Salı günü YPG'nin siyasi kolu PYD, Moskova'da temsilcilik açtı. Büronun duvarında PKK lideri Abdullah Öcalan'ın resmi ve Türkiye'nin güneydoğu bölgesini de içine alan bir 'Kürdistan' haritası yer alıyordu. Ertesi gün, YPG'nin yayınladığı deklarasyonda örgüt, 'Suriyeli Kürtler Türkiye'deki Kürtleri korumaya hazırdır. Bıçak kemiğe dayandı' şeklinde Türkiye'ye karşı tehditler savurdu. Ocak sonunda YPG'nin yayınladığı bir video kaydında da 'Batılıları bize katılmaya ve her yerde Türkiye'ye saldırmaya çağırıyoruz' deniyordu. O videodan kısa süre sonra ABD'nin DAEŞ'le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, Kobane'ye giderek terör kariyerine önce PKK'da başlayıp, 2003'ten itibaren YPG'de devam eden Polat Can isimli teröristten teşekkür plaketi alırken görüntülendi. YPG'nin tehdit deklarasyonu yayınladığı gün konuşan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner ise, 'PKK bizim için bir terör örgütüdür. Ancak bize göre PKK ile YPG arasında açık fark var. YPG konusunda Türkiye ile aynı görüşte değiliz' tekerlemesini tekrarladı. YPG, kendisini PKK'dan ayrı görmüyor. Bu yüzden açıkça deklarasyon yayınlayıp Türkiye'ye geçerek PKK'nın yardımına koşacağını ilan edebiliyor. Lider olarak PKK lideri Öcalan'ı benimsediklerini söylüyorlar. Ancak ABD ısrarla Türkiye'den bu olan bitene gözünü kapayıp, DAEŞ'le çatıştığı için YPG'yi PKK'dan ayırt etmesi bekleniyor. Hâlbuki Nusra nasıl ki DAEŞ'le savaşmasına rağmen terör örgütü olarak kabul ediliyor, Türkiye aynısını ABD'den YPG için yapmasını bekliyor. Dört bir yandan kuşatma altındayken, Suudi Arabistan'ın karadan Suriye'ye girmeye hazır olduğunu söylemesini, ABD'nin DAEŞ'le mücadele noktasında bunu memnuniyetle karşılayacağını belirtmesini, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'Artık bir iç güvenlik meselemiz haline gelen Suriye konusunda, rasyonel çözüm teklifimizi hayata geçirme zamanı geldi' diyerek güvenli bölgeyi kurmaya yeşil ışık yakmasını konuşmamız gerekirken, 60-70 yaşındaki eski Ak Partililer, Himalayalar mı, ulu çınarlar mı olduklarını tartışmaya ve kamuoyunu nefsi meseleleriyle oyalamaya devam ediyor. Tarih bunu da yazacak. Hilal Kaplan/Sabah Yeni Şafak ve Akit Medya Gruplarına teröristler saldırı düzenledi.. Evvelâ içten, candan yürekten bir 'geçmiş olsun' demek istiyorum.. Daha çok yeni bu saldırıların hedefi olmuş bir gazetenin yazarı olarak, Yeni Şafak ve Akit'e neden saldırı tertiplendiği konusunda da gayet kuvvetli hislere sahibim.. Bangır bangır terör örgütü ağzıyla yapmadıkları için.. Askere, polise kurşun sıkan alçak terör örgütlerine güzellemeler yapmadıkları için.. '... Ama onların da beslendikleri sosyolojik taban var, terör neden değil sonuçtur, silah da o insanların güvencesi, devlet savaşı bitirsin bıdı bıdı bıdı bıdı....' İhanet geyikleri yapmadıkları için hedef seçildikleri ortada.. Bir kez daha kuvvetli bir şekilde geçmiş olsun dostlarımıza.. Bu vesileyle hatırladım, bir de Hürriyet Gazetesi'nin camlarının kırılması hadisesi vardı.. Hatırlıyor musunuz?.. Hani büyükelçiler, parti başkanları falan gidip gelip el sürüp mesajlar veriyorlardı.. Önünde topluca fotoğraflar falan çektirilmişti. Hürriyet meseleyi epey bir büyütmüştü.. Bir şey sorabilir miyim acaba? Bu kadar büyüttüğünüz için soruyorum yani.. Sahi ne oldu o cam işi?.. Sadece daha büyük bir gerilim çıkmasın diye, öfkeli kalabalığı teskin etmek için gelmiş bir genç politikacıya mı yetti gücünüz?.. Her gün sayfalarınızda linç ettiniz Abdürrahim Boynukalın'ı.. Her fırsatta onu cam çerçeve indiren, özgür basını susturan biri gibi göstermeye çalıştınız.. E tamam da işin davası açıldı, iddianamesi tanzim edildi, aralarında Boynukalın'ın da olduğu 30 kişi hakkında takipsizlik verildi.. Şimdi o çok büyüttüğünüz hadisenin neden takipçisi olmuyorsunuz?.. Niye sormuyorsunuz hesabını?.. Boynukalın'ı, şiddet yanlısı gibi gösteren gizli kayıt video üzerinden mağduriyet oluşturma bayağılığınızın da farkındayız.. Ama unutmayın.. Genel yayın yönetmeniniz Sedat Ergin, bir gizli konuşması deşifre edilip masasına getirildiğinde, 'midem bulandı, çırılçıplak soyulup, kentin en büyük meydanının ortasında bırakılıvermek gibi bir histi' demedi mi?.. Derin Hürriyet Ertuğrul Özkök, 'bizim santrali sadece bir gün dinleseler, bu binada kimse kimsenin yüzüne bakamaz' diye yazmadı mı?.. Ahmet Hakan, özel bir buluşmada, kendi arkadaş sohbeti sırasında, bizim mahalleden bazı yazarlar hakkında daha ağır sözler söylemedi mi?..Şimdi Abdürrahim Boynukalın, bu özel görüşmelerin deşifresi üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.. Pes.. İronik olan da bu meseleyi sahiplenen politikacılar.. Ya hu Hürriyet'i savunmak Garo Paylan'a mı düşüyor?.. Geçen gün bütçe komisyonunda, Hürriyet Gazetesi'ni canhıraş savunan Garo Paylan'ın o halini, Hrant Dink iyi ki görmedi.. Eminim bir kez daha ölürdü.. Hele CHP'ye ne diyeceksin?.. Kendi gençlik kolları başkanları terör örgütüne barikat ve hendek desteği verirken laf yok.. HDP gençlik kollarını hiç saymıyorum zaten.. Hendekteler mi halen yoksa dağa mı çıktılar bilmem.. Dünkü terör saldırılarına bakınca yeniden hatırladım Hürriyet'in camlarını.. Onlar unutsa da biz takipçisi olacağız.. Rahat ol Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan, Sedat Ergin, Yakup Yılmaz.. Ersoy Dede/Star Suriye'de halihazırda Rusya'nın muhalifleri bombalaması kadar DAİŞ'e fayda sağlayan başka bir şey yok. Bunu durdurmak için hiçbir şey yapmayan ABD'nin, müttefiki Türkiye'yi PKK- PYD konusunda bu kadar zorlamasının sebeplerinden birisi PYD'yi tümüyle Rusya'ya kaptırmamak. Bir diğeri de olası bir çözüm sürecinde üçüncü göz konumunda kalarak Ortadoğu'daki Kürtlerin kaderinin tayini konusundaki rolünü güçlendirmek. Ancak bu amaçlar uğruna PYD'ye verilen destek Türk -ABD ilişkilerinde büyük bir krizin patlamasına gebedir. Mesele sahada DAİŞ'e karşı savaşacak yerel güç konusu değil. Türkiye devletinin varoluşsal kaygıları gittikçe yükseliyor. Obama Yönetimi meseleyi Pentagon'daki Irak tecrübesinin yükü altındaki askerler üzerinden gererek hayırlı bir noktaya taşımıyor. Türkiye kamuoyunda PYD'ye verilen desteğe duyulan kızgınlığı AK Parti'ye ve Erdoğan'a olan muhalefetin gazı ile dengelemek de mümkün değil. Peki bu desteği engellemek ya da azaltmak için ne yapılabilir? Amerikalıların gözünde ilk yapılması gereken DAİŞ ile daha etkin mücadele. Türkiye'nin son dönemde yaptıklarından hâlâ mutmain değiller. Diğer kritik konu PYD'ye verilen silahların Türkiye'ye geçtiğinin ispatlanması. Şimdilik ABD'li yetkililer militan geçişini biliyorlar, önemsemiyorlar. Silah geçişini ise ispatlanması gereken bir olgu olarak görmeyi daha 'kullanışlı' buluyorlar. Suriye'deki Türkmenler dahil diğer muhalif gruplar bunu net şekilde söylemiş olmasını yeterli bulmuyorlar. Bu yöndeki istihbaratın ABD'li yetkililere verilmemiş olması mümkün değil. Yine de silah geçişinin daha bariz şekilde ispatlanması halinde daha kritik bir aşamaya gelinecek. Zira ABD'nin bu gerçeğe rağmen PYD- PKK'ya verdiği desteği kesmemesi halinde Türkiye kamuoyunda daha güçlü bir ABD karşıtlığı oluşacak. Obama yönetiminin PYD macerası Türk -ABD ilişkilerinde kendisinden sonraki yönetime hiç de 'yaratıcı' olmayacak bir 'güvensizliği ve kaosu' miras bırakıyor. Burhanettin Duran/Sabah Bağımsız bir Kürt devleti, ABD ve İngiltere'nin 'İkinci İsrail' projesi. Bu proje gündeme Suriye iç savaşıyla gelmedi; Arap baharı, bu süreci sadece hızlandırdı. Irak, Suriye, İran ve Türkiye'deki Kürtçü akımlar, başından beri zaten bu güçlerin kontrolündeydi. ABD'nin bugün kalkıp PYD'yi 'müttefik'olarak gördüğünü açıklaması şaşırtmadı; çünkü PYD'yi kurdurtan zaten ABD'nin kendisi. PKK liderinin kardeşi Osman Öcalan, PYD'yi 2003 yılında ABD için kurduklarını açıkça itiraf etmedi mi? Devlet kurmak birkaç günde, senede olacak iş değil elbette; adım adım olgunlaştırılan, alt ve üst yapısı hazırlanan ve tamamlanması zaman alan bir süreç. ABD ve Britanya'nın öncülük ettiği 'Kürt devleti' devleti projesi de PKK'nın kuruluşundan itibaren yürürlükte. ABD'ye rağmen ne PYD ne de başka bir örgüt devlet kurabilir. Bunca yıllık devlet olan Türkiye, yanı başındaki Suriye'ye istediği özgürlükte müdahale edemezken, PYD nasıl olur da ABD'den bağımsız bir şekilde devlet kurmaya kalkar? PKK'yı 1970'lerde devletin kurup yönlendirdiği hep söylenir; fakat burada dile getirilmeyen kısım, bu işi MİT'e kimin, hangi gücün yaptırdığı? O güç, MİT'i de kontrol eden ABD'den başkası değil elbet. Bu tarihi gerçekler atlanarak etrafımızda bugün olup bitene yaklaşılamaz. ABD'nin bölgede olma sebebinin DAEŞ olmadığı ortada; ABD, PYD'yi güçlendirmek ve onu devlet olmaya hazırlamak için Suriye'ye müdahalede bulunuyor; ABD-PYD ortaklığı DAEŞ'e karşı değil, aksine Türkiye'ye karşı kurulan bir ortaklık. PKK'yı Irak'ın en stratejik yeri olan Sincar'a ABD yerleştirdi; Kobani'de PYD'yi ideolojik, siyasi ve askeri olarak güçlendiren de ABD'dir. Bu sürecin sonunda PKK, Güneydoğu'da şehir savaşı yürütecek bir güce dönüştü. ABD desteği olmadan PKK ve HDP'nin Türkiye'de iç savaş çıkarmaya kalkacak ne donanımı, ne taktiği ne eğitimli gücüne de cesareti vardı. Demirtaş'ı ABD'ye çağırarak 6-7 Ekim olaylarını başlatan, AK Parti'yi siyasi olarak zayıflatmaya çalışan ve Türkiye'nin çözüm sürecini bozan Amerikan politikasıdır. Kurtuluş Tayiz/Akşam Türk ordusunun Suriye'ye girmesi, Rusya için büyük bir fırsat olacaktır. Esat, Türkiye'yi işgalcilikle suçlayacak... Rusya da küçük kardeşine yardım eden abi rolüne soyunacaktır. Günümüz şartlarında Türkiye'nin, Suriye -Rusya koalisyonu ile çatışması kaçınılmaz olacak... İlk ağızda çatışmanın boyutları sınırlı kalacak... Ancak neticede bir NATO ülkesi savaşa girmiş olacak ve örgütten yardım isteyecektir. Bu durumda NATO'nun lideri olan ABD, ister istemez (uçak olayında olduğu gibi) Türkiye'nin arkasında duracaktır. (Aksi halde NATO'nun inandırıcılığı ve caydırıcılığı kalmaz.) Halbuki Suriye sorununda aldığı tutumla ABD, Rusya ile değil savaşmak, itişip- kakışmak dahi istemiyor. Amacına ekonomik yaptırımlar, siyasi ittifaklar ve müzakerelerle ulaşmaya çalışıyor. İşte gördük: Rusya'nın Suriye'ye inmesi, ABD'de ciddi bir rahatsızlık uyandırmadı. Hatta askeri alanda işbirliği bile yapıyor, yanlışlıkla birbirlerini vurmamak için savaş uçaklarının kimlik kodlarını değiş tokuş ediyorlar. Cenevre görüşmelerinde de nasıl davrandıkları zaten ortada... Velhasıl itişmeleri kayıkçı kavgasından ibaret: ABD tek başına değil, Rusya ile anlaşarak yeni Ortadoğu'yu kurmak istiyor. Çok çok zayıf bir olasılığın gerçekleştiğini ve Türkiye'nin IŞİD'e karşı savaşmak üzere Suriye'ye girdiğini düşünelim: Bu durumda ABD ve Rusya'nın ortak planları altüst olacaktır. Olay Soğuk Savaş dönemindeki gibi Doğu- Batı kutuplaşmasına dönüşecek... Böylece yavaş yavaş pişmekte olan Ortadoğu aşına, buz gibi su katılmış olacaktır. PYD elbette bugün Kuzey Suriye'de kendi siyasetini güdüyor. Ancak bunu yaparken ABD'nin çizdiği sınırları aşmıyor. Rusya'nın amacı ise Esatlı ya da Esatsız, üslerini emniyet altına almak, böylece Batı Suriye'deki (dolayısıyla Ortadoğu'daki ve Doğu Akdeniz'deki) varlığını sürekli hale getirmek. Biraz abartarak söylersek: ABD ile Rusya neredeyse al gülüm-ver gülüm ilişkisi içinde. Kendi çıkarları peşinde koşacak, bu arada sadece IŞİD'i değil, PYD'yi de vuracak olanTürkiye, hem Rusya'nın, hem de ABD'nin ama özellikle de ABD'nin planlarını bozmuş olacak. İşte bu yüzden Türkiye'nin, yani kendi denetiminde olmayan, bilerek ya da yanlışlıkla her an nasırına basabilecek bir gücün, IŞİD'e karşı kara savaşına girmesini ABD istemeyecektir. Emre Aköz/Sabah Dün sabaha doğru, Yeni Akit ve Yeni Şafak'a silahlı saldırı yapıldı. Acaba neden? Yakın tarihlerdeki somut verileri toplayalım.. Değerlendirmesini sonra birlikte yaparız. Akit, bodoslamadan 'PYD imiş, PKK imiş, DAEŞ'miş farketmez. Hepsi terör örgütüdür' diyor mu? Diyor... ABD Başkan Yardımcısı Biden Türkiye'ye gelip, 'PYD'nin terör örgütü olmadığı'na, kamuoyunu ikna etmeye çalışıyor mu? Çalışıyor.. Başarabiliyor mu? Hayır... Kuyruğunu ayaklarının arasına toplayıp, ülkesine dönüyor. Cenevre toplantılarına PYD'nin de katılacağı iddia ediliyor mu? Ediliyor... İddia ne demek? 'Davet edildi' açıklaması yapılıyor mu? Yapılıyor. AK Parti iktidarı, tavrını net olarak belirleyip 'PYD terör örgütüdür, o var ise, biz yokuz' diyor mu? Diyor.. Siyasi iktidarın bu dik duruşunu, Akit övgü ile destekliyor mu? Destekliyor.. PYD'nin, daha önce 'davet edildiği' açıklanan Cenevre'ye, son anda ustaca bir manevra ile, 'davet edilmediği' açıklanmak zorunda kalınıyor mu? Kalınıyor. Tüm bunların ardından.. Önceki gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 'Eyyy Amerika' diye söze başlayıp.. 'PYD terör örgütüdür' diyerek, PKK ile PYD arasında bir fark olmadığını tüm dünyaya tekrar haykırıyor mu? Haykırıyor.. Ve hemen o günün ertesi sabahı.. Tayyip Erdoğan'ın, tüm dünyaya karşı, tek başına sergilediği 'dik duruşu'nu destekleyen iki gazete.. İkiz saldırı ile.. Benzer saatlerde saldırıya uğruyor mu? Uğruyor. Hemen ardından.. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan.. Kendisinin 'dik duruşu'na destek veren iki gazeteyi.. Yalnız bırakmayıp.. 'Bu sabah Akit ve Yeni Şafak gazete binalarına saldırı düzenlendi. Saldırıyı şiddetle kınıyorum. Geçmişte bir başka gazetemizin giriş kapısının camları silahlı saldırıda değil, arbedede kırılmıştı. Dünyayı o zaman ayağa kaldıranların tepkisini şimdi çok dikkatle izleyeceğim' diyor mu?.. Diyor.. Devamında 'Biz enayi değiliz' şeklindeki anlamlı göndermeyi yapıyor mu? Yapıyor.. Ve mesaj alınıyor.. ABD Büyükelçisi John Bass.. 'Her gazetecinin olduğu gibi, Yeni Şafak ve Yeni Akit'in de misilleme korkusu olmadan haber yapma hakkını savunuyoruz' açıklaması ile sahneye çıkıyor.. 'Misilleme' kelimesine takılıyorum.. 'Biz ne yapmışız ki? Ne yanlışa imza atmışız ki, bize misilleme yapılsın'diyorum.. PKK'nın eylemlerini meşrulaştırmak isteyen sözde gazetecilerin, siyasi parti temsilcilerinin.. 'Misilleme hakkı' nitelemesi aklıma geliyor.. Devlet bölgedeki insanlara haksızlık ediyormuş da..PKK da, misillemede bulunuyormuş.. 'Bas git Bass' dediğimiz John.. 'Bize mesaj veriyor' diyorum.. Mesajın da, 'Siz, ABD politikaları ile paralel yayın yapmaz iseniz.. (Biz istemesek de..) PYD'ye 'Terör örgütü' derseniz.. Misillemeye, intikam alma eylemlerine muhatap olabilirsiniz..' olduğunu düşünüyorum.. 'Biz istemesek' eklentisi mi? O kadarcık da olsun artık.. 'İstiyoruz' da mı, 'istemiyoruz?..' Yoksa 'Dört gözle bekliyoruz' da mı, 'istemiyoruz..' Anlayan anlamıştır.. Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Rusya Federasyonu Başkanı Putin, danışmanları ile Suriye'nin geleceği üzerinde beyin fırtınası yaparken, bu ülkenin geleceğini Beşşar Esad'a endekslemenin yanlışlığını kimse söylemiyor mu ona? Acaba bunlar Suriyelileri karınca sürüsü gibi mi görüyorlar? Rusya'yı yöneten kadrolar 'The Guardian'da yayınlanan 'Suriye Politika Araştırma Merkezi'nin raporunu okumadılar mı acaba? Beşşar Esad yönetiminde Suriye'deki iç savaşta 470 bin kişinin öldüğünü, 1 milyon kişinin de yaralandığını belirtiyor bu rapor... Bir kişinin şahsında simgelenen bu yönetimi ayakta tutmak hangi akla sığabilir ki? Esad yönetiminde 13.8 milyon Suriyeli, geçim kaynağını yitirmiş. Nüfusun yüzde 45'i yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kalırken, 4 milyondan fazla Suriyeli ülke dışına kaçmış. Kısacası Suriye'nin nüfusu yüzde 21 azalmış... Yaş ortalaması 70'ken bu sayı 2015'te 55.4'e gerilemiş. Rus uçakları Esad'ı koltuğunda tutmak gerekçesi ile Halep'i bombalarken, bu saldırının milyona yakın Suriyeliyi mülteci statüsüne sokmak dışında 'IŞİD'le mücadele'ye hangi katkısının olacağı düşünülebilir ki? Sovyetler Afganistan'ı nasıl Taliban'a teslim ettiler ve sonunda EL Kaide terörünün dünyanın başına bela olmasına sebep oldularsa, Ruslar da Suriye'de IŞİD'i kalıcı hale getirdiklerini görmüyorlar mı? Ama bunların gözünde gerçekten insanların karıncalardan öteye bir değeri yok. Bunlar Stalin'in öğrencileri çünkü. Seçimle gelip gitmek bunlar için fazla anlam taşımıyor... 'İnsani kalkınma', 'İnsan hakları' ve 'İnsan onuru' gibi kavramlar bunlar için önemsiz ayrıntılar... İşin en acıklı yanı da, Amerika'nın Obama yönetimindeki vizyonsuzluğundan ve beceriksizliğinden ötürü Putin'in dünya siyasetinde 'Usta oyuncu' olarak görülmesi değil midir? Maliki'nin ayrımcı Şii siyasetini destekleyerek Irak'ta IŞİD'in doğmasına sebep olan Amerika, sonunda Suriye'nin de bir Rus kolonisine dönüşmesine göz yummadı mı? Ve bu bunalımın müttefiki olan Türkiye'de terörün tırmanmasına neden olmasını, adeta izlemiyor mu? Kısacası Putin'in durması için ille de petrol fiyatlarının dibe vurmasını mı beklemek durumundayız? Esad'lı yönetimin yanlışlığının anlaşılması için, kaç yüz bin Suriyeli daha ölmeli, kaç Suriyeli mülteci daha Akdeniz'de boğulmalıdır? 100 bin çocuğun kaybolması 'Yeni Dünya Düzeni'nde bir anlam taşımıyor mu? Mehmet Barlas/Sabah Bugünün en güncel sorusu bence şu olmalı: - Amerika Suriye'de hangi koalisyonun içinde? Sorulması gereken ikinci soru şöyle: - DAEŞ nerde? Hani DAEŞ'in kelle koparan görüntüleri? Nereye kayboldu birdenbire? Bu soruya şunu ilave edebiliriz: - DAEŞ gerçek bir vahşet yapılanması mı, yoksa onunla mücadele adına bölgenin tanzimi için üretilmiş bir sanal canavar mı? Bir başka soru şöyle:- Arap Baharı'nın islamcı yönetimler getiren akışı, Amerika kadar Rusya'yı da tedirgin etti ve bu, Mısır'da darbeyi, Suriye'de Esed yönetiminin kalıcılığı noktasında Amerikan ve Rus politikalarını aynı hizaya mı getirdi? Bir diğer soru şu: - Dünya gündeminin en sıcak konusunu teşkil eden mülteciler, Suriye'de hangi bombardımanlarla ve askeri operasyonlarla yaşadıkları bölgeleri terk edip başka ülkelere sığınmak zorunda kalıyorlar? Ve şu soruyu da sormalıyız: - Suriye krizi neden birdenbire en çok Türkiye'yi tehdit eden bir konu haline geldi? Buna da şu soruyu ilave etmeliyiz: - Burada Ak Parti iktidarının Türkiye için öngördüğü vizyon sebebiyle ödetilmek isnenen bir bedel mi var? Bütün bu sorular ve bunlara ilave edilmesi mümkün başkaları, verilecek cevaplarıyla birlikte, coğrafyamızın, kalb coğrafyamızın, içerden kuklaların da kullanıldığı bir arenada dost gibi, müttefik gibi, ortak gibi görünen güçlerin de ihanet kıyılarında dolaştığı nasıl bir hayat mücadelesi içine girdiğini gösteriyor. Dünya sadece şu mülteci yığınlarının nasıl oluştuğuna insanca, insaf içinde bakabilse, Suriye'de cinayetin gerçek faillerinin kimler olduğunu görecek ama görmek için de bakmak lazım. Amerika, Rusya'nın cinayetlerini görmüyor olabilir mi? Amerika Esed'in vahşetini görmüyor olabilir mi? Amerika bir tane mülteci çocuğun gözlerine baksa, Amerika bir tek Aylan bebeğin dramını görse, Rus-Esed bombardımanlarını görecek ama görmüyor. Amerika sadece PYD-YPG'ye kol kanat germiyor ki, görmezden gelmek suretiyle Rusya'nın ve Esed'in bombardımanlarına, hatta dünün kanlı bıçaklı düşmanı İranlı milislerin cinayetlerine de görünmezlik sağlıyor. Türkiye Amerika'yı sorgulamakta yüzde yüz haklı. Belki ABD'ye yönelik YPG-PYD sorgulaması kadar, Rus-Esed bombardımanları karşısında sessiz kalışını da sorgulamak gerekiyor. Bu sorgulamayı aynı zamanda Avrupa'ya da yöneltmek gerekir. Suriye'den bir Putin ve Esed zaferi çıkarsa bu, öncelikle insanlığın iflası ama aynı zamanda Amerika ve Avrupa'nın stratejik tükenişi anlamına gelecektir. Türkiye, 'Osmanlı'nın çözülüşü devam mı ediyor' sorularının sorulduğu bir zamanda, 'ülkenin can güvenliği' için sözel tepkilerden öte tedbirler alma noktasındadır. Ahmet Taşgetiren/Star 6 Eylül 2015 günü 200 kişilik silahsız bir grup Hürriyet Gazetesi'nin 'terör' konusundaki yayınlarını protesto etmek için gazetenin önüne gitmiş, çıkan karışıklıkta Hürriyet'in giriş kapısının camı kırılmıştı. Takip eden günlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Hürriyet Gazetesi'ne 'geçmiş olsun' ziyaretinde bulunmuş ve olay yerinde incelemeler gerçekleştirmişlerdi. Mottosu 'Türkiye Türklerindir' olan bir gazeteyi, Kürtleri sistematik olarak aşağılamayı neredeyse misyon haline getirmiş bir gazeteyi Kürtlerin haklarını savunduğunu söyleyen bir partinin başkanının ziyaret etmesini elbette garipsememiştik. Zira güzel ülkemiz Türkiye, böyle şeyleri garipseyebileceğimiz bir yer olmaktan çıkalı çok oluyor. Hatta Demirtaş'ın Hürriyet'in kırılan mübarek cam-ı şerifine eli ile pus ettiği 'burasını mı uff ettiler' temalı fotoğrafını bile garipsememiştik. Niçin garipseyelim? Son yıllarda öyle ittifaklar, öyle yakınlaşmalar görüyoruz ki elimizden şaşırma melekemiz uçup gidiyor. Elbette bundan da haberiniz olmuştur. 10 Şubat'ı 11 Şubat'a bağlayan gece Yeni Şafak ve Akit'e eşzamanlı olarak saldırılar düzenlendi. Daha önce bina çevresinde keşif yaptıklarından neredeyse emin olduğumuz dört kişi, gazete personelinin giriş yaptığı kapıya iki molotof kokteyli attılar. Üzerine bir de lambaları yanan odalara pompalı tüfekle ve öldürme kastı ile ateş açtılar. Akit'e yapılan saldırı da aşağı yukarı aynı şekilde gerçekleşti. Yani elimizde, kendiliğinden gelişmiş, protesto amaçlı bir saldırı değil -nasıl derler- 'tedhiş ve terör amaçlı organize bir saldırı' var. Tabii ki en büyük tesellimiz Yeni Şafak ve Akit saldırılarında kimsenin canına bir zarar gelmemiş olması. Yazıyı kaleme aldığım dakikalarda medyamızın güzide meslek kuruluşlarından henüz kınama, lanetleme, yerin dibine sokma mesajları gelmemişti. Bunu da garipsemedik. Çünkü Yeni Şafak da, Akit de bir Hürriyet değil bu güzide meslek kuruluşlarımızın nazarında. Hürriyet'in mübarek cam-ı şerifleri kırıldığında çıkarılan gürültünün söz konusu Yeni Şafak ve Akit olunca çıkarılmasına gerek yoktur belki de. Yine de günahlarına girmeyelim. Belki de siz bu satırları okurken medyamızın güzide meslek kuruluşları olayı kınayan bildiriler falan yayınlamış olurlar. Hatta belki de Yeni Şafak'ın patronları ile Akit'in patronlarının anlaşıp eşzamanlı olarak kendi binalarına saldırı düzenlettiklerini falan iddia eden bir sosyal medya kampanyası da başlamıştır. İnanın, bunu da garipsemeyiz. Benim asıl merak ettiğim şudur yine de. Selahattin Demirtaş Yeni Şafak binasına gelip molotof kokteyllerinin düştüğü yerleri, kurşunların paramparça ettiği camları falan ziyaret edecek midir? 'Her türlü baskının karşısında' olduğunu falan ifade etmekten çekinmeyen cesur yürek Demirtaş, yanına 'çok kutuplaştık di mi yaa' falan demeyi marifet sayan Kılıçdaroğlu'nu da alıp gazeteye gelir mi? İnşallah gelirler. İkisinin de pek güzel ağırlanacaklarından hiç kuşku duymuyorum. Hürriyet ziyaretinde yaşadıkları manevi hazzın birkaç mislini yaşayacaklarından da eminim. Zira Yeni Şafak, dindarların görece daha fazla olduğu bir gazetedir. Arasak binadan birkaç ihram, çok sayıda takke ve tespih çıkar. İsmail Kılıçarslan/Yeni Şafak Önceki gün İkinci Abdülhamit'in vefat yıl dönümüydü. Abdülhamit'in nasıl bir etki bıraktığının en güçlü delili o tartışmadır. Yıllarca iki farklı fraksiyonda devrimcilik yapıp büyük kavgalar etmiş Doğu Perinçek ve Ertuğrul Kürkçü yıllar sonra 32. Gün'de Mehmet Ali Birand'ın yönettiği bir tartışmada karşı karşıya gelmeyi kabul ederler. Tartışma hafif sertlikte ama medeni sınırlar içinde devam ederken, birden Perinçek, anlaşılan o camiada birine en edilmeyecek lafı eder: 'Sen Abdülhamit'i savundun!' İzlemeyenler için kavganın 'Hayır savunmadım, ispatla, yalancı, alçak'la başlayıp 'Dev-Genç'in yumruğu beyninde patlardan'dan p.şt'a kadar vardığını hatırlatalım. Yüzlerce aklı başında insanın 'revizyonist', 'küçük burjuva eğilimli', 'objektif ajan', 'kontra', tabii ki polisin, MİT'in, egemenlerin, kontrgerillanın adamı, hain diye ya öldürüldüğü ya da şanslıysa hayatının karartıldığı, daha da şanslıysa tasfiye edildiği, yalnızlaştırıldığı bir fikri gelenek için yine de sahici bir tartışma sebebi sayılır Abdülhamit. Minik örgütlerde, incir çekirdeğini doldurmayan meseleler için, her farklı fikri, eleştiriyi duyunca korkuya kapılıp başvurulan 'tasfiyecilik' silahı maalesef son zamanlarda bu tarafta da görünür oldu. 'Sen Abdülhamit'i savundun' sorusunun yeni muadili: 'Sen koalisyonu savundun!' Neyse ki cevaplar 'ispatla, alçak, liberalizmin yumruğu beyninde patlar' minvalinde değil. Mesela Etyen Mahçupyan bu 'ağır' suçlamaya şöyle demiş yayınlanmış son yazılarından birinde: '...Bu ortamda AKP'nin meşruiyetini yeniden sağlayıp pekiştirecek olan şey, 'normalleşmiş' siyasetin de oyuncusu olduğunu topluma göstermekten geçiyordu. Bunun yolu da CHP ile koalisyon görüşmelerinde ortaya konacak ciddiyet ve samimiyetti. İşin esasında, o dönemde de yazdığım üzere hiçbir AKP'li koalisyon istemiyordu... Ama koalisyon istememenin maliyeti Türkiye'yi yönetemez hale gelmekti ki bu durumda tabanın hızla erimesinin önüne geçmek de kolay olmayabilirdi...' Şunları da diyebilirdi: 'Sıkılı yumruklarla musafaha olmaz. Siyaset özü itibariyle bir uzlaşma, müşterekler üzerinde mutabakata varabilme sanatıdır. Siyasilerin görevi taktik manevralarla millet iradesine çalım atmak değil, bilakis sandıkta tecelli eden karara tabi olmak, onu hayata geçirmektir. Bugüne kadar Anayasanın bana verdiği görev çerçevesinde nasıl süreci kolaylaştırıcı, ön açıcı görev ifa etmişsem inşallah bundan sonra da aynı tavrımı sürdüreceğim. Tüm siyasi parti genel başkanlarından da aynı hassasiyeti göstermelerini bekliyorum.' Neyse ki bütün bunları, koalisyona asla karşı çıkmadan, engelleyici olmadan, ülkeyi yeni bir seçime taşımayı maharetle başarmış Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi. Muhalefetin koalisyonu yokuşa süren, 'yargılarız asarız, keseriz, Bilal'i isterizci' siyasi acemiliklerinin yardımıyla, Baykal, Türkeş görüşmeleri gibi müthiş hamlelerle karşı cephede yarıklar açtı. Böylece 1 Kasım'da sandıkta AK Parti, ülkenin yönetilmesini dert edinen, bunu da yapabilecek tek seçenek olarak kaldı. Neyse ki yanılmaz köşe yazarları değil, pragmatik ve önünü daha net gören siyasetçiler yönetiyor ülkeyi. Her köşe yazarının arşivinde yüzlerce örneği bulunabilecek çıkmamış öngörü, yanlış çıkmış fikir koleksiyonlarına eklenecek bu yazılar görünen lüzum üzerine orada bırakılmadı. Gezi, 17/25 Aralık'tan sonra koalisyon istemenin aynı üst aklın son işi olduğunu yazan da oldu, 'yılanın AK Parti çevresinden kaçarken kuyruğunu LDT ve Genç Siviller çevresine bıraktığını yazan da, neredeyse kapısına 'pis yandaşlara ölüm' yazılmadığı kalmış insanların 'Esas hedefinin Erdoğan' olduğunu söylemeye kalkıp korkuturken güldüren de... Daha insaflı ve kibar olanlarsa içimize kaçmış koalisyon şeytanının bir meydanda törenler ve dualarla çıkarılmasını istediler. 'Yazının şehveti işte, kimse inanmaz bunlara' deyip geçemiyoruz bu kez. Çünkü bu yeni Türkiye'ye sızmış paralel eski Türkiye aklı iki çok değerli ismin daha köşesini kapatmayı başardı. Yeni Türkiye'de herhalde eski Türkiye'nin tasfiyesinde en önde gitmiş olduğu için riske girilmeyip Gülay Göktürk tehlikesi bertaraf edildikten sonra şimdi de 1994'te Yeni Demokrasi Hareketi'ni kurarken bile Refah Partisi'ne oy vermiş, memleketin bütün demokrasi sınavlarından, (28 Şubat, 27 Nisan, kapatma davaları, başörtüsü, Kürt sorunu tartışmaları, Gezi, 17/25 Aralık) kimseye yaranmak, ya da yarın bir gün geri istenecek iyilik, jest olsun diye değil, öyle inandığı için demokratlığının gereğini yapmış Etyen Mahçupyan meselesi de hallolundu. Yıldıray Oğur/Türkiye