Yıllar
önce Uğur Yücel film yönetecek deyince heyecanlanmıştık, Kapadokya'ya sete gitmek istedik ama hava muhalefeti nedeniyle havaalanından geri dönmüştük. O film
Yazı-Tura'ydı... Yücel'in ilk gözağrısı. Filmde Yücel Güneydoğu'daki savaşın erkekleri ruhen ve fiziken nasıl hadım ettiğini anlatıyordu. Yücel'in beşinci filmi, vizyondaki
Soğuk da
Yazı Tura'nın izinden giden bir film. Kars'ta erkeklerin dünyasından sert bir hikaye anlatıyor. Ama içinde iyilik de aşk da kol geziyor. Belki de kötünün iyiyi kovmasının farklı bir tezahürü... Yücel'in de en iyi filmlerinden biri. Hal böyle olunca filmi vesile edip Uğur Yücel'in kapısını çaldık. Filmden, o erkeklik hallerinden, sinemadan biraz da hayattan konuştuk.
- Adana'da Soğuk filminin söyleşisinde seyirciye "İçim gülmüyor ki sizi güldüreyim" demiştin. Bu coğrafyada duyarlı olmak ağır mı geliyor insana? Bu ruh halin devam ediyor mu?
- Ben hiç komedi filmi yapmamışım. Yeni fark ettik. Gülünç gösteriler yaptım ama film yok. İçinde komik unsurları da olan dramlarda oynamışım. Aslında oynadığım dizilerden de sadece ikisi güler yüzlü:
Canım Ailem ve şimdiki
Aramızda Kalsın... İsim sayıyorum;
Karanlıkta Koşanlar,
Alacakaranlık,
Yazı Tura,
Hırsız-Polis,
Ejder Kapanı. Karanlık, kan, barut cinayet serileri bunlar... Altı sene önce bir gün senarist arkadaşlarımla konuşurken birinci bölüm finali anlatıyorum. Hazırlık aşamasındayız daha. Elimi tabanca gibi tuttum "Arkadan sessizce gelir ve adamın kafasına sıkar" dedim. Birden "Artık böyle işler yapmak istemiyorum" diye masaya kapandım... Cinayet tasarlamaktan bitkin düşmüştüm. Ruhumu ferahlatıcı işler yapayım diye diziye girdim. Fakat bizim ruh hali yine memleket dramlarında...
- Soğuk ruh olarak Yazı Tura'nın izinden gidiyor. Ki Yazı Tura'yı sana memleket acıları çektirmişti. Soğuk bu acının neresinde duruyor?
- Doğrudan aynı yerden kaynaklı. Sistemlerin birer savaş oyuncağı yaptığı erkeklerin soğukkanlı gaddarlığı.
Yazı- Tura'da savaş hasarından doğan arızalar yeni hayatlara yansır, bu filmde de hepsi bir zamanlar süt çocuğu olanların canavarlaşmış suretleri var...
KAPADOKYA VE KARS ÖZEL
- Sert bir erkek hikayesi Soğuk. Memleketin genel havasına sinen sert erkek hali bir gün normalleşir mi?
- Bu çok uzun konuşulması gereken ve bence bu ülkenin temel sorunu olan bir durum. Sorun diyorum. Sosyolojik bir mesele. Bana çok acı veren bir manzara. Yeryüzünün en güzel topraklarının üzerindeyiz. Milyonlarca yol kat etmiş insanlığın, hele ki hem doğası hem ilk çağlardan beri bu topraklarda yaşayan insanların hayata kattıkları güzellikleri düşünüyorum ama bu günlerin bize sunduğu resim trajik. Ne oldu da böyle cinnet toplumu olduk? Bunları okumak çözmek gerçeklerle yüzyüze kalmak kimsenin derdi değil. Burada bir insanlık meselesi var. Normalleşmesi mümkün değil artık benim tarihimde. Geçen hafta Nürnberg'e indiğimde seçim günüydü. Büyük bir sessizlik vardı. Akşam eski belediye başkanının büyük farkla kazandığını duyduk. Televizyonda haber geçiyor, sokaklar her zamanki olağanlığında. Arkama dönüp ülkemi düşündüğümde bir haykırıştan kaçtığımı hissettim.
-
Samimi bir zarafet vardır işlerinde. İster oynadığın karakterlerde ister çektiğin filmlerde bir yerden hissedilir bu. Ama gün geçtikçe toplum olarak hoyratlaşıyoruz. Sence film nerede koptu?
- Zarafetten, durum fetişine gitmeden viraj almayı anlıyorum. Kendi yazıp yönettiklerimde öyle oluyor, direksiyon kırıyorum. Resmin çehresine karşı duyduğum, bütünlüğün kusursuz olmasına gösterdiğim özeni inkar etmeyeyim. Bunun için ille başyapıtının olması gerekmiyor. O da olur ama. Toplumsal zarafet kaybının tek açıklamasıysa, milletler topluluğundan tek millete geçip savaşçı ruhlu ve kendinden olmayan her şeyi yok edebilecek nesiller üretmek.
- Her karakter iz bırakır derler. Yönettiğin filmler bir iz bırakıyor mu?
- Atmosferi siniyor. Kapadokya ve Kars'ın benim için anlamı çok farklı. Ama bu kendimden çıkan işlerde böyle oluyor. Şimdilerde yine yazmaya başladım. Kokusu geliyor önce filmin. Bir de yıllar sonra filme tekrar bakınca öylesine değerli geliyor ki! 8 mm. den çocukluğunu izler gibi...
YAZMAK DERT PAYLAŞMAK
- Yazmak, çekmek, oynamak... İçindekini paylaşmak ne kadar iyi geliyor sana?
- Yazmak kendinden geçme hali, çok rahatlatıcı. Senaryolar ve öyküler aslında iç dünyanı ortaya koyuyor, konuşarak söyleyemediklerin gözüküyor, kendini ele veriyorsun. Mahrem de aynı zamanda. Fakat herkes senden bir payda çıkarıyor. Ya dramları koyulaşıyor ya da içinden çıkamadıkları, tarif edemedikleri duyguları işitiyorlar, görüyorlar filmlerde ya da öykülerde. Bu dert paylaşmak gibi. İyileştirici. Ruhların düğümünü çözmeye de yarıyor.
-
Genç oyuncular seni çok seviyor. Peki abi senin kıymet verdiklerin kimler desem?
- Ben de öyleyim onlara karşı! Sev beni seveyim seni... Ben kendini önemseyen ve sebepsiz kibirli insanlardan tiksinirim. Bu nedenle genellikle dışarıdan, gardını almış ve gergin gözüküyorum. Beni tanımaları sadece birkaç saat alıyor ve bütün çalıştığım oyuncularla dostluğumuz sonsuza doğru sürüyor. Oradayız. Aynı dert ve sıkıntıda. Birlikte mutlulukta... Kıymet verdiklerim kendilerini biliyorlar. Daha tanışmadıklarım da var. Onlar da bir gün birlikte çalışacağımızı biliyorlar... Haydi umutlu bitireyim; ülkemizin özellikle son yıllarda tek ödül ve övgü aldığı alanlar sinema, edebiyat, güzel sanatlar. Türkiye buraya bakmalı.
AMARCORD'U İZLEYİNCE YÖNETMENLİK DÜŞTÜ GÖNLÜME
- Yönetmenlik oyunculuktan daha cazip hale mi geldi?
- Ezelden beri öyleydi.
Amarcord filmini ilk izlediğimde yönetmen olmalıyım dedim. Kuzguncuk Rimini'ye çok benziyordu. Bütün filmi derin bir kederle izledim. Ciccio Ingrassia'nin ağacın tepesinde "Ben karı istiyorum!" diye haykırışları bile buruk gelmişti bana. Gülerken ağlatan bir filmdi bence. Finali en dramatik filmlerden daha çok etkiledi beni. Kır düğünü, uçuşup giden tüller ve Nino Rota'nın muazzam müziği üzerine, bunlar benim bildiğim duyduğum yerler diye düşünmüştüm. Oyuncu kendini filmdeki role yakıştırır, yazan yönetense kameranın vizörünü düşünür. Biri kadrajın içindeki yerini diğeri kuracağı kadrajı hayal eder. Ben hep ikincisi oldum.
ALİ NAZİK İMÇ'DE NOHUT PİLAV SATIYOR!
- İstanbul Film Festivali'nde Muhsin Bey restore edilip gösterilecek. Bu film senin dünyanda nerede duruyor?
- İstanbul Film Festivali ve Azize Tan çok pırıltılı işler yapıyor. Doğrusu festival varolduğundan beri ülkenin en sevindirici yüzlerinden biri. Ben çok sevindim Muhsin Bey'in restore edilmesine. Benim için çok anlamlı bir film. Muhsin Bey benim Anadolu'nun ruhuna girdiğim bir film. O filme kadar sadece caz ve klasik dinliyordum. İlk gençliğimde rock, caz ve hatta ilk başlarda düğün salonu müzisyeniydim. Arabesk, türkü hiç dinlemiyordum. 12 yaşımdayken yüzlerce LP'im vardı. Bir tek yerli 45'lik bile yoktu.
Muhsin Bey hazırlıklarında Urfa'da kaldım bir müddet. Oralara ait olduğumu hissettim. Döndüğümde bir Urfa hoyratını baştan sona tam da yerinden söyleyecek denli oralı olmuştum. Oralı olmak benim hayatımı değiştirdi. Güneydoğu'dan Karadeniz dağlarına kadar olan bölge benim toprağım oldu. Bu sonra kendi işlerime de yansıdı. Beni değiştiren bir filmdi o!
- Şimdilerde Ali Nazik'in hayatı nasıl devam ediyordur?
- Ali Nazik bugün her ne durumda olursa olsun naif kalırdı. Televizyonda türkülü show programları yapıp her gün yumurtladığı laflarla Twitter'da top 10'a girerdi. Ya da haydi biraz dramatik düşünelim. İMÇ'de nohutlu pilav tezgahı olurdu. A ne güzel olur aslında. Muhsin Bey gelip onu orada buluyor bir yağmurlu gecede. "Ver bakalım bir tabak da bize Ali Nazik" diye bir ses duyuyor başını kaldırdığında... "Muhsin Bey 2..." Ben de Yazı Tura 2 yapayım dedim geçenlerde. Birincisinde bir şey olmuş gibi... İkinciler daha çok gişe yapıyor ama kesin. Fakat Muhsin Bey bugün çıksaydı vizyona en az 3 milyon seyirci gelirdi. Oysa vaktiyle sinemada iki kişiydik izlerken...
ŞENER ABİ'YLE HAYATI KONUŞUYORUZ
- Zaman zaman şöyle Şener Şen ile tekrar bir araya gelip karşılıklı oynasak dediğin oluyor mu?
-Benim hiç şöyle bir ortalara çıkayım da bir döktüreyim hissayatım olmadı. Yani oyunculuk yapma, karakterler sergileme arzum pek yok. Yazmak ve çekmek daha doğru geliyor bana. Şener Abi'yle oynamaktansa ona bir film yazmayı tercih ederim. Ama hayatımda en sık sorulan belki de her gün sorulan yegane soruysa "Şener Şen'le ne zaman film yapacaksınız?" Son zamanlarda sıkça bir araya geliyoruz. Sinemadan çok hayatı konuşuyoruz. Dert paylaşıyoruz... Filme sıra gelmiyor. Fakat aynı yerden gülen, aynı yerden ağlayan insanların yan yana oynamaları hayatın zamanını tam da yerinden kullanmaları apayrı bir haz. Şener Şen insana bunları hissettiriyor.
İSTEDİĞİM İŞLERİ YAPMA ŞANSIMI ÇOK KÖTÜ KULLANDIM
- Sen Yeşilçam ile Yeni Türkiye sineması arasında bir köprü gibisin. Ustasın bir çoğumuz için. Deneyimlerini paylaşıyorsun ama sanki gittikçe sadeleşmeyi, sıradanlaşmayı hatta bir noktadan sonra gözden kaybolmayı istiyorsun gibi bir algı var bende.
- Ustalık gibi bir hissiyatım yok. Ama konuştuğum zaman oyunculuk ve sinema hakkında ne kadar çok laf ettiğime şaşırıyorum. İki gün önce bir söyleşiye de benzer cevap vermiştim. Doğrusu bu. Ben özgür olma, yani hep istediğim işleri yapma şansımı çok kötü kullandım. Ticari olarak bir fiyasko yaşadım. Küçük ölçekli bir hayat ve ortalarda görünmeden sadece kendi istediklerini yapan biri olmayı becerebilseydim şimdi dünyada ve ülkemde bambaşka bir konumda olurdum. Tabii ki çok daha mutlu olurdum öylesi bir yaşamda. Ama daha umudum tükenmedi. Anlatacaklarım var. Tam da istediğim bir hayata kavuşmak için az kaldı.
EN SEVDİĞİ TÜRK FİLMLERİ...
- Bu yıl sinemamızın 100. Yılı. Senin sinemamızda unutamadığın ve çok sevdiğin filmler hangileri acaba?
- İz bırakanlar diyelim.
Susuz Yaz, Ah Güzel İstanbul, Sevmek Zamanı, Sürü, Umut, Yol, Züğürt Ağa ilk aklıma gelenler. Her nedense bütünlüğünden ziyade kimi muazzam sahneleriyle anıyorum izlediklerimi.