Murat Bardakçı geçmişimizdeki ilk bombalı terör eylemini gerçekleştiren Belçikalı anarşist Charles-Edouard Joris'in, Avrupalıların baskısı ile nasıl serbest bırakıldığını yazmıştı dün...Olayı Bardakçı'nın yazısından alıntılayarak kısaca hatırlayalım... Türkiye'nin yaşadığı ilk bombalı terör İstanbul'da, 1905'in 21 Temmuz'unda sahnelenmiş, o gün patlayan bomba 26 masumun hayatına mal olmuştu. Saldırının hedefi zamanın hükümdarı Sultan Abdülhamid, planlayanlar Ermeni komitacılar ama bombayı imal edip yerleştiren, daha doğrusu saldırının taşeronluğunu yapan da Charles-Edouard Joris isminde Belçikalı bir anarşistti. Padişah Abdülhamid Yıldız Camii'ne 'Cuma Selâmlığına', yani cuma namazına gitmişti. Caminin yanı başına bırakılan bir faytona yerleştirilmiş olan saatli bomba namazdan hemen sonra, hükümdarın geçmesine birkaç dakika kala patladı. Sultan Abdülhamid namaz çıkışında Şeyhülislâm ile ayaküstü konuşmaya dalması sayesinde saldırıdan yara bile almadan kurtuldu, kendi arabasına bindi, dizginleri eline aldı, saraya döndü ama patlamada 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmıştı. Hemen başlayan tahkikat hem hadisenin sorumlularını ortaya çıkarttı, hem de İstanbul'un nasıl büyük bir tehlikeden son anda kurtulmuş olduğunu gösterdi: İşin gerisinde Ermeni komitacılar ile Belçikalı bir taşeron vardı. Abdülhamid'in katledilmesinden sonra Bâbıâli'yi, Tünel'i, Galata Köprüsü'nü ve Osmanlı Bankası'nı uçuracaklar, elçilikler ile önde gelen resmi daireleri de yerle bir edeceklerdi. Avrupa'dan gelen teröristlerin hemen tamamı Türkiye'den yabancı bandıralı gemilerle çoktan ayrılmışlardı ama Joris ile birkaç adamı hâlâ şehirdeydi ve yakalandılar. Teröristlerin mahkemeye çıkartılacağının açıklanmasından sonra Bâbıâli ve saray önce Belçika'nın, daha sonra da diğer Avrupalı memleketlerin İstanbul'daki büyükelçilerinin baskınına uğradı... Zayıf ve çaresiz olan Bâbıâlî baskılara karşı koyamadı ve Joris serbest bırakılıp Avrupa'ya gönderildi! Murat Bardakçı bunları yazmış... Ama bizim 'Aydın geleneğimiz'in bir temel öğesini oluşturan 'Kişilere dönük saplantılı nefret'in, bu olay dolayısıyla bir kez daha sergilendiğini yazmayı unutmuş. Bu terör eylemi sonrasında şair Tevfik Fikret, Abdülhamit'i hedef alan terör eyleminin başarısız olmasına hayıflandığı 'Bir Lahza-ı Teahhur' şiirini yazmıştı. Bu şiirde Abdülhamit'in cuma selamlığına bir anlık gecikmesinden ötürü hayatta kalmasından duyduğu teessürü seslendiriyor ve 'Bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen... (denî)/ Bir lâhza- i teahhura medyun bu keyfini!' diyordu. Cinayet ve saldırıları 'saray gladyosu' adını verdiği muhayyel bir canavara yıkan; aynı zamanda PKK'nın daha sonra başlatacağı terör eylemlerine siyasal zemin sağlamakla görevli olan HDP, Suruç'taki saldırıyı PKK tabanı ile radikal sol örgütler arasındaki kaynaşmayı sağlamak için kullandı. Saldırıyı IŞİD'in Adıyaman hücresi diye tarif edilen yapıdan Abdurrahman Alagöz yaptı ama günün sonunda bu mesele sol radikal örgütler ile PKK komutanlarının devrimci halk savaşı ortaklığını doğurdu. 12 Mart 2016'da dokuz sol örgüt, Duran Kalkan'ın ilan ettiği bildiri altında 'Halkların Birleşik Devrim Hareketi'ni kurdu ve sadece AKP'ye değil 'TC burjuva devleti'ne de savaş açtıklarını deklare ettiler. Tohum Suruç'ta ekilmişti. 10 Ekim'de Ankara Garı'nın önünde yapılması planlanan DİSK, KESK, Türk Tabipleri Birliği, TMMOB ve HDP'nin katıldığı mitingin saldırıya uğraması da tohumun kök salmasına yardımcı oldu. PKK ve PYD'nin Rojava üzerindeki egemenliğe kavuşması için Türkiye'de yapılması gereken siyasi tahkimat, sol kesimi, STK'ları 'ortak tehdit' algısında birleştirmeyi ve tehditten de ülkenin bugünkü yönetimini sorumlu tutmayı gerektiriyordu. Ankara Garı saldırısı, 'ortak tehdit' meselesindeki ortaklaşmayı sağladı. Fail olarak bu kez Yunus Emre Alagöz'ün ismi öne çıktı. İstanbul Taksim'de neden saldırıya uğradık? İlk neden, terör nedeniyle turizmin yara alacağı tartışmalarını soru işareti olmaktan çıkarıp kesinliğe dönüştürmek için. İkinci neden ise IŞİD'e karşı yapılacak Musul operasyonu. Amerikan derin devletiyle bağları çok su götürür bir isim olan; Barack Obama'nın IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyon Özel Temsilcisi Brett McGurk'un, 6 Mart'ta ilan ettiği 'Musul'u kurtarma operasyonu' ile ilgili olarak yeni üs haberleri İstanbul saldırısından sadece 2 gün sonra ajanslara düştü. Bu operasyonu garip yapan ise şu: Suriye'deki IŞİD varlığı, etrafına sorun saçan bu ülkenin en önemli anomalilerinden biri iken normalde bu operasyonun Rakka'ya yapılması gerekir. Musul'a operasyon, Irak'taki IŞİD'lileri Suriye'ye kaçmaya teşvik etmek demektir. Suriye, IŞİD'in anavatanı haline geldiğinde bu durum Suriye muhalefetini etkiler, Beşar Esad'ı etkiler, Baas rejimini etkiler, seçenekleri 'Suriye'nin bölünmesi' ya da 'Baas rejimine etnik ve mezhebi katliam yapma hakkı dahil her türden tedbiri alarak düzeni sağlama hakkı verilmesi' olmak üzere ikiye indirir. Batılı ve İsrailli mahreçlerin Suriye'nin bölüneceğini, bölünmesi gerektiğini ileri sürdüğü bugünlerde, bölünmeden en iyi payı elde edecek olan PKK-PYD'nin örtülüp IŞİD'in öne çıkarılması hiç şaşırtıcı değil. Türkiye'nin Suriye'nin bölünmesine karşı olduğu da sır değil. Taşları verdim, boşlukları siz doldurun. 1- ABD'nin Obama ile birlikte eski müdahaleci politikalarından vazgeçip 'bekle, gör' politikasında ısrar ettiği iddiası yanlıştır, aldatıcıdır. Müdahale var, müdahale var. ABD 'tembel' veya 'çekingen' bir politika izlemiyor. Böyle düşünenler ABD'nin Arap Baharı'ndan bu yana dünyayı nasıl sabırla ve ince incebiçimlendirmeye başladığı gerçeği gözden kaçıyor. Bizim yorumcular ve karar vericiler bu iddiayı seslendirmeye artık son vermeliler. Suriye krizi başladığından bu yana ABD'nin pasif kaldığına inanarak hem kendilerini hem de kamuoyunu aldattılar. Pasif kalmakla pasif görünmek başka şeyler. Kabul etmek gerekir ki, ikincisi iyi taktik. ABD'nin İran'a dair diplomatik ve ekonomik hamlelerinden sonra hâlâ 'pasif ABD' tezinde ısrar eden varsa, onu kendi haline bırakmalı! 2- Terörü sadece sosyal dinamiklerine bakarak analiz edip gerisini dehşetle izlemek kabul edilemez. Neden? Çünkü terör artık toplumların zihninin yeniden biçimlendirilmesinde etkili bir araç olarak kullanılıyor. Uluslararası teröre gelince, kimse bana üç beş terörist ve marjinal örgütten bahsedip durmasın! Bugün DAEŞ terörü bütün Avrupa'nın zihnini altüst edecek noktaya doğru ilerliyorsa, durup daha derin düşünmek zorundayız. Hatırlayın, 11 Eylül sonrası neoconlar Avrupalı müttefiklerini İslam'a bakış noktasında ortak ve sert bir tutum almaya zorlamış fakat başarılı olamamıştı. Şimdi sınırlarını kapatan ve korkudan kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmeye başlayan bir Avrupa var. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Elbet Avrupa o kabuğun altından çıkacak. Ama nasıl? İslamofobik uygulamalara hız vererek mi? İşte o zaman küresel güç merkezi (dünya sistemini yönlendirmeye çalışan neo- con çekirdek) başarıya ulaşmış olacak. 3- Daha geçen ay Münih Güvenlik Konferansı'nda konuşulan bir iki şeyi hatırlatayım. Fransa Başbakanı Valls 'Kesinlikle emin olduğumuz bir şey var; önümüzdeki günlerde Avrupa büyük terör saldırılarıyla karşılaşacak.' Hatta Manuel Valls konuşmasından sonra bir grup diplomat ve uzmanla bir toplantı yapmış ve orada 'dünyanın yeni bir döneme girdiğini' söylemişti. Neymiş o dönem? Aynı konferanstan ayrılırken Rusya Başbakanı Medvedev'in gazetecilere söylediklerini hatırlatayım: 'Dünya yeni bir soğuk savaşın eşiğinde.' Sakın patlayan bombalar, ölen insanlar, korkudan titreyen uluslar Medvedev'in sözünü ettiği soğuk savaşın sıcak yüzü olmasın! Burada iki önemli ekonomik gerçeklik vardır; birincisi, Avrupa, başta göçmen genç nüfus olmak üzere, artık kendi sınırları içinde yaşayan kesime istihdam ve sosyal imkân sağlama şartlarını yitirmiştir. İkincisi, 2008 krizinin ne denli derin ve sarsıcı olduğu ve bunun tam anlamıyla bir gelişmiş dünya -Batı- krizi olduğu bugün ortaya çıkmaktadır. Ancak, Paris'te 2005 yılında başlayan ayaklanmalar, krizin derinleşmesine ve 2008 büyük kriz dalgasıyla buluşmasına rağmen tekrar etmedi. Çünkü Paris gibi Batı metropollerin banliyölerindeki bu kızgın ve kimliksiz genç nüfus, Ortadoğu'da birdenbire ortaya çıkartılan DEAŞ gibi terör yapılarına katılarak öfkelerini dindirmeyi seçtiler. Böylece DEAŞ gibi paramiliter terör örgütlerini ortaya çıkartıp, finanse edenler bir taşla birçok kuş vurmuş oluyorlardı. Birincisi, Batı metropollerindeki genç nüfusa adres göstererek buralardaki spontan ayaklanmaları önlüyorlardı, ikincisi, terörün insan kaynağını kendi topraklarından yeniden doğuya ihraç ederek yeni dönemin savaş araçları olan paramiliter terör örgütlerini kuruyorlardı. Üçüncüsü, bu örgütleri Doğu ile kültürel olarak ve daha spesifik olarak da İslam'la ilişkilendirerek yabancı düşmanlığı için kamuoyu oluşturuyor yeni bir devlet kaynaklı faşizmin ve buna bağlı içe kapanmanın temellerini atıyorlardı. Bu anlamda geçen gün Brüksel'de gerçekleşen terör olayları, tabii ki Türkiye'ye yönelik terör saldırısından ayrı değildir ama bu terör silsilesinin ilk ortaya çıktığı zaman ve mekânlara baktığımızda karşımıza iktisadi ve sosyolojik olarak oldukça anlamlı bir tablo ortaya çıkar. Bu durumda Türkiye, başta AB ve ABD olmak üzere, Batı ile olan ilişkilerini hangi düzlemde ele alacak ve şimdiki terör sorununun, aslında bir Doğu ve İslam sorunu olmadığını, tam aksine, Batı'nın yıllardır süren tutumunun günümüzdeki sonucu olduğunu nasıl anlatacaktır? Sanıyorum, bu sorunun cevabı bizim tam şimdi tartıştığımız iktisadi ve siyasi konularla doğrudan bağlantılı... Örneğin, Türkiye'nin AB üyeliği sürecinden başlamak üzere, Ortadoğu politikaları ve ABD ile yeni dönemdeki ilişkileri, hiç şüphesiz ki eskisinden farklı olacaktır. Ama bu farklılık, Türkiye için sistemik bir değişikliğe de tekabül etmelidir. Türkiye, bu yeni dönemi, hiç şüphesiz ki bir önceki yüzyıldan kalan kurumlarla ve anlayışla karşılayamaz, böyle olunca da yeni dönemin bir savaş yöntemi olan terörün maddi ve manevi kurbanı olur. Size ilk bakışta alakasız gelebilir ama mesela şu sıralar yapmakta olduğumuz merkez bankasıtartışması bile, tam anlamıyla, böyle bir tartışmadır. Türkiye, eski vesayetçi kurumları ve anlayışı tasfiye etmezse üzerine gelen bu fiziki, ideolojik saldırılar karşısında çaresiz kalır ve eskiden olduğu gibi Batı'nın kendisine dayattığı çözümleri kendi çözümü olarak anlar. Türkiye'de AK-Parti iktidarları, geçmişten gelen vesayetçi anlayışı ve siyaset tarafındaki kurumsal tahakkümü büyük ölçüde geriletti. Ancak burada başta ekonomik vesayet ve onun kurumları olmak üzere birçok vesayet alanı, 82 Anayasası'nın şemsiyesi altında korunuyor. Mesela, bütün bu gelişmelerden sonra sizin merkez bankası dünyada hiçbir şey olmamış gibi yapıyorsa ve hâlâ biz merkez bankasında eski vesayetçi anlayışı devam ettirmeye kalkıyorsak, başımıza gelenler için, önce tam buralara bakmamız gerekir. Son zamanlarda pek sık dillendirilir oldu... Bu tehlike, sözde liberal Fethullah uşaklarının özlemleriyle de örtüşüyor. Kimisi utanmadan açık açık, kimisi çok daha sinsi bir 'istemem yan cebime koy' tavrıyla bunu körüklüyor. Son sığınakları... Başka çareleri kalmadı... Biz de bir süre önce 'başka türlü bir serseriliğe kalkışabilirler mi' diye sormuştuk. Ergenekon davasında yargılanan ve önce hüküm giyip sonra aklanan emekli albay, şimdinin CHP milletvekili Dursun Çiçek 'hayır, yapamazlar' demiş. Şimdilik düşük rütbelerdelermiş, oranları da yüzde 10 kadar. Fakat aralarından 'general bile' çıkabilirmiş de ha... Darbeye kalkışmaları zor ama 'temizlenmeleri' de zor. Askeri yargı somut delil istediğine ve bunlara pek dokunamadığına göre, iş Şûra'ya kalıyor galiba. Önümüzdeki ağustos ayı çok 'kanlı' geçebilir! Devlet Bahçeli, 'teröre kalıcı ve köklü çözüm' için sekiz maddelik reçetesini açıklamış. Buna göre, önce bir 'vizyon' geliştirilecek, sonra bu vizyona göre yapılandırılacak bir 'konsept' oluşturulacak, sonra bu konseptten bir 'strateji' çıkarılacak, bu stratejiye göre bir 'siyaset' saptanacak, bu arada hem bir 'kitle kazanma programı' hem de bir 'diplomatik mücadele eylem planı' hazırlanacakmış. Üstelik 'taktik eğitim ve icra programı' ve 'tanıtım çalışmasına' ihtiyaç varmış. Bu laf salatası, Nasrettin Hoca'nın köy yoluna çalı dikme, onlara sürtünecek koyunların takılıp kalacak yünlerini toplayıp eğirip iplik yaparak satma ve borçlarını ödeme programı gibi. Bu tür adamlar bu memlekette parti başkanı, siyasi lider falan olabiliyorlar. Ne mutlu sana Türkiye... Son bir haftadır hararetle tartışılan bir konu bu imtihanı yeniden tüm yönleriyle önümüze koydu. Aralarında 9 yaşında bir yavrunun dahi olduğu 10 kadar çocuğun, başlarında eğitmen olarak bulunma imkanı elde etmiş bir sapık tarafından tacize uğradığı ile ilgili haberi tartışıyoruz. Ve ne yazık ki gündeme geldiği andan beri meselenin esasını ıskalıyoruz. Bize toplum olarak yüklediği ödevleri, buradan çıkarmamız gereken dersleri değil de bir karalama kampanyasına dönüştürülen yönünü konuşuyoruz bu vahim olayın. Sapık ruhlar için masum ve savunmasız yavruların olduğu ortamlar cazip yerlerdir. Bu ortamları onlardan uzak tutabilmek için azami tedbirlerin alınması gerektiği bir gerçek. Yetiştirme yurtları, okullar, yatılı bulunulan kurslar vs. azami titizliği gerektiren ortamlar. Çocukların toplu olarak kaldığı mekanlar, kendilerinden büyük kişilerin kötü niyetli olabilme ihtimallerine karşı değil sadece, çocukların kendi aralarındaki etkileşim açısından da son derece dikkatle tanzim edilmeli. Bunları konuşmamız gerekirken, hükümete yakınlığı ve dindar nesil yetiştirmek gibi bir amaçla hareket ettiği düşünülen Ensar Vakfı, söz konusu suçun birinci derece faili gibi gösteriliyor. İngilizce hashtaglar açılarak vakfa yönelik bir karalama kampanyası başlatılıyor. Dahası, 'Bu Ensar Vakfı'nın işlediği tek suç değil' denilerek vakfın sistematik olarak böyle fiiller gerçekleştirdiği ima ediliyor.Bu yaklaşımı sergileyenlerin derdinin o masum çocuklar olmadığı apaçık ortada. Bu olayın bir karalama kampanyasına dönüştürülmesi tam da sorunu ıskalamamızın zeminini oluşturuyor. Asıl öne çıkartılması gereken, vakfın konuyla ilgili açıklaması, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Ensar Vakfı'nın mağdur ailelerin yanında davaya müdahil olması iken karalama kampanyasıyla mücadele etmek gibi nahoş bir tablo oluşuyor. Koca bir camianın, her gönüllüsünde infial yaratacak bir olayla özdeşleştirilmeye çalışılması besbelli ki art niyetli bir tavır. Yine de olayın getirildiği şu aşama için söylenecek sözler, çıkartılacak dersler vardır. Bu kadar hassas bir konuda kırk düşünüp bir söylemek durumundayız. Çocuklara musallat olmak gibi, söz konusu olduğunda toplumun kahir ekseriyetinin 'idam cezası geri gelsin' demeye başladığı olaylarda, kurum yıpratma kampanyasının esiri olmamak, meseleyi hukuki ve pedagojik yönleriyle ve toplum vicdanının teskin edecek şekilde ele almak durumundayız. Kafa kesen, İslam düşmanlığını körükleyen örgüt, elini kolunu sallayarak Musul'u aldı ve herkese savaş açtı. Hayalet düşman oluşturulmuştu. Amaç Esat'ın değişmemesini sağlamaktı. DAEŞ'in ilk işlevi buydu. Ama tek işlevi değildi. Aynı anda İran'la da Türkiyesiz bir ilişki kuruldu. Bir anlamda dünyadaki Sünni çoğunluğa nispet edercesine Şii İran'ın önü açıldı. Bu süreçle Türkiye'de olanlar arasında da bir paralellik vardı. 2013'ten sonra yaşadıklarımıza bir bakın... Türkiye, bir yandan Suriye'den gelen büyük göç dalgasıyla sarsılırken diğer yandan Gezi, 17-25 Aralık darbe girişimi ve TIR operasyonlarıyla sıkıştırıldı. DAEŞ'in Kobani saldırısıyla da Kürt sosyolojisi harekete geçirildi ve çözüm süreci bitirildi. DAEŞ'in ikinci işlevi buydu. Müthiş bir plandı bu. Aynı anda birbiriyle çatışan iki terör örgütü, Türkiye'ye saldıracak hale getirilmişti. Biri halkını katleden Esad'a veya Kürtlerin esamisinin okunmadığı İran'a değil de, Kürtlerin siyaset yapma şansı olan Türkiye'ye saldırıyor. Öteki de Esad'a veya şeytanlaştırdığı ABD'ye değil yine Türkiye ve AB'ye saldırıyor. Rusya ve İran'a da dokunmayan DAEŞ'in AB'ye saldırması üçüncü işleviydi. İşin belki de en manidar tarafı bu. DAEŞ'in önce Paris'e, sonra da Brüksel'e saldırması örgütün hedefi açısından akla yatkın değil. DAEŞ, işin sadece bize gösterilen yüzü. Çünkü arka planda çok daha büyük bir hesaplaşma var. Bunda kuşkusuz başta Almanya olmak üzere AB'nin Türkiye ile yakınlaşması da etkili. Merkel'in kısa aralıklarla iki kez Türkiye'ye gelmesi boşuna değil. Ankara veya Brüksel'de patlayan bombalar DAEŞ'in de PKK'nın da boyutlarını çok aşıyor. Eminim iki merkez de bu gerçeği görüyor. Görüyor çünkü vekalet veren pek de kendini saklamıyor. Özellikle de Türkiye açısından. Bu konuda ilk mesaj 'PYD'yi destekliyoruz' açıklamasıyla geldi. Şimdi buna hiç hesapta olmayan bir şey daha ekleniyor, Rıza Zarrab'ın tutuklanması. Kendisi mi gitti, yoksa bir pazarlık sonucu mu götürüldü bilinmez ama bu tutuklama bölgemizde yaşanan siyasi hesaplarla yakından ilişkili. Dün Öcalan'ı teslim eden, Fethullah Gülen'i alan güç şimdi ekonomi üzerinden başka bir oyun mu oynuyor? 'Bu hesapların hiçbiri tutmadı; halk hangi kasabada, hangi mahallede çatışmaya hazırlandılarsa onlardan uzaklaştı, kaçtı, güvenli diye tanımladığı yerlere doğru göç etti, böylece halkla devleti karşı karşıya getirme hesabını doğrudan halk bozmuş oldu.' Ülkenin batı bölgelerinde, büyük şehirlerinde ise halk bütün kışkırtmalara rağmen bin yıllık kardeşliğin yolundan ayrılmadı, etnik çatışma, 'iç savaş tuzağına' düşmedi. Güvenlik güçleri, şehirlerin belli mahallelerini, belli kasabalarını işgal ederek oralarda çukur savaşı yapmaya çalışan terör yapılanmasına karşı amansız bir mücadele verdi. Kayıplara, şehitlere rağmen sivil insanların bu durumdan etkilenmemesi için özen gösteren devlet, bölge halkını yanında buldu. Çünkü bölge halkı bilmektedir ki Türkiye'nin çözüm süreciyle ortaya koyduğu tavır, bölgenin bütünüyle barış içinde kalkınmasının olduğu kadar, sivil siyasetin de önünü açmıştır; bunu reddederek terörü başvuranlar her şeyden önce bölgenin insanına ihanet etmektedirler. Türkiye'nin yürüttüğü toplumsal barış projesinden rahatsız olan güçler PKK/PYD, DAEŞ terör örgütlerinin işbirliğiyle, Türkiye'yi başta Suriye olmak üzere şekillendirmek istedikleri 'yeni Ortadoğu'nun' dışında tutmak üzere harekete geçirmişlerdir. Bu sebeple 7 Haziran'da AK Parti'nin zayıfladığını düşünerek Suriye'de BAAS kontrolünde alan açtıkları PKK/PYD yapılanmasını, El Muhaberat çizgisinde Türkiye'ye doğru harekete geçirmeyi becermişlerdir. 1 Kasım'da halkın tavrı ortaya çıkınca bu defa demokrasiye rağmen topyekûn terör stratejisine sarılmışlardır. Bütün bu tabloya bakarak cevaplandırılması gereken sorular vardır: Bunlardan birincisi, terör örgütüyle aynı söyleme sahip olanlar, Türkiye'yi bölgenin dışında bırakmak isteyenlerle birlikte Türkiye karşıtı bu düşmanca tavrın uzantısı olmaya daha ne kadar razı olacaklardır? İkinci soru, Batı sistemi Ortadoğu'da Türkiye eksenli bir barış kurulmadığı müddetçe, bu istikrarsız ortamda şiddet kültürünün terörü küresel ölçekte bir soruna dönüştürme riski olduğunu ne zamana kadar görmezden gelebilir? Üçüncü soru daha da önemlidir: Her şeyi yaptınız; paralel yapıdan, bürokratik darbe girişiminden, terör siyasetinin uzantısı bir anlayışı 'Türkiyelileştiler' diye takdime kadar her yolu denediniz, AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı Erdoğan düşmanlığında yapmadığınız kalmadı, demokrasi içinde elde edemediklerinizi terör yoluyla ele geçiremeyeceğinizi ne zaman fark edeceksiniz? Devletin legal görünümlü illegal yapılar, bilhassa Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ile ilgili çalışmalarında, iç dinamikleri ve aldığı mesafe en fazla merak edilen kurumların başında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) geliyor. TSK, ne zaman bu bahis açılsa, son 30 yılın bilançosunu hatırlatarak işe başlıyor. Yani, 'Bu ve benzeri yapıların ordunun içine sızmaması için hep mücadele ettik. Devletin diğer kurumları mücadele noktasında farklı düşündüğünde bile biz, askeri disiplin ve hiyerarşiyi bozabilecek her türlü faaliyete karşı durduk' diyor. Peki, bugün asker, PDY unsurlarının bünyedeki varlığı, ayıklanması, etkisinin kırılması için ne yapıyor? TSK'nın, beklenen hız ve çapta PDY tasfiyesini gerçekleştirmediği yönünde bir kanaatin yerleşmekte olduğunu göz ardı etmemek gerek. Oysa askeri kanat, terörle mücadelenin kritik bir aşamadan geçtiği, Suriye ve Irak kaynaklı risklerin arttığı bu ortamda, bünyesel önlemleri kamuoyuna yüksek sesle duyurmayı doğru bulmuyor. Genelkurmay, tabii ki boş durmuyor. Öğrendiğime göre, önceki dönemlerden farklı olarak MİT ve Emniyet İstihbarat, 'şüpheli askeri personelle ilgili' raporlama başlatmış. Komuta kademesi de hakkında ihbar gelen veya kuşkulu bulunan personel için istihbarat kurumlarından alan araştırması yapmasını istiyormuş. Güncel verilere göre, son bir yıl içinde askeri personelle ilgili paralel yapı bağlantısı iddiasıyla 1.697 ihbar gelmiş. Ve tamamı hakkında idari ve adli inceleme başlatılmış. Bazı dosyalar askeri yargıda sonuçlanma aşamasına da gelmiş. Anlaşılan o ki... Paralelle bağı olduğu öne sürülen personelin; istihbari bilgiler, somut belgeler üzerinden 'emeklilik' veya 'istifa' suretiyle TSK'dan ayrılması sağlanıyor. TSK Yüksek Disiplin Kurulu'na sunulan bu tür dosyalarda ise gönüllü ayrılmayanlar için 'ihraç işlemleri' de yapılıyor! TSK, paralel yapı ile ilintili ihbar geldiği anda ihbarın imzalı ve ciddiyet arz eden bilgiler içermesi durumunda söz konusu personeli tedbiren 'pasif göreve' çekiyor. Son olarak Genelkurmay Adli Müşaviri de istihbarat raporları üzerine görevden alındı ve Hukuk İşleri Müdürlüğü adı altında faal olmayan bir kadroya çekildi. Avrupa, bu terör saldırıları ve ani mülteci akımlarıyla adeta felç oldu.Sorunlarını çözmeyen, politika üretemeyen, başarısız ve beceriksiz zenginler topluluğu olduğu ortaya çıktı. AB'nin ekonomik ve siyasi olarak, NATO'nun da askeri olarak, hiçbir işe yaramadığı anlaşıldı. Rusya bunu gördü ve bu yüzden cüretkar bir şekilde dünya sahnesine çıktı. Kırım'ı, Suriye'yi işgal etti, hiçbir Avrupa ülkesi sesini çıkaramadı. Avrupa Birliği'nin geleceği asla parlak değil, dağılması da mukadderdir. Irkçılık, İslamifobiya, ayrımcılık ve şiddet her geçen gün esir alacaktır Avrupa'yı. Suriye Avrupa'nın dağılışını hızlandıracaktır. İslam dünyası tüm bu yaşananları acı bir şekilde görüyor. Müslüman bir insan, Batı'nın çifte standardını artık kitaplardan okumuyor, ölerek, mülteci olarak bizzat yaşıyor. Ölümünü duyarsızca izleyen bir insana, bundan sonra kim sevgi besleyebilir ki? Rusya Akdeniz'i, Suriye'yi işgal ettiğinde, yapayalnız olduğunu anladı tüm İslam dünyası. Ne Amerika, ne Avrupa, ne da başka bir güç bu işgali durdurabildi. Rus uçakları bomba yağdırırken, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ölürken, bir Müslüman Batının ahlaksızca ve korkakça bunu izlediğini gördü. Güvenecek bir dalı kalmayan İslam ülkeleri, birleşmekten, toparlanmaktan, kendini korumaktan başka yolunun olmadığını anladı. 'İslam Ordusu' fikri böyle doğdu. Gelecekte, bu ortak işbirlikleri daha da artacaktır. Müslümanın, Müslümandan başka dostu olmadığını, bu yüzden de hayatta kalmak için yeni birlikler, ittifaklar kurmanın şart olduğunu anladılar. Bunu İran da öğrendi, Suudi Arabistan da öğrendi, Mısır da öğrendi, Türkiye de öğrendi. Brüksel'de yaşanan saldırılardan sonra olanlara bakın. Tüm hayat durdu, Avrupa perişan oldu, hayatları karardı. Biz bu saldırıları kaçıncı keredir yaşıyoruz ve hayatımız nasıl etkilendi? Birkaç yüz bin mülteci Avrupa'ya girdi, birlik dağılma noktasına geldi. Türkiye ise 3 Milyon mülteciyi evine aldı, yaşattı ve içselleştirdi. Bu yüzden herkesin hayranlığını, saygısını kazandı, insanlık ve vicdan imtihanını kazandı. Tüm terör örgütleri saldırıyor, Suriye savaşı perişan ediyor, Rusya ambargo uyguluyor ve saldırıyor. Peki ne durumdayız? Ekonomimiz sağlam, devlet yapımız sağlam, dağılmıyoruz. Kürtleri, Alevileri, Türkleri, Arapları tahrik ettiler, fay hatlarını tetiklediler. Yine de iç savaş çıkartamadılar, toplumsal çatışma yaşatamadılar. Türkiye dimdik ayakta, tüm saldırıları göğüslüyor, kavga veriyor. Bir gün bu savaş bitecek, bir gün bu saldırlar bitecek ve o zaman Türkiye'yi kimse tutamayacaktır. Ekonomisi şimdi güçlü olan bu ülke, toplumsal yapısı bu kadar güçlü olan bu ülke, krizler bitince nasıl olacak sizce? İnsanlığın vicdanı ve sığınacağı limanı olan Türkiye, geleceğin en güçlü ülkesi olmaya adaydır. Avrupa Birliği dağılmamak için Türkiye'yi almak için uğraşacak ancak o zaman Türkiye üyeliği kabul etmeyecektir. Cumartesi günü İstiklal Caddesi'nde gerçekleşen terör saldırısı sonrası Cumhuriyet gazetesi 'Türkiye Teslim' diye bir manşet attı. Esasında bir çağrıydı bu. 'Teslim Ol Artık' çağrısı! Bunun peşi sıra sosyal medyada yapılan 'hayatı durduralım, devleti teslim alalım' çağrıları da aynı amaca hizmet ediyordu. Türkiye'yi teslim alma amacı. Bugün bunca saldırıya rağmen bu milletin en büyük şansı, bu habasete karşı durabilecek bir siyasi liderliğe sahip oluşudur. İşte bu yüzden devlet teslim olmuyor, millet teslim olmuyor, Türkiye teslim olmuyor. Aksine başka bir şey oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan çıkıyor, bütün dünyaya çok net bir çağrıda bulunuyor. Teröre karşı ortak bir mücadelenin gerekliliğinden bahsediyor. Cumhurbaşkanı, 'Brüksel'de veya AB'nin herhangi bir şehrinde bu bombaların patlamaması için hiçbir sebep yok. Mayın tarlasında dans etmek gibidir bu. Koynunuzda yılan besliyorsunuz. Beslediğiniz o yılan her an sizi de sokabilir. Bombalar sizin şehirlerinde patladığında bizim ne hissettiğimizi anlayacaksınız, ancak çok geç olacak' diye uyardı. Ve bu konuşmadan 4 gün sonra Brüksel'deki o menfur saldırı gerçekleşti. Bu sözler üzerine söylenmesi gereken tek bir şey var: Erdoğan haklı! Ötesi mugalata. Alçaklıkta sınır tanımayan, bugünlerde her tür iğrenç yöntemi kullanarak Erdoğan düşmanlığını derinleştirmeye çalışanlar elbette bunu görmeyecekler. Kimsenin görmemesi için de ellerinden geleni yapacaklar. Nitekim saldırıdan sonra Erdoğan'ın bu sözlerini paylaşıp insanların 'komplocu' yanlarına hitap etmeye çalıştılar. Gezi kalkışması ve 17-25 Aralık kumpaslarındaki uluslararası ayağı deşifre ettiğimizde bizi 'komplocu' olmakla itham edenlerin düştükleri şu hale bir bakın. Kargaların bile güleceği bağlantılar kurup bunun üzerinden yeni başkaldırı masalları yazmanın derdindeler. Ama dedim ya, bu ülke teslim olmuyor, bu millet teslim olmuyor, olmayacak... Gerçekler hiç de Kılıçdaroğlu'nun dediği gibi değil. Üstelik tam tersi. DAEŞ'in yüzde 60'tan fazlasını yabancı savaşçılar oluşturuyor. Bunların büyük bölümü de batılı ülkelerden katılanlar. Çoğu, geçmişte batının sömürge olarak kullandığı yerlerde yaşayan insanların çocukları. Kimliklerinden dolayı aşağılanmış ve horlanmışlar. İşte o travmalar, bunları DAEŞ denilen terör örgütünün kucağına atmış. Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin 70 ilinden DAEŞ'e katılım olduğunu söyledi. Ne kadar biliyor musunuz bunların sayısı? Sadece 400 kişi. Kılıçdaroğlu'nun bilmediği ya da bildiği halde söylemediklerine gelince... Rusya'dan gidenlerin sayısı bin 500 kişi. Fransa'dan DAEŞ'e 700 kişi katılmış. Bugün Irak ve Suriye'de Almanya ve Belçika'dan giden 400'er DAEŞ'li var. Şimdi sıkı durun, İsviçre gibi küçücük bir ülkenin vatandaşlarının DAEŞ'e katkısı 60 militan. Avustralya, uçakla neredeyse bir günlük yol. Oradan bile DAEŞ'e katılanların sayısı 250 kişi. Bitmedi, dahası var... Türkiye, bu batılı ülkelerden tespit edilen 37 bin DAEŞ'liye giriş yasağı koymuş. Bir şekilde ülkemize giren ve yakaladığı 3 binini de sınır dışı etmiş. İnsana biraz vicdan lazım! Üstelik DAEŞ'in ortaya çıkmasının ve ardından dökülen kanın da sorumlusu yine Batılı ülkeler. Amerika ve Avrupa'nın tamamı, Irak'ta Maliki yönetimini destekledi. Türkiye, 'yapmayın, etmeyin' dedi. Maliki politikaların aşırılıkları körükleyeceğini söyledi. Bunların bir kulağından girip, diğerinden çıktı. Maliki, Irak ordusunu Sünnilerden temizledi. Şii olmayan halka öylesine baskı kurdu ki, kaçan gidip DAEŞ'e sığındı. Türkiye'nin DAEŞ'in ortaya çıkışında hiçbir sorumluluğu yok. Tersine; uyaran biziz, bu oluşumu destekleyenler de Batılılar. Bu örgütü başta biz olmak üzere dünyanın başına Batı bela etti. Üstelik bu Batı öylesine his ve insanlık yoksunu ki... DAEŞ'in ya da diğer terör örgütlerinin kendileri dışında vurduğu insanlar umurlarında bile değil. Türkiye olarak yaşıyoruz biz bunları. Brüksel'de bombalar patlıyor, Fransa'da Eyfel Kulesi, Belçika Bayrağı renklerine bürünüyor; İngiltere Başbakanlık Konutu'ndaki bayrak yarıya indiriliyor. Türkiye'deki bombalı saldırılar ise, kuru bir kınamayla geçiştiriliyor. Bizim canımız yanıyor, çıtları çıkmıyor. Söz konusu kendileri olduğunda dünyayı ayağa kaldırıyor bunlar. Asıl suçlular onlar. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, onlara tek kelime etmeyip, kendi ülkesine vuruyor. Yazık, çok yazık... Cumhuriyetimizin en köklü partisi CHP'ye böyle bir Genel Başkan hiç yakışmıyor! Avrupalı liderler, mülteci krizinden, artan terör tehdidi nedeniyle korkuyor ve koşa koşa Türkiye'yle mültecileri geri göndermek üzere anlaşma yapıyor; ama terör tehdidi zannedilenin aksine Suriyeli mültecilerden kaynaklanmıyor; Hassun'un 2011 yılındaki tehditlerinde arz ettiği gibi 'aralarında yaşayanlar' intihar bombacılarına dönüşüyor. Bu da IŞİD'le mücadele konusunda Obama yönetiminin koyduğu teşhisin de, uyguladığı tedavinin de tamamen yanlış olduğunu gösteriyor. IŞİD'i hava saldırılarıyla ve kara gücü olarak seçtiği seküler birlikler, PKK ve Şii milislere verdiği destekle Suriye ve Irak'ta yok edeceğini zanneden ABD, belayı def etmek yerine çamuru etrafa saçıyor. IŞİD'in Suriye'de ve Irak'ta ilerleyişinin durduğu doğru, lakin bugün Afganistan'da, Yemen'de ve Libya'da da aktif, kendi iddiasıyla 'hilafetini' ilan etmiş durumda. Daha ötesi IŞİD ABD'deki San Bernardino saldırısını da destekçilerinin yaptığını söylüyor; Avrupa'da son iki yılda gerçekleşen tüm terör saldırılarının ardından çıkıyor; bu coğrafyada olanlarla alakası olmayan uzaklardaki Müslüman bir ülke olan Endonezya'nın başkenti Cakarta'daki terör saldırılarını üstleniyor, çıkardıkları online dergi Dabık'ta yayınladıkları bir bomba fotoğrafıyla Mısır'dan kalkışı sonrası düşen Rus yolcuğu uçağının patlama sebebi olarak beliriyor. IŞİD Türkiye'de gerçekleştirdiği saldırıları bugüne kadar üstlenmese de saldırganların kimliği IŞİD bağlantılarını ortaya koyuyor. Tüm bunlar, ABD'nin yanlış IŞİD stratejisiyle IŞİD'i bitirmekten ne kadar uzak olduğunu, aksine dünyaya yayılmasını sağladığını gösteriyor. Öte yandan, PKK gibi yapılar, IŞİD'le sözüm ona savaştıkları iddiasıyla Batı'dan meşruiyet kotarıyor; üstüne Türkiye'de IŞİD'le aynı yöntemleri paylaşarak intihar saldırıları düzenliyor. Özetle sadece IŞİD'in kendisi değil, terör, yıkım ve beraberinde getirdiği korku, yani kelime anlamıyla terör yayılıyor. Esad 2011 yılında başlayan Suriye devrimini kirletmek için bir yandan ısrarla söz konusu sokak hareketlerini 'aşırıların' kışkırttığını söylüyor bir yandan da özellikle hapishanelerde terör suçlularını affediyor, sokaklara salıyordu. Esad'ın planı çok açıktı, durdurulmazsa kendisinin de defalarca söylediği gibi önce Orta Doğu'yu ateşe verecekti, ardından bu ateşi dışarıya taşıyacaktı. Hassun gibi rejim sözcüleri bu tehditlerin ne kadar gerçek olduğunu çok kez teyit etmişlerdi. Amerikan yönetiminin bu malum tabloya cevabı, ateşi engellemek yerine harlamak ve yaymak oldu. Bu Washington'ın sadece hatası değil, aynı zamanda yeni dış politikasının ve yeni dünya vizyonunun da sonucu. Esad'ın can verdiği terör büyüyor, ABD dünyayı yeniden şekillendiriyor, kalan herkes de ıstırabını çekiyor. Reza'nın tutuklandığı soruşturmadaki suçlamaları okuduğumda..ABD'li savcıya, 'Hay Allah razı olsun.. 2,5 sene önceki operasyonda ne numaralar çevrildiğini, biz Gülen cemaatinin tabanına anlatamadık. Şimdi senin bu iddianamenle, artık rahat rahat anlatırız' dedim, kendi kendime.. Nasıl mı? Buyrun, 17 Aralık'ta hükümeti devirmek için, konu mankeni olarak kullanılan Reza Sarraf'a, ABD savcısının yönelttiği suçlamaları okuyalım, gerçeği görelim! Ne diyor, iddianamesinde New York savcısı? Şunu diyor: 'Birinci suç: Birleşik Devletler'i dolandırma!' Hah işte.. Biz de 2.5 yıldır bunu demiyor muyuz? Reza Sarraf'ın işleri, Türkiye aleyhine değil, ABD aleyhine.. Daha doğrusu, ABD eşkıyalık yapıyor.. Bir uyanık da (Reza isimli; fikri ile de, zikri ile de, mantığı ile de, yaşantısı ile de hiçbir uyuşmam olmayan kişi), o eşkıyalığı bozmak için, kafa çalıştırıp, işi kitabına uyduruyor.. Ne kadar uydurabilirse.. Bu sırada, Türkiye'nin tek kuruşuna dokunuyor mu? Hayır.. Belki eline fırsat geçse, dokunacaktır ama.. Şu an tartışmamız, o değil.. 17 Aralık operasyonunu yapanların da... ABD savcısının da iddia ettiği suçlama şu: 'ABD menfaatlerine zarar verdi..' Hatta Reza için şunu da diyebilirim.. ABD'nin eşkıyalığını dolanmak için.. Kendisi para kazanırken.. Bir miktar da Türkiye'ye para kazandırıyor.. Peki, ABD savcısının iddianamesinde başka ne var? 'Uluslararası Ekonomik Güçler Yasası'nı ihlal etme' var.. Kimin bu düzenleme, Türkiye'nin mi? Yooo.. ABD'nin.. O zaman, bize ne kardeşim, elalemin kanunundan.. Bize ne, ABD'nin yasasının ihlal edilmesinden. Ben ABD'nin kanunlarının bekçisi miyim? O zaman sormuştuk ya: 'Gülen'in polisleri, maaşları Türkiye Cumhuriyeti'nin kasasından mı alıyorlar? Yoksa, ABD'nin kasasından mı?' ABD'nin yasasının ihlali, niye bu kadar ağırlarına gitmişti? Bu soruya o zaman cevap verememişlerdi.. Şimdi New York savcısının iddianamesi üzerine, bir daha sormak lazım, Gülen'in polislerine: 'Demek ki, Türkiye'nin değil, ABD'nin zararı varmış! ABD'nin zararı, sizi niye üzmüştü?' ABD'li savcının iddianamesindeki üçüncü suç da, 'Banka dolandırıcılığı..' Burada biraz kafa karıştıran bir yön var.. Bir adam, eşkıyalığı önlemek için de olsa, banka işlemleri sırasında bir usûlsüzlük yaparsa, orada uluslararası ceza hukuku anlamında bir suç işlenmiş sayılabilir.. Ama.. Bakıyoruz, bu başlıktaki suç için iddianamedeki gerekçeye.. Sahte evrak vesair suçlaması değil, 'ABD'nin ambargo yasasını dolanmak için, banka işlemleri yapmak'tan bahsediliyor.. Sizin anlayacağınız, o da hikaye.... Son suçlama ise, 'Kara para aklama..' Baktım, bu suçla ilgili somut veriler var mı diye.. Yok.. Kara para aklama için önce, 'suçtan elde edilen gelir' olmalı. Yani, uyuşturucudan, silah kaçakçılığından, kadın ticaretinden.. Benzeri yasadışı işlerden para kazanılmış olunmalı.. Reza'ya ABD savcısının iddianamesinde, somut bir 'yasadışı gelir' suçlaması var mı? Benim gördüğüm kadarı ile yok. Olsa da Türkiye'yi ilgilendirmez zaten.. Bu tablo karşısında, Gülen'in polislerine aldanan, saf insanlarımıza soralım: 'İnandınız mı şimdi, 17 Aralık operasyonunun, Türkiye menfaatine değil, ABD menfaatine yapıldığına!..' Cemaat'in önemli isimlerinden biri daha aradı önceki gün, 'Gülen'in son bedduasını dinledin mi?' diye. Dinlediğimi ama nedense paralelcilerin bile bu bedduayı paylaşmadığını söyledim. Güldü, 'Evet, Paralel Yapı artık Gülen'in beddualarını paylaşmıyor. Peki, nedenini biliyor musun?' diye sordu. Cevap vermeme fırsat vermeden devam etti: 'Çünkü Cemaat'in kitlesel tabanı artık Gülen'in beddualarından bıkmış durumda. Neredeyse tapındıkları bir adamın bunamış biri gibi durup durup beddua etmesinden sıdkı sıyrıldı insanların. Geçen defaki bedduaları Anadolu insanında o kadar tepkiye neden oldu ki yeni bir tepki almak istemiyorlar. Sen bilmezsin, Anadolu'da bedduaya âmin denmez. Ama bu adam etrafına topladığı insanlara âmin dedirtiyor. Bu yüzden de ikinci beddua seansı paylaşılmıyor.' 'Sonuçta yayınlanmıştı ve herkes haberdar olmuştu. Bu durumda amaç hâsıl oldu' diyecektim ki sözümü kesti. 'O halde nasıl yayınlandığını da biliyor olmalısın' Nasıl olacak, şakirtlerini toplayıp videoya çekti, sonra da kurgulayıp malum sitelerinde paylaştı. 'Öyle değil işte. Gülen, tabanının tepkisini hissettiği için hep banttan yayınladığı beddua seansını bu kez aniden canlı yayınlamaya karar verdi. Yani emrivaki ile insanları mecbur bıraktı izlemeye. Bu arada Cemaat faaliyetleriyle ilgili olarak etrafındakileri fena dövüyor. Canlarına okuyor. Adamı teskin etmek için sürekli güçlüyüz, her şey güllük gülistanlık, halledeceğiz diye rapor veriyorlar. Bu onun problemli muhayyilesini daha da tetikliyor.' Ama öte yandan Cemaat'in Türkiye'deki tabanı da daha fazla kandırılmak istemiyor. Bıktılar. Hep, bugün yarın bir şeyler olacak palavralarıyla milleti aldattılar. Sonuç ne? Ortada koca bir yenilgi var. İşte bu mağlubiyet duygusu içinde yanlışlar daha çok göze batmaya, nerede hata yapıldığı daha çok sorgulanmaya başlandı Cemaat tabanı içinde. Öyle ki insanlar kendi aralarında konuşurken 'Adam ülkemizi Rusya'ya bile sattı yahu' diyorlar. Bu yüzden Cemaat'te dahi karşılığı olmayan ikinci beddua, tabanda yeni bir kırılmaya sebep oldu. Gülen de bunu bildiği için içi nefret ve öfkeyle dolu, bu kez Paralel Yapı'ya zarar verdiğini düşündüğü herkesi tehdit ediyor. Bu tehditte çok önemli bir noktaya işaret etmek gerek. 'Dilsiz şeytan gibi susanlar' tanımıyla olan biten karşısında eli kolu bağlı duran ya da susup bir şey yapamayan tüm Cemaat mensuplarını da hedef alıyor. 'Ben öldüysem hepiniz öleceksiniz' mesajı veriyor. Ancak konuştuğum eski cemaatçi dostum bu sırada araya girip 'Asıl önemli noktayı atlama' diye uyardı beni. Neydi ki o asıl önemli nokta? 'Bilmemen normal. Çünkü bu türden şekil özelliklerini ancak bizler fark edebiliriz. Adamın beddua seansı sırasında üzerine giydiği kıyafete dikkat ettin mi?' 'Hatırlamıyorum ama şimdi girip bakarım' 'Boşuna zahmet etme, ben söyleyeyim. Yeşil bir cübbe giymiş. Neden önemli bu diye soracaksın. Hemen açıklayayım. Gülen'in en büyük hayali halife olmaktı. Hatta ilan etmek için 2016 yılını hedeflemişti de ABD'li kukla oynatıcıları buna darbeyi öne çekmesi için baskı yapmışlardı. Gülen inat ediyordu şartlar uygun değil, darbeyi yapabilmek için yeterli gücümüz yok diye. Ama patronları daha önceden Fil Terbiyecisi yöntemiyle hizaya getirdikleri için kısa sürede diz çökmüş ve istediklerini yapmayı kabul etmişti. Görüleceği üzere sonuç ortada. Hepsinde başarısız oldu. Ancak hâlâ halüsinasyon görmekte ve halife olacağına, Türkiye'de iktidara geleceğine inanmakta. İşte bu yeşil cübbe onun halifeliğini ilan ettiğinin göstergesi.' İyi de kendi kendine gelin güvey olmuyor mu? 'Bu adamda kafa yapan motivasyonun ne olduğu psikiyatrların ilgi alanına giriyor artık. Bilemeyiz ama şu kesin olarak ortada. Öç almak istiyor. Beddualarının asıl sebebi bu. Türkiye İmamı Mustafa Özcan'ın PKK'lılarla Avrupa'da görüşmesinin de. Amaçları Paralel Yapı'nın önünde engel olarak gördükleri insanları PKK'lılarla tehdit edip suikastlar yaptırmak.' Aslına bakılırsa terör eylemlerinin azmettiricilerinin FETÖ olduğunu söyleyenlerin neden saldırıya uğradığını anlamak, bu açıklamalardan sonra daha da kolaylaşıyor. Şu kadarı net görünüyor ki bundan sonra işlenecek olası her cinayetin azmettiricisi bellidir. Tetikçileri değişebilir tabii. Bugün PKK, yarın DAEŞ, öbür gün DHKP-C ya da MLKP... Bilinsin diye not düşüyorum. Bu katiller, Ankara'da olsun, İstanbul'da olsun, Paris veya Brüksel'de olsun sivil, masum insanları öldürüyorlar. Peki, Paris ve Brüksel'deki insanların, Esed soykırımının yarattığı cehennemin sonucu olarak öldüğü kabul edilecek mi? DAEŞ, Bush'un girmemesi gerektiği anda Irak'a girmesi, Obama'nın da çıkmaması gerektiği anda Irak'tan çıkması, Irak'ı Maliki zulmüne teslim etmesi ve Türkiye'nin dışında kimsenin Esed zulmüne ses etmemesi yüzünden ortaya çıkmadı mı? Aynı şey PKK/PYD için de geçerli değil mi? ABD ve Avrupa, 1980'lerde Sovyetlere karşı savaştığı için Bin Ladin'e destek oluyor onu açıkça destekliyordu. Bugün de PKK ve PYD'yi DAEŞ'e karşı destekliyorlar. Çadırları Brüksel ve Strasburg'da özel olarak korunuyor. Brüksel PKK, FETÖ ve DHKP-C'nin cenneti gibi... Türkiye terörün bedelini uzun zamandır ödüyor. Batı'nın korkusu bizim sürekli uğraştığımız bir gerçektir. Yıllardır Batı'ya bunu anlatmaya çalışıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı'nın ifade ettiği sözler de bu çifte standardın, bu ahlaksız zihniyetin altını çizmek içindi. Benim söylediğim şey, bir CHP'li vekilin dediği gibi 35 kişiyi öldüren canlı bombayla empati kurma, caniyi anlama çağrısı yapmak asla değil. Dünyaya yeni bir Ortadoğu hukuku gerek. BM bu haliyle dünyayı taşıyamaz. Ahlak ve vicdani boyutunu geçtim. Ama hemen yanı başınızda 500 bin kişi varil bombalarıyla öldürülüyor, bir halkın yarısından fazlası göçmen durumuna düşüyor ise, buna sırt çevirmek mümkün değildir. Bu ateşin sizin evinizi de yakmaması mümkün değildir. En azından olayı, Suriyeliler için değilse dahi, Batı'nın kendi menfaati için artık ciddiye almasının zamanıdır. Batı dünyası, içindeki yükselen ırkçılıkla ve terör saldırılarıyla gerçekten yüzleşmek ve bu sorunu çözmek istiyorsa, bir yol ayırımında olduğunu kabul etmelidir. Bir yandan çifte standartlarla mücadele ederken, tüm dünyanın yükünü Türkiye sırtlayamaz. Eğer Batı, bu zihniyet değişimini yapamazsa, 21. yüzyıl bir terör ve göç asrı olacaktır.