Kocaman bir kapıdan girersin; o ana kadar yaşadığın her şeyi arkanda bırakarak. Ayak bastığın yerin ruhunda vardır cesaret ama ilk saatlerinde o cesaretten eser bulamazsın. Büyük ihtimalle de tanıyamazsın kendini. Dışarıda, her hareketine kendin karar verirsin; asarsın, kesersin ama bildiğin hiçbir şey, ait olduğun bu yeni yerde sökmez. Çoğu durumda, bildiğin, yanıldığına bile yetmez… İçini titreten bir yalnızlık hissedersin. İlkokul çağlarında olsan, biri gelip "Hadi arkadaşlarınla el ele tutuşun, oynayın" der, kaynaşır gidersin. Ama bu yeni yerde, ilişkiler de bu kadar naif kurulmaz. Çünkü ortama, puslu bir gri ve yeşil hâkimdir; öyle hemen içli dışlı olmaya izin vermez. İlk gece koyarsın kafanı yastığa, uyuyacağım zannedersin, uyuyamazsın. Aslında uykunu dağıtacak hiçbir şey yoktur ama yine de uyuyamazsın. Kaldırırsın kafanı yastıktan, ranzada oturmaya başlarsın. Sağa sola baktığında da, seninle aynı durumda olan başkalarını görürsün.
HER ŞEY BİR SORUYLA
"Memleket neresi?" diye başlar sohbet. Ve bu soruldu mu, 'başkaları' olmaktan çıkar o insanlar. Ülkenin başka başka yerlerinden gelmiş, başka başka eğitimler almış insanlarsınızdır. Ama o sihirli, "Memleket neresi?" sorusuyla başlayan konuşma, bütün benzemezlikleri siler atar. Ortama yavaş yavaş ısınmışsındır. Sıra, kendinle olan mücadelene gelir. Öyle her yemeği yiyemeyeceğini, hijyen takıntın olduğunu düşünürsün. Üç gün bisküvi, maksimum bir hafta tostla beslenir; sonra paşa paşa girersin yemekhane sırasına… Günde iki defa duş almadan yapamayacağını zannedersin. İlk birkaç gün kafan kaşınır, akşam yatmadan kolonyalı mendillerle arındırırsın kendini; 15 gün sonra, haftada iki banyo, sana, beş yıldızlı otelin spa'sı gibi gelir. Zamanla o puslu gri ve yeşilin adamı olursun. Ülkenin her tarafından arkadaşlar edinmeye başlarsın. Akşam yemeği sonrası içilen çayda, memleket kurtarırsın. İki hafta önce, korkak gözlerle ayak bastığın toprakların kralısındır artık… Bu durumundan, en az senin kadar memnun olan başka birisi de vardır; baban. Bir elin silahta, bir elin arkadaşında yemin ederken, 'aslan' yetiştirdiğini düşünür, gururlanır. Sen gün boyu yemekhanede bulaşık da yıkasan, mıntıka temizliği de yapsan; baban seni 'Rambo' olarak görür… Ve, o günü hayatının en özel günlerinden biri yapar… Özel günler yaratmak iyidir. Her ne kadar, tüketim çılgınlığının bir ürünü olarak görülse de, tüm özel günler iyidir. Çünkü rutinden farklı bir mutluluk kaynağı yaratır. Sevgililer Günü, Anneler Günü, doğum günü, yıldönümü… Ne olduğu önemli değildir; maksat, kendinden başka insanları sevindirecek küçük mutluluklara imkân tanımaktır.
BABALAR GÜNÜ
Bir erkeğin, çocuğundan ilk duymak istediği kelimedir 'baba'. "Baba dedi, baba dedi!" diye de, ölümsüzliştirmektir o anı, işin raconu. Bu sene, Babalar Günü'nde 11 baba, yemin törenlerinde gururdan ağladığı çocuklarını toprağa verdi… Tam 11 baba… Şimdi çıkıp, türlü türlü açıklamalar yapılıyor ya; hepsi boş… Bu ülkede 11 baba, artık Babalar Günü'nü kutlayamayacak… Her seferinde, o puslu gri ve yeşilin adamı olmuş oğulları gelecek akıllarına… Bir daha Babalar Günü'nün gelmesini istemeyen 11 bir baba; bence bundan daha trajik bir durum yoktur…