müellifleri, o günlerde Amr b. Âs'ın Halife Ömer'in emriyle ünlü İskenderiye Kütüphanesi'ni yaktığına dair bir rivayet naklederlerse de konuya XIX. yüzyılda vâkıf olan Batılı bilim adamları bu rivayetin tarihî gerçeklere uymadığını ortaya koymuşlar ve Haçlı seferleri sırasında müslümanları kötülemek amacıyla uydurulmuş olabileceğini, her şeyden önce kütüphanenin milâttan önce 47 yılında Sezar'ın şehri tahribi sırasında yandığının kesinlikle bilindiğini ifade etmişlerdir (geniş bilgi için bk. Terzioğlu, sy. 9 [1971], s. 419-446). Amr b. Âs, hilâfet makamına buranın yine Mısır'ın başşehri olarak kalmasını önermiş, fakat Hz. Ömer, devlet merkezi Medine ile vilâyet merkezlerinin aralarına su girmeden doğrudan doğruya karadan bağlantılı olmaları gerektiği görüşüyle Fustat şehrini kurdurmuştur. İskenderiye 24 (645) yılında Amr b. Âs'ın Medine'de bulunduğu bir sırada Bizanslılar tarafından geri alındıysa da ertesi yıl Amr b. Âs şehri tekrar fethetti ve kaynakların yazdığına göre Bizanslılar'a yardımcı olan halkını cezalandırıp surlarını yıktı (ayrıca bk. Abdülazîz Sâlim, s. 83-85).

Amr b. Âs, Mısır valiliğinin gerek Hz. Osman tarafından görevden alınışına kadar süren ilk döneminde, gerekse Muâviye'nin göreve iade edişinden vefatına kadar süren ikinci döneminde, düşman saldırılarına açık bir liman şehri olmasından dolayı İskenderiye ile özel biçimde ilgilenerek buraya bir garnizon kurmuş, ayrıca Lahm, Cüzâm, Kinde, Ezd ve Huzâa kabilelerinden birçok kişiyi buraya yerleştirmiştir. Hz. Osman'ın valisi Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh de eski Kıptî ustaların yardımıyla genişlettiği tersanede yapılan gemilerden oluşturduğu donanma ile İskenderiye Limanı'nı ticarî ve askerî bir üs haline getirmiştir. İskenderiye'ye Emevîler de ilgi göstermişler ve buraya kabiliyetli idareciler tayin eden Mısır valileri zaman zaman kendileri de gelerek kısa bir süre şehirde kalmışlardır. Bu arada şehrin görünümünü İslâmîleştirmek maksadıyla eski tapınak ve kiliseler camiye çevrilirken birçok yeni cami de yapılmıştır. İlk dönem kaynakları bunlardan Mescidü Süleyman, Mescidü'l-Hıdır, Mescidü Zü'l-Karneyn, Mescidü Amr b. Âs (Mescidü'r-Rahme) ve Mescidü Mûsâ'nın adını vermektedir. Milâttan önce III. yüzyılda inşa edilen ve XIV. yüzyıla kadar ayakta kalan 120 m. yüksekliğindeki dünyanın yedinci hârikası İskenderiye Feneri, Yunan ve Roma dönemlerinde olduğu gibi İslâmî dönemde de şehrin en önemli eserini oluşturmuştur. Arap kaynaklarında adı "menâr, menâre" veya "fenâr" şeklinde geçen eseri İbn Battûta da görmüş ve seyahatnâmesinde ayrıntılarıyla anlatmıştır.

Emevîler'e karşı Abbâsî hâkimiyetine giren ilk Mısır şehri İskenderiye'dir. Arkasından Abbâsî donanmasının başlıca üssü ve ortaya çıkan isyanları bastırmak amacıyla Mağrib'e düzenlenen seferlerin merkezi olmuştur. Abbâsîler, Bizans'a karşı deniz savaşı yapmamayı esas alan bir politika izlemekle birlikte İskenderiye donanmasına önem vermişler ve ondan İfrîkıye ve Mağrib'deki isyanları bastırmak için yararlanmışlardır. Hârûnürreşîd döneminde vergiler yüzünden Mısır'da çıkan isyanlarda İskenderiye de rol almış, özellikle Emîn-Me'mûn mücadelesi sırasında Me'mûn'un Mısır valisi Muttalib b. Abdullah el-Huzâî tarafından İskenderiye'ye tayin edilen Hudeyc b. Abdülvâhid'e karşı 198'de (813-14) başlatılan ayaklanma hilâfete zor günler yaşatmıştır. Öte yandan 202 (817-18) yılında isyan çıkardıkları için Kurtuba Emevî Emîri I. Hakem'in Endülüs'ten sürdüğü Rabazlılar'ın bir kısmı İskenderiye'ye gelerek idareyi ele geçirdiler. Halife Me'mûn tarafından görevlendirilen Abdullah b. Tâhir şehri Endülüslüler'in hâkimiyetinden kurtardı (211/826). Endülüslüler, ertesi yılın başında Girit adasına gitmek üzere İskenderiye'den ayrıldılar. İskenderiye 216 (831) ve 252 (866) yıllarında da Müdlic kabilesinin başını çektiği isyanlara sahne oldu.

254'te (868) Fustat ve çevresine vali tayin edilen Ahmed b. Tolun, İskenderiye'yi de yönetimi altına aldıktan (256/870) sonra buraya ziyaretlerde bulundu ve donanmanın güçlendirilmesini istedi. Onun zamanında surlar yeniden inşa edildi ve eski şehrin bazı kısımları sur dışında bırakıldı. Bu arada şehrin eski kapılarının yerine yenileri yapıldı. İbn Battûta'nın verdiği bilgiye göre VIII. (XIV.) yüzyılda bunlardan ana yönlerdeki dört tanesinin adı doğuda Bâbüreşîd, batıda Bâbülkarâfe, güneyde Bâbüsidre ve kuzeyde Bâbülbahr idi. Ahmed b. Tolun'un emriyle İskenderiye Feneri onarıldığı gibi dolmuş olan haliç de temizlendi. Tolunoğulları devrinin başlangıcından itibaren İskenderiye ayrı bir vilâyetin merkezi olmuştur.

Tolunoğulları'nın yıkılışından sonra 302 (914-15) ve 307 (919) yıllarında Fâtımîler'in İskenderiye'yi ele geçirme girişimi Abbâsî kuvvetleri karşısında başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra İhşîdî-Fâtımî mücadelesine sahne olan şehir, 358'de (969) Cevher es-Sıkıllî kumandasındaki birlikler tarafından Fâtımî hâkimiyeti altına alındı. Fâtımîler döneminde Mısır'ın vilâyet merkezlerinden biri ve en önemli limanı olan İskenderiye, Güney Avrupa'dan ve Bizans'tan gelen bütün ticarî malların dağıtım merkeziydi, ayrıca bunlardan "el-humsu'r-Rûmî" denilen bir çeşit gümrük vergisi alıyordu. Fâtımîler döneminde (969-1171) İskenderiye ipeklileri ün yapmıştı. Şehrin Avrupa ile olan ticarî faaliyetinde sadece Mısır'ın ürünleri değil Hindistan'dan gelen baharat, karabiber, karanfil, tarçın, zencefil gibi mahsuller de önemli kazanç sağlıyordu. Bu dönemde Akdeniz'in en önemli ticaret merkezlerinden birini teşkil eden ve işleri dolayısıyla yerleşmiş birçok yabancıyı barındıran İskenderiye ilim, hac ve ticaret için Endülüs, Kuzey Afrika veya Avrupa'dan Ortadoğu'ya gitmek isteyenlerin de uğradıkları bir şehir olmuştur. Bizans'a yönelik deniz seferleri için kullanılan donanma da burada üsleniyordu. Fâtımîler devrinde Kahire'deki merkezî hükümetten uzaklığı dolayısıyla birçok rejim muhalifinin, meselâ Halife Müstansır-Billâh ile arası açılan Nâsırüddevle Hasan b. Hüseyin b. Hamdân'ın, babası Bedr el-Cemâlî'ye karşı ayaklanan Evhad Ebü'l-Hasan Ali'nin ve kendisine rağmen küçük kardeşi Ahmed'i tahta çıkaran Vezir Efdal b. Bedr el-Cemâlî'ye isyan eden Halife Müstansır-Billâh'ın oğlu Nizâr'ın buraya sığındıkları görülür.

Mısır'da ilk Fâtımî medresesi Sünnî vezir Rıdvân b. Velahşî tarafından İskenderiye'de kurulmuştur (532/1138). Ermeni Behrâm'dan sonra vezir olan Rıdvân b. Velahşî'nin, başına ünlü fakih Ebû Tâhir b. Avf'ı getirdiği için Medresetü'l-Avfiyye adıyla anılan bu medresede Mâlikî mezhebi öğretiliyordu. İkinci medreseyi, yine Sünnî vezirlerden Âdil b. Sellâr 546 (1151) yılında Şâfiî mezhebinin öğretilmesi amacıyla kurmuştur. Kurucusunun adından dolayı Medresetü'l-Âdiliyye veya başında Şâfiî âlimlerinden Hâfız Ebû Tâhir es-Silefî'nin bulunmasından dolayı el-Medresetü's-Silefiyye adlarıyla bilinen bu medrese, resmî ve Sünnî bir müessese olarak Mısır genelinde pek tanınmamış, ancak son Fâtımî halifesi Âdıd-Lidînillâh'ın veziri Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin iş başına gelmesinden sonra şöhrete kavuşmuştur. Refah seviyesinin çok yükseldiği bu dönemde şehir çeşitli sivil, askerî ve dinî yapılarla süslenmiştir. Aziz Athanasios Kilisesi'nin kalıntıları üzerine inşa edilen ve 477'de (1084) Emîrü'l-cüyûş Bedr el-Cemâlî tarafından yenilendiği için Cüyûşî Camii diye de anılan Câmiu'l-attârîn, Endülüslü fakih İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî'nin 516 (1122) yılında yaptırdığı Turtûşî Mescidi ve adını bânisi vali Mü'temen Sultânü'l-mülûk Ebû Türâb Haydere'den alan 517 (1123) tarihli Mü'temen Mescidi dönemin önemli camileri arasındadır.

Selâhaddîn-i Eyyûbî iktidarı ele geçirince İskenderiye'nin surlarıyla kale ve burçlarını tamir ettirmiş, donanmayı güçlendirmiş, Dîvânü'l-ustûl adıyla özel bir divan kurdurmuş ve çeşitli ilimlerin tahsiline yönelik bir medrese ile öğrenciler için kalma yeri, hamam ve hastahane yaptırmıştır. Birkaç defa şehre gelerek çalışmaları yerinde gören Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin buraya özel bir önem vermesinin sebeplerinden biri, büyük çoğunluğu Sünnî olan halkının Fâtımîler'e karşı kendisini desteklemesidir. İskenderiye'yi Eyyûbîler döneminin ilk yıllarında ziyaret eden yahudi gezgin Tutîleli (Tudela) Bünyâmin şehri ve bu arada İskenderiye Feneri'ni anlatmıştır. Onun verdiği bilgilerin en önemlisi yabancı memleketlerle yapılan ticaretle ilgili olandır. Bütün hıristiyan Avrupa ülkeleriyle doğudaki müslüman ve gayri müslim ülkelerin ticaretlerini İskenderiye üzerinden yaptıklarını söyleyen Bünyâmin bu ticaret sürecinde ortaya çıkan yeni bir müesseseden, hanlardan da söz etmiştir. Çeşitli ülkelere mensup tüccarlara mahsus hanların bulunduğunu belirten Bünyâmin buralardaki ticaretin canlılığından bahseder (The Itinerary of Benjamin of Tudela, s. 75-76). İskenderiye, 569 (1174) yılında Sicilya'dan gelen Normanlar'ın saldırısına uğramışsa da saldırı kısa sürede püskürtülmüştür. Eyyûbîler döneminde şehirde asayiş ve sükûnet sağlanmış, ciddi bir isyan meydana gelmemiştir.

İskenderiye en parlak günlerini Memlükler zamanında yaşamıştır. Fransa Kralı IX. Saint Louis'nin Dimyat'a düzenlediği saldırı büyük bir fiyaskoyla sonuçlandıktan (648/1250) sonra Akdeniz adalarındaki Haçlı kalıntıları ile Avrupa'nın gözü İskenderiye üzerine çevrildi. Memlükler, daha kolay savunma yapabilmek için Dimyat'ı yıkıp İskenderiye'ye önem verdiler. Birçok defa şehre gelen I. Baybars surları tamir ettirip bir deniz gözetleme kulesi yaptırdı. Şehirdeki asıl önemli ıslahat ve restorasyon çalışmaları Muhammed b. Kalavun zamanına rastlar; bu dönemde 702 (1303) yılındaki depremle hasar gören İskenderiye Feneri onarılmış, ayrıca bugün Tâbiyetüssilsile diye bilinen yerde daha sonra tamamlandığı anlaşılan yeni bir fenerin inşasına başlanmıştır (İbn Battûta, I, 181; Abdülazîz Sâlim, s. 291-292). Muhammed b. Kalavun'un İskenderiye'deki ikinci önemli eseri 710 (1310) yılında kazdırdığı, el-Halîcü'n-Nâsırî denilen ve suyunu Nil nehrinden alan kanaldır. Bu kanal üzerinde bütün yıl deniz taşımacılığı yapılmış, halk sarnıç suyu içmekten kurtulmuş, kanalın her iki yakasında binalar yükselmiş ve Makrîzî'nin söylediği gibi çorak topraklardan 100.000 feddân tarım arazisi kazanılmıştır. Zamanla kumların doldurduğu kanal Sultan Barsbay tarafından yeniden kazdırılmış ve 826 (1423) yılında eski durumuna kavuşturulmuştur.

Muhammed b. Kalavun'dan sonraki hükümdarlar döneminde görülen istikrarsızlık ve iç çalkantılardan İskenderiye de etkilenmiş, ayrıca 749 (1348) ve 764 (1363) yılları arasındaki veba salgınında nüfusunun bir kısmını kaybetmiştir. 767'de (1365) Kıbrıs Haçlı Krallığı ile müttefiklerinin saldırısına mâruz kalan şehir ciddi bir şekilde tahrip edildi ve yağmalandı. Bir katliama dönüşen, müslümanların yanı sıra yahudi ve yerli hıristiyanların da zarar gördüğü bu saldırı Haçlılar'ın Mısır'a yaptıkları seferlerin sonuncusudur. 770 (1368) yılında İskenderiye'ye giden Sultan el-Melikü'l-Eşref Şa'bân tahrip edilen kaleleri gezmiş ve onarılmaları için emir verdikten sonra burayı nâiblik yapmıştır. Böylece normal bir vilâyet merkezi olan İskenderiye Tarablusşam, Hama ve Safed gibi müstakil bölge haline gelmiş, valisi de saltanat nâibi sıfatıyla adı geçen özerk bölgelerin hükümdarlarına benzer bir statü kazanarak o tarihten itibaren melikü'l-ümerâ adıyla anılmıştır. Sultanın bu ziyaretinden sonra İskenderiye'nin sur ve kaleleriyle birlikte camileri, caddeleri ve Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından yaptırılan külliyesi tamir edilmiş, bütün esnaftan geceleri dükkân ve iş yerlerinin kapısına birer lamba asmaları istenmiştir. Sultan Kayıtbay da şehri 882 (1477) ve 884 (1479) yıllarında iki defa ziyaret etmiş, bu ziyaretler sırasında harabe halindeki İskenderiye Feneri'nin yerine yeni bir kale yaptırmıştır. Tarihçi İbn İyâs'ın yazdığına göre Kayıtbay'ın yaptırdığı kalede cami, değirmen, ekmek fırını, asker yatakhaneleri ve çeşitli silâh depoları bulunuyordu. Re'süttîn yarımadasının kuzeyine düşen bu kale günümüze kadar varlığını korumuştur.

Memlükler döneminde İskenderiye'deki önemli dinî yapılar arasında Ebü'l-Abbas el-Mürsî Camii, Hulâsiye, Nablusiye, Fahr, Bilbîsî, İbn Habâse, Tikrîtî, Demâmînî, Kayıtbay medreseleri, Bîlîk el-Muhsinî Hankahı ve Nebîhiye ve Tikrîtî dârü'l-hadisleri bulunmaktaydı. Bunlardan başka hamam, han ve şehrin ticaretini canlı tutan iş hanları vardı.

İskenderiye, IX. (XV.) yüzyıldan itibaren özellikle Kayıtbay'ın ölümünden (901/1496) sonra çöküntü dönemine girmiştir. Ümitburnu yolunun keşfedilmesi, İskenderiye Limanı'nda odaklanan deniz ticaretini ciddi şekilde baltalamıştır. Ayrıca şehirde veba ve diğer salgın hastalıklar yayılmış, binlerce insan ölürken binlercesi de şehri terketmiştir; savaşlar ve çeşitli isyanlar da tahribata sebep olmuştur. Sultan Kansu Gavri'nin 920 (1514) ve 921 (1515) yıllarında ziyaret ettiği İskenderiye, 923'te (1517) Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferiyle Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

Osmanlı Dönemi. İskenderiye, Ridâniye Savaşı'nın ardından Tomanbay'ın Kahire'de idamından otuz altı gün sonra Câfer Bey idaresindeki Osmanlı donanmasının buraya gelişiyle Osmanlı idaresine geçti (27 Rebîülâhir 923 / 19 Mayıs 1517). Donanmanın İskenderiye'ye vardığını haber alan Yavuz Sultan Selim de 12 Cemâziyelevvel'de (2 Haziran) şehre gelerek burada dört gün kaldı. İskenderiye, bundan sonra İstanbul'dan Kahire'ye uzanan deniz yolu üzerinde önemli bir liman olarak gelişmeye başladı. Hayır Bey'in beylerbeyiliği zamanında bir Memlük emîri tarafından yönetilen şehrin liman gelirleri, Kanûnî Sultan Süleyman devrinden itibaren devlet adına alındığı gibi bu işlerle ilgili olarak buraya bir emin tayin edildi.

İskenderiye'de ilk önemli olay Hain Ahmed Paşa'nın beylerbeyiliği esnasında meydana geldi. Şehir Ahmed Paşa'nın isyanı sırasında karışıklıklar içinde kaldı ve merkezle ilgisi bir süre kesildi. Makbul İbrâhim Paşa'nın Mısır'a gitmesine kadar bu durumda bulunan İskenderiye'ye İbrâhim Paşa tarafından idarî ve malî işlerle ilgili bir kanunnâme hazırlatıldıktan sonra (Barkan, s. 355-387) bir sancak beyi tayin edildi. Böylece İskenderiye, Mısır eyaletinin ilk üç sancak beyliğinden birinin merkezi olmuş, Dimyat, Berellüs ve Reşîd bir süre buraya bağlanmış, fakat 980'de (1572) Dimyat ve Reşîd müstakil birer sancak yapılmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren Reşîd bazan İskenderiye'ye, bazan da Dimyat'a tâbi olmuştur.

Pîrî Reis'in XVI. yüzyıl başlarına ait Kitâb-ı Bahriyye'sinde "Arap memleketlerinin denize açılan kilidi" olarak tarif edilen, etrafının surlarla çevrili olup kale önünde iki limanının bulunduğu, ancak kale içinin harap halde olduğu belirtilen (IV, 1485-1495) İskenderiye, önceleri el-Medînetü'l-Arabiyye adıyla anılırken XVII. yüzyılda surların dışına doğru genişlemeye başladıktan sonra el-Medînetü't-Türkiyye diye anılmaya başlandı. Kısa sürede Osmanlı Devleti'nin Akdeniz'deki en önemli limanlarından biri haline gelen şehir Mısır, Yemen, Habeşistan ve Haremeyn'e giden Osmanlı idareci ve ulaklarının, yerli ve yabancı birçok tüccarın, hacı taşıyan gemilerin uğradığı, devlet donanmalarının karşılandığı bir giriş-çıkış kapısı özelliği kazandı. Mısır'a tayin edilen beylerbeyiler, Mısır beyleri, âyanları ve asker ocaklarının temsilcileri tarafından burada karşılanırdı. XVII. yüzyıl ortalarından itibaren bazı zorba Memlük sancak beyleri ve ocak ağaları yeni tayin edilen beylerbeyini istemedikleri zaman onun İskenderiye'den Kahire'ye hareketine engel olurlar ve buradan geri gönderirlerdi.

Osmanlı Devleti'nin Batı devletleriyle olan ticarî münasebetlerinde İskenderiye Limanı önemli bir yere sahipti; ticarî imtiyaz verilen Venedik, Fransa, Dubrovnik ve İngiltere tüccarı ve şirketleri burada faaliyet gösterirdi. Bu devletler kendi tebaalarının meselelerini halletmek üzere İskenderiye'de konsolosluklar da açmışlardı. XVII ve XVIII. yüzyıllarda bu imtiyazlara kilise, okul ve bazı malî müesseseler açma gibi yenileri ilâve edilmiştir.

İskenderiye Limanı'nın hareketliliği, XVI. yüzyıldan itibaren Akdeniz'de pek çok deniz korsanının faaliyetine de yol açmış ve bu durum zaman zaman şehri etkilemiştir. Nitekim İskenderiye-İstanbul denizyolunun emniyeti, bu yolda gelip giden hacı, tüccar, erzak, hatta devlete ait gemileri korumak için burada savaş gemileri hazır bulunduruluyordu. Dimyat ve Reşîd'deki savaş gemileriyle birlikte bu donanma Mısır'ın kuzey sahillerini korumaktaydı. Bu donanma Rodos (1522), Sakız (1566), Kıbrıs (1571-1573) ve Girit (1669) gibi önemli Akdeniz adalarına yönelik askerî seferlere de katılmıştır.

İskenderiye'nin idarî, malî ve askerî teşkilâtı bir yandan kaptanpaşa ve mal emini vasıtasıyla devlet merkezine, bir yandan da Mısır beylerbeyi, defterdarı ve kadısı vasıtasıyla Mısır eyaleti merkezine bağlıydı. Bu sebeple İskenderiye'nin iki sıfatı olup biri kaptanpaşanın nezaretinde "kaptânü'l-imâreti'ş-şerîfe", diğeri Mısır beylerbeyinin idaresinde "emîrü'l-livâi's-sultânî bi's-sağri's-Sikenderî" idi. İskenderiye beyi ve kaptanı iç işlerin çözümlenmesinde Mısır beylerbeyinden, dış meselelerde ise merkezden emir alırlardı. İskenderiye sancak beyi ve kaptanının 200.000 ile 600.000 akçe arasında sâlyânesi olurdu. Ayrıca kendilerine cerâye* olarak 500 irdeb hububattan başka İskenderiye gümrüğü ve pazar vergilerinden tahsisat ayrılırdı. İskenderiye kaptanının tayini 1162 (1749) yılına kadar düzenli olarak yapılmıştır. Bu tarihten Gazi Hasan Paşa'nın İskenderiye'ye gittiği 1200'e (1786) kadar sancak yerli Memlük mütegallibenin elinde kalmıştır.

Kayıtbay, Ebûkīr, Reken ve Burcüssilsile adı altında birçok kalesi olan İskenderiye'nin muhafazası için yeniçeriler görevlendirilmişti. "Merdân-ı kal'a" diye anılan bu görevliler, sancak beyinin en önemli yardımcılarından olup limanda büyük nüfuzları vardı. Yine bu kalelerde görülen az sayıdaki azeblerin çoğu İskenderiye Tersanesi'nde çalışırdı. Şehirdeki devlete ait müesseselere nezaret eden çavuşlarbaşı ise aynı zamanda hisbe emininin görevini yapardı. Ancak XVIII. yüzyılda müstahfız ve azeblerin nüfuzları azalmış, bütün yetkiler mütegallibe Memlük emîrlerine geçmiştir.

XVI. yüzyılda İskenderiye Limanı Asya'nın güneydoğusundan, Yemen'den, Afrika'dan ve Mısır'ın güneyinden gelen ticaret kervanlarının merkezi olmuş, tâcirlerin ikameti ve mallarının depolanması için şehirde vekâletü't-tüffâh, vekâletü'l-kaptân, vekâletü'z-zeynî Bilâl b. Ali adları altında özel yerler yapılmış, sûku'l-attârîn, sûku'l-kittân, sûku'l-cevârî, sûku's-sarrâfîn, sûku'l-megāribe ve sûku's-sâğa denilen pazarlar kurulmuştur. İskenderiye muhtesibi bu vekâlet, pazar ve dükkânlarda gerçekleştirilen alışverişlerin düzen içinde yapılmasından sorumlu idi.

Osmanlılar devrinde İskenderiye'ye çeşitli madenler götüren Venedikliler oradan za'feran, öküz derisi, kahve ve baharat gibi Yemen ve Hindistan ürünlerinden satın alırlardı. İskenderiye'ye çeşitli giyim eşyası, yün dokumalar, kokular, Almanya'dan silâh çeşitleri, Rusya'dan demir ve kurşun madenleri getiren Fransızlar buradan hububat, pamuk ve öküz derisiyle Orta Afrika, Arabistan ve Hindistan'dan gelen malları götürürlerdi. İskenderiye'ye silâh ve bazı madenler gönderen İngilizler de aynı tür malları alırlardı. İskenderiye'ye sık sık gelen Faslı tâcirler ise pamuk ve keten dokumalar, biber, kahve ve baharat çeşitleri alır, Mağribî yağ, ayakkabı ve yün elbise satarlardı. Hac mevsiminde bu ticaret çok daha canlı olurdu.

Doğu ve batı limanı diye iki kısımdan oluşan İskenderiye Limanı'nın doğusu yabancı ticaret gemilerine tahsis edilmişti. Burada ayrıca gümrük binası ile yabancı devletlerin konsoloshâneleri ve sefirlerin ikametgâhları bulunurdu. Doğu limanı devlet hazinesinin esaslı gelir kaynaklarından biriydi. Gümrük divanı adıyla anılan divanda mukātaaların işlerini gören İskenderiye gümrük emini, gümrüğün ve ona bağlı mukātaaların gelirlerini İskenderiye kadısının nezaretinde tahsil ve Kahire'deki Dîvân-ı Âlî'ye teslim ederdi. Mısır eyaletinin mukātaa ve gümrük gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan İskenderiye ve Reşîd gümrükleriyle bunlara bağlı mukātaaların gelirleri 1004'te (1595-96) 2.645.000, 1089'da (1678) 4.881.334, 1112'de (1700-1701) 4.991.527 ve 1217'de (1802) ise 5.405.705 para idi. Mısır'ın bütün mukātaa ve gümrük gelirlerinin 15.769.010 para olduğu düşünülürse İskenderiye gümrüğünün Mısır hazinesi için ne kadar büyük önem taşıdığı anlaşılır. İskenderiye'de sanayi faaliyeti Memlük dönemindeki gibi canlılığını korumuş; dokumacı, ipekçi, kasap, balıkçı vb. sanatkâr ve esnaf zümrelerinin kendi aralarındaki esnaf birlikleri varlığını sürdürmüştür. Osmanlı dönemi İskenderiye'sinde özellikle keten, ipek, yün ve pamuk iplik ve dokumacılığı ile sabun, kibrit, dericilik ve gemi sanayii gelişmişti. Mehmed Ali Paşa döneminin (1805-1848) başlangıcında İskenderiye'de 142 meslek zümresi vardı. Ticaret ve sanayiden başka İskenderiye deresinin iki tarafında ziraî üretim yapılıyor, burada daha ziyade zeytin, hurma, narenciye, dut, karpuz, kavun, incir ve üzüm gibi ürünler yetiştiriliyordu.

İskenderiye toplumu Türk, yerli halk, urbân, Faslı, Şamlı gibi müslüman unsurlarla zimmî statüsündeki Rum, Avrupalı ve yahudi gibi gayri müslim tebaadan oluşmaktaydı. Osmanlı Türkleri, tedrîcen ve bilhassa XVIII. yüzyıldan itibaren İskenderiye halkının kızlarıyla evlenip yerli halkla kaynaşmaya başlamıştır. Müslüman halk genellikle limanda ve şehirde çeşitli ticarî, sınaî faaliyetler ve mesleklerle meşgul olurdu. Bazı yahudi ve hıristiyanlar sancağın idaresinde malî işleri, özellikle de İskenderiye gümrüğünün eminliğini üstlenirken diğerleri sarraflık ve mücevhercilikle uğraşırdı. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden İskenderiye'ye gelip buraya yerleşen gayri müslimler ise köle ve câriye ticaretinin yanı sıra gemicilik ve kayıkçılık yaparlardı.

İskenderiye'de Osmanlı döneminde inşa edilen en önemli dinî yapılar Seyyidî Mıfrid Camii (1672), Hacı İbrâhim Tirbâne Mescidi (1685), Ebû Ali Camii (1715) ve Abdüllatîf Mescidi'dir (1756). İskenderiye'nin Bâbülbahr hattında bir bîmâristan ile şehrin birçok yerinde bulunan hamam ve su depoları diğer tesislerdir.

Osmanlı döneminde herhangi bir dış müdahaleyle karşılaşmayan İskenderiye XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren Rus saldırılarına uğradı. 1772'de Ruslar, Bulutkapan Ali Bey'i isyana kışkırtmak ve bundan yararlanmak için İskenderiye sularına bir donanma gönderdikleri gibi 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'nın imzalanmasından sonra da burada bir konsoloshâne açtılar. Başta Bulutkapan Ali Bey olmak üzere diğer yerli âsilerin Rusya ve bazı Avrupa devletleriyle ikili antlaşmalar yapmaları üzerine 1200 Şâbanında (Haziran 1786) İskenderiye'ye Cezayirli Gazi Hasan Paşa kumandasında bir Osmanlı donanması gönderildi. Donanmanın geri dönüşünden sonra İskenderiye, hatta Mısır'ın tamamı Memlük beylerinin nüfuzları altında kaldı; bu durum 1798'e kadar devam etti. 30 Haziran 1798'de Fransızlar İskenderiye'yi kuşatıp ele geçirdiler ve İngiliz donanmasının muhtemel saldırısına karşı tahkim ettiler. Fakat donanmalarının 1 Ağustos 1798'de Ebûkīr sahilinde İngilizler'e mağlûp olmasının ardından Köse Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin de baskısıyla şehri terkettiler. Bu arada Fransızlar'ca yayılan milliyetçilik fikirleri Mısır ve İskenderiye'de geniş yankılar uyandırmıştır.

Daha sonra Osmanlı, İngiliz ve Memlükler arasında çıkan anlaşmazlıklar, 16 Mart'ta İngiliz donanmasının da İskenderiye'den ayrılmasıyla sonuçlandı. Memlük emîrleriyle Osmanlılar arasındaki bazı ihtilâflar da Osmanlı kuvvetlerinin şehre hâkim olmasıyla son buldu. Kahire'de Fransa'ya meyilli Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya rağmen İskenderiye bir müddet daha Osmanlılar'a bağlılığını sürdürdü; bu süre içinde gümrük ve bununla ilgili mukātaa gelirleri İstanbul'a gönderildi.

Osmanlı donanmasının İskenderiye'den ayrılışından (11 Kasım 1806) sonra İngiliz hükümeti Fransızlar'ın Mısır'a hâkim olmasını engellemek için kuvvet gönderdi. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya İskenderiye'yi savunması emrini verdi. Fakat onun nüfuzu altına girmek istemeyen İskenderiye hâkimi Emin Ağa ve şehrin ileri gelenleri Mehmed Ali Paşa'nın yardımlarını geri çevirdi. Bu olay İngiliz kuvvetlerinin işini kolaylaştırdı, Emîn Ağa da şehri İngilizler'e teslim etti (Mart 1807). Bir süre sonra Osmanlı hükümetinin diplomatik girişimleri sonucunda İngiliz donanması İskenderiye'den çekilmiş (19 Eylül 1807) ve şehir tekrar Mısır eyaletine bağlanmıştır.

1798-1807 yılları arasında yabancı işgaline mâruz kalan İskenderiye sosyal ve ekonomik bakımdan çok kötü duruma düştü, halkı şehri terkedip civar bölgelere göç etti. II. Mahmud, Mısır valisine ve İskenderiye beyine çeşitli emirler göndererek şehrin imarı, halkın refahının temini için ticarî ve sınaî faaliyetlerin geliştirilmesini, bu hususta özellikle Fransızlar'dan faydalanılmasını istedi. Fransız-İngiliz rekabetinin hâkim olduğu İskenderiye'de halk gittikçe Batılı hayat tarzını benimsemeye başladı.

İskenderiye'de ziraatı geliştirmek için II. Mahmud'a nisbetle anılan et-Tür'atü'l-Mahmûdiyye adlı kanal 1821 Şubatında devreye sokuldu. Böylece İskenderiye'nin Mısır'ın diğer yerleşim birimleriyle irtibatı sağlanmış, iç ticareti de canlandırılmıştır. Ayrıca 1827 Navarin deniz faciasından sonra İskenderiye'de tersane kuruldu ve burada güçlü bir donanma inşa ettirildi. Daha önce gayri müslim gemilerine kapalı olan batı limanı onlara da açıldı, 1844'te gemilerin tamiri için bir havuz, denizci yetiştirmek için bir mektep ve bir deniz hastahanesi kuruldu.

Kavalalı Mehmed Ali zamanında ayrıca İskenderiye'nin dış saldırılardan korunması için surları onarılmış, yenileri inşa edilmiş, gayri müslimlere kilise bina etme, çan çalma gibi dinî imtiyazlar verilmiş, böylece XIX. yüzyıl başında sayıları 100'e varmayan gayri müslim sayısı gelen Rum, Fransız, İngiliz ve İtalyanlar'la 1833'te 4886'ya, 1897'de ise 46.118'e ulaşmıştır. Şehrin umumi nüfusu ise 1840'ta 60.000 iken 1874'te 270.000 olmuştur. 1855 yılında İskenderiye'de on üç konsolosluk bulunuyordu. Yabancıların kiliselerden başka hastahane, otel, okul gibi sosyal kurumları vardı.

Mehmed Ali Paşa'nın halefleri döneminde İskenderiye'de Fransız nüfuzunun yerini İngiliz nüfuzu aldı; İskenderiye-Kahire-Süveyş demiryolu projesinin imtiyazları bir İngiliz şirketine verildi. Bu hattın ilk merhalesi Said Paşa'nın valiliği zamanında (1854-1863) tamamlandı. İsmâil Paşa döneminde (1863-1879) ilk defa bir iç demiryolunun devreye girdiği İskenderiye'de ticarî faaliyetler iyice arttı, 1879'da tatlı su getirtildi ve 1897 yılında şehrin nüfusu 46.118'i yabancı olmak üzere 315.844'e ulaştı.

XIX. yüzyılda İskenderiye'de Napolyon Bonapart zamanında Fransız İlim Enstitüsü kurulmuştu. Bununla birlikte birçok camide İslâmî ilimlerin tedrisi de sürüyordu. Açılan diğer yabancı özel okullar ve yayımlanan gazeteler aracılığıyla yabancı kültür ve nüfuzunun yayılmasını engellemek için el-Cem'iyyetü'l-hayriyyetü'l-İslâmiyye adıyla bir dernek kurulduğu gibi Kevkebü'ş-Şarḳ, el-Ehrâm, et-Ticâre adı altında gazeteler de çıkartılmıştı. Aynı dönemde posta heyeti, bir karma mahkeme ve İskenderiye'nin ünlü kütüphanesi, ayrıca Yunan ve Roma müzeleri açılmıştı.

İskenderiye 11 Temmuz 1882'de Urabî Paşa olayını bahane eden İngilizler'ce işgal edildi. Bu sırada şehir tahribata uğradı. İngilizler'in Mısır'ı işgalinden sonra İskenderiye'de hızla çoğalan gayri müslimlerin sayısı 1897'de 46.000 iken 1917'de 84.705 olmuş, on yıl sonra ise 100.000'i bulmuştu. Bunların 15.000 kadarı Rum, 12.000 kadarı İtalyan, 8000 kadarı İngiliz, 5000 kadarı Fransız ve 3000 kadarı Avusturyalı, geri kalanlar ise başka milletlerdendi. Bu dönemde İskenderiye'de sanayi faaliyetlerini engelleyen Batılılar halkı pamuk, buğday gibi ziraî faaliyetlere teşvik etmişlerdi. Gerçekten İskenderiye Limanı'ndan çıkan malların çoğu pamuk ve tahıl ürünleri olup Avrupa ülkelerinden gelen malların çoğunluğunu ise sanayi mâmulleri oluştururdu.

I. Dünya Savaşı başlayınca İngilizler İskenderiye ve Mısır'da sıkıyönetim ilân ettiler. II. Dünya Savaşı'nda ise İskenderiye İngiliz donanmasının Akdeniz'de üssü haline geldi. 1951'den itibaren Mısır'daki nüfuzu azalan İngiltere yalnız Mısır'da değil Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Arabistan ve Yemen'de de nüfuzunu tesis için bu ülkelerin temsilcilerini İskenderiye'de bir araya getirdi. Câmiatü'd-düveli'l-Arabiyye'nin ilk belgesi olan ve İskenderiye Protokolü adıyla anılan belge 7 Ekim 1944'te bu toplantıda imzalandı. Kral Fâruk'un devrilmesinden (23 Temmuz 1952) ve Milletlerarası Süveyş Kanalı Şirketi'nin devletleştirilmesinden sonra İskenderiye'de yabancı sayısı tedrîcen azaldı. 1952 devriminin ardından şehrin idaresi önce geçici bir komisyona, 1955'ten itibaren de İskenderiye muhafızı başkanlığında büyük bir komisyona havale edildi.

İskenderiye önemli bir ticaret ve sanayi merkezi olarak Mısır'ın Kahire'den sonra ikinci önemli şehri ve en büyük ihracat ve ithalât limanıdır. Yılda 2700 gemiyi karşılayan limanda üç gümrük vardır. Mısır sanayi faaliyetlerinin % 15'inin toplandığı İskenderiye'de özellikle pamuk, keten, yün ve ipek dokumacılığı ile triko ve gıda maddeleri, otomobil, kibrit, cam, demir çelik, elektrik, radyo, petrol, çimento, kâğıt, sabun, plastik ve ilâç endüstrisi gelişmiştir. Önemli bir kısmı denizcilik, gemicilik ve balıkçılıkla geçinen İskenderiye halkının bir kısmı da tarımla uğraşır. Ilıman bir iklimi olan ve bünyesinde çeşitli asırlara ait eserler bulunduran İskenderiye turistlerin de çok uğradığı bir yerdir.

Kahire Üniversitesi'ne bağlı olarak 1938'de İskenderiye'de Hukuk ve Edebiyat fakülteleri açılmış, 1942'de Hukuk, Edebiyat, Tıp, İlimler, Mühendislik fakültelerinden oluşan Fârûku'l-evvel Üniversitesi devreye girmiştir. Şehrin 1960 nüfus sayımında 1.516.224 olan nüfusu 1976'da 2.317.705, 1986'da 2.926.859 olmuş, 1998'de ise 3.200.000'e ulaşmıştır.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA